E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 21 (1)
Volume: 21  Issue: 1 - 2014
1.Cover

Pages I - II

KLINIK MAKALE
2.Antifungal Susceptibility and Distribution of Candida Species Isolated From Various Clinical Specimens
Aytekin Çıkman, Mehmet Parlak, Mehmet Reşat Ceylan, Hüseyin Güdücüoğlu, Mustafa Berktaş
Pages 1 - 5
Amaç: Çalışmada; klinik örneklerden izole edilen kandidaların tür dağılımı ve çeşitli antifungal ajanlara karşı duyarlılığının belirlenmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: 2008-2010 tarihleri arasında çeşitli klinik örneklerden izole edilen 138 kandida türü çalışmaya dahil edildi. Kandida suşlarının tür tayini ile çeşitli antifungal ajanlara duyarlılığının araştırılmasında API ID 32 C identifikasyon sistemi ve ATB FUNGUS 3 kitlerinden yararlanıldı. Bulgular: İzole edilen kandidaların 92 (%67)'si Candida albicans, 24 (%17)’ü Candida parapsilosis, 10 (%7)’u Candida glabrata, 6 (%5)’sı Candida tropicalis ve 6 (%4)’sı diğerleri (Candida kefyr, Candida lusitaniae, Candida colliculosa, Candida pulchherrima) idi. Candida albicans türlerinde itrakonazole %80, vorikonazole %66, flukonazole %59 ve amfoterisin B’ye %4 oranında direnç saptanırken, flusitozine karşı direnç saptanmadı. Candida parapsilosis suşlarının Amfoterisin B’ye karşı direnç oranı %17 olarak belirlenirken, suşların tamamı diğer antifungallere duyarlı bulundu. Tüm suşların flusitozine duyarlı olduğu Candida glabrata’nın, diğer antifungallere karşı direnç oranları sırasıyla; vorikonazol %10, amfoterisin B %20, flukonazol %20 ve itrakonazol %100 olarak bulundu. Candida tropicalis suşlarının tamamı flukonazol, itrakonazol ve vorikonazole dirençli, amfoterisin B’ye duyarlıyken, flusitozin direnç oranı %17 olarak saptandı. Sonuç: Bölgemizde izole edilen kandida türlerinin antifungal ajanlara duyarlılık oranlarında diğer bölgelere oranla büyük farklılıklar saptanması, kandida enfeksiyonlarından şüphelenilen durumlarda tür tayini ile antifungal duyarlılık testlerinin yapılmasını ve tedavi protokolünün buna göre düzenlemesini zorunlu kılmaktadır.
Aim: The aim of this study was to determine the distribution of Candida species isolated from clinical samples and their susceptibility to various antifungal agents. Materials and Methods: A total of 138 Candida samples isolated between 2008 and 2010 from various clinical specimens were included in the study. The API ID 32 C identification system and ATB FUNGUS 3 kits were utilized for identifying Candida species and determination of their susceptibility to various antifungal agents. Results: Isolated Candida strains were identified as Candida albicans 92 (67%), Candida parapsilosis 24 (17%), Candida glabrata 10 (7%), Candida tropicalis 6 (5%) and other species (Candida kefyr, Candida lusitaniae, Candida colliculosa, Candida pulchherrima) 6 (4%). Whereas resistance rates of Candida albicans species were found to be 80% to itraconazole, 66% to voriconazole, 59% to fluconazole and 4% to amphotericin B, resistance to flucytosine was not detected. Although resistance rate of Candida parapsilosis strains to amphotericin B was determined as 17%, they were susceptible to all other tested antifungals. While Candida glabrata strains were fully susceptible to flucytosine, their resistance rates to other antifungals were found to be 10% to voriconazole, 20% to amphotericin B, 20% to fluconazole and 100% to itraconazole. Whereas C.tropicalis strains were fully resistant to fluconazole, itraconazole, voriconazole and fully sensitive to amphotericin B, their resistance rate to flucytosine was determined as 17%. Conclusions: Resistance rates to antifungal agents of Candida species isolated from our area were found considerably different compared to the other regions. Consequently, in patients suspected of having Candida infection, species identification and antifungal susceptibility testing must be performed and according to the results, treatment protocol must be corrected.

3.Prenatal Concerns and Attitudes Regarding Breastfeeding in Primiparous and Multiparous Women
Emre Yanıkkerem, Semra Ay, Aslı Göker
Pages 6 - 16
Bu çalışmanın amacı primipar ve multipar gebelerin emzirme tutumu ve yaşadıkları endişelerin incelenmesidir. Yöntem: Tanımlayıcı tipte planlanan bu çalışma Şubat-Nisan 2012 tarihleri arasında Manisa Merkez Efendi Devlet Hastanesi Doğum ve Çocuk Bakımevi ve Celal Bayar Üniversite Hastanesi’ne başvuran 447 gebe ile yürütülmüştür. Veriler araştırmacılar tarafından hazırlanan anket formu ile toplanmış, SPSS 17.0 paket programı ile t-test ve kikare analizi yapılarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Primipar ve multipar gebelerin emzirme konusunda yaşadıkları endişeler incelendiğinde, primipar gebelerin %47.5’i, multipar gebelerin %34.1’i “doğum sonrası emzirme sırasında yardıma gereksinim duyacağımı düşünüyorum” ifadesine tamamen katılmaktadır (p<0.05). “Emzirmenin annenin zamanını alacağına inanıyorum” ifadesine primipar kadınların %33.3’ü, multipar gebelerin %28.0’i tamamen katıldığını belirtmektedir (p<0.05). Primipar gebelerin yaklaşık yarısı (%51.4), multipar gebelerin %34.8’i bebeğini ilk kez emzirirken güçlük çekeceğine inanmaktadır (p<0.05). Sütünün bebeğe yeterli olup olmayacağı endişesini primipar annelerin %54.6’sı, multipar annelerin %45.8’i tamamen taşımaktadır (p<0.05). “Bebeğimi emziremeyeceğimden korkuyorum” ifadesine primipar kadınların %36.1’i, multipar kadınların %27.7’si tamamen katıldığını ifade etmiştir (p>0.05). Primipar annelerin yaklaşık yarısı (%50.3), multipar annelerin %42.4’ü “sütümün az olmasından endişeleniyorum” ifadesine tamamen katıldığını belirtmiştir (p>0.05). Multipar gebeler (%55.7), primipar gebelere (%50.8) göre emzirme sırasında meme başında ağrı ve acı olacağını düşünmektedir (p<0.05). Primipar kadınlar (%44.8) multipar kadınlara göre (%35.2) sütünün erken kesilmesi endişesini daha fazla taşımaktadır (p<0.05). Sonuç: Bu çalışmada primipar gebelerin emzirme deneyimi olmadığı için emzirme konusunda multipar gebelere göre daha fazla endişe yaşadıkları bulunmuştur. Sağlık çalışanları emzirme danışmanlığı yaparken kadınların emzirme tutumunu ve yaşadıkları endişeleri gözönünde bulundurmalıdır.
Objective: The aim of the study was to identify the attitudes and anxiety about breast-feeding in primiparous and multiparous women. Materials and Methods: This descriptive study was carried out at Manisa Merkez Efendi Hospital and Celal Bayar University Hospital between February-April 2012 with 447 pregnant women. Data was collected by questionnaires prepared by the researchers and analyzed using SPSS for Windows version 17.0 using t-test and chi square test. Results: When the anxiety of primiparous and multiparous women was examined, 47.5% of primiparous and 34.1% of multiparous women agreed with the following statement: “I think I will need help with breast feeding after giving birth” (p<0.05). “Breastfeeding takes a lot of time for the mother” was a phrase that 33.3% of primiparous and 28.0% of multiparous women totally agreed with (p<0.05). About half of primiparous women (51.4%) and 34.8% of multiparous women believed they would have difficulty during their first feeding experience (p<0.05). Anxiety about having sufficient milk for the baby was expressed by 54.6% and 45.8% of primiparous and multiparous women, respectively (p<0.05). Nearly half of primiparous (50.3%) and 42.4% of multiparous women totally agreed with “I am anxious about having insufficient milk” (p>0.05). Multiparous women had thoughts about breast pain during breast feeding more than primiparous women (55.7% vs 50.8%, p<0.05). On the other hand primiparous women were anxious about early cessation of milk production (44.8% vs 35.2%, p<0.05). Result: In this study we found that primiparous women were more anxious about breast feeding when compared to multiparous women because they did not have experience about it. It is very important for health care providers to address the women’s attitudes towards breast feeding and to evaluate their anxiety during their consultation.

4.Preoperative Risk Factors and Early- Term Results in Coronary Artery Bypass Surgery in Our Clinic: Comparison of Two Age Groups (40-60 Years to Over 75 Years)
Hasan Uncu, Mehmet Acıpayam, Tolga Onur Badak, Ümit Halıcı, Murat Gençaslan, Pınar Doğan, Faruk Başdoğan, İbrahim Özsöyler
Pages 17 - 21
Amaç: Koroner bypass cerrahisi (CABG) 75 yaş üstü hastalarda son yılllarda giderek artan oranlarda yapılmaktadır. Bu retrospektif çalışmanın amacı kliniğimizde kardiyopulmoner bypass (CPB) ile CABG gerçekleştirilen 75 yaş ve üstü hasta grubu ile CABG’nin sıklıkla yapıldığı 40-60 yaş grubunun preoperatif risk faktörleri, operasyon verileri ve erken dönem sonuçlarını karşılaştırmaktır. Yöntem: Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Ocak 2004 – Mayıs 2012 tarihleri arasında izole CABG prosedürü uygulanmış 1688 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar yaşlarına göre 40-60 yaş arası 1514 olgu Grup 1 ve 75 yaş ile üstü 174 olgu Grup 2 olmak üzere iki gruba ayrıldı. Her iki grubun preoperatif, operatif ve postoperatif bulguları analiz edildi. Bulgular: CPB süresi, postoperatif kan transfüzyonu, yoğun bakım süresi, taburcu süresi, inotropik destek gereksinimi, intraaortik balon pompası kullanım oranı, postoperatif atriyal fibrilasyon gelişimi, deliryum ve erken dönem mortalite grup 2’de, sol ön meme arteri kullanım oranı grup 1’de yüksek saptandı (p değerleri sırasıyla 0.019; <0.01; <0.01; <0.01; <0.01; 0.004; 0.019; <0.01; 0.010; <0.01). Sonuç: İleri yaş grubunda postoperatif komplikasyon oranlarının yüksek olmasına rağmen, koroner bypass cerrahisi kabul edilebilir hastane mortalitesi ile yapılabilir.
Aim: Coronary artery bypass surgery (CABG) has been performed in many patients older than 70 years old in recent years. The aim of this retrospective study was to compare preoperative risk factors, operation data and early outcomes of CABG performed ?75 years older group and 40-60 years old group. Methods: Patients underwent isolated CABG in Adana Numune Training and Research Hospital between January 2004 – May 2012 were included in the study. Patients were divided in to two groups. 40-60 years old patients group 1 and ?75 years old patients group 2. Preoperative, operative and postoperative data in both groups were analyzed. Results: Cardiopulmonary bypass (CPB) time, postoperative blood requirement, intensive care unit mean stay time, mean hospital stay time, need of inotropic drug, intra-aortic balloon pump usage ratio, risk of postoperative atrial fibrillation development, delirium, and early mortality were all higher in group 2 (respectively, p values 0.019; <0.01; <0.01; <0.01; <0.01; 0.004; 0.019; <0.01; 0.010;), left internal thoracic artery was higher in group 1 (p < 0.01) Conclusion: Despite the high rate of postoperative complications in older age group, coronary bypass surgery can be done with acceptable hospital mortality.

5.Retrospective Evaluation of Patients who Underwent Urgent Operation After Emergency Unit Entrance
Ziya Kaya, Semih Arıcı, Serkan Karaman, Serkan Doğru, Mustafa Süren, Tuğba Karaman, Mürsel Kahveci
Pages 22 - 28
Amaç: Her yaş grubundan acile başvurup acil ameliyata alınan hastaların kliniklere ve yapılan ameliyatın türüne göre retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlandı. Yöntem: Acil ünitesine başvurup acil olarak ameliyat olan her yaş grubundan toplam 1068 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar yaş, cinsiyet, Amerikan Anestezistler Birliği skoru, travma ve travma dışı nedeniyle ameliyat olanlar, kullanılan anestezi yöntemi, genel anestezi olgularında indüksiyonda kullanılan ilaçlar ve kan transfüzyonu yapılanlar, operasyonun gerçekleştiği anabilim dalına göre incelenip değerlendirildi. Bulgular: Demografik verilerden Amerikan Anestezistler Birliği skoru ve yaş arasında anlamlı bir fark yok iken cinsiyetler arasındaki fark anlamlıydı. Genel anestezi uygulananların sayısı (%71,06) rejyonal anestezi uygulananlardan (%28,94) ve travmatik olmayan olguların sayısı (%58.52) travmatik olgulardan (%41.48) yüksekti. İndüksiyonda propofol (%63) ve tiopental (%24) en sık kullanılan intravenöz anesteziklerdi. Sonuç: Acil alınan tüm olgularda cerrahi ve anestezi ekibinin klinik tecrübeleri yanında yakın iş birliği içinde hareket etmelerinin hastalar için daha yararlı olacağı kanaatindeyiz.
Aim: The aim of this study is to evaluate the clinic and surgery types in all age groups of patients who underwent urgent operation after emergency unit entrance retrospectively. Method: All age groups of 1068 patients who underwent urgent operation after emergency unit entrance are assessed retrospectively. Patients are evaluated according to age, sex, American Society of Anesthesiologists score, trauma and non-trauma caused operations, anaesthesia type, drugs that was used in induction for general anaesthesia cases, administration of blood transfusion and the name of department. Results: According to the name of department, demographic values as American Society of Anesthesiologists score and age of the patients were not significant, however sex of the patients were found significant. Count of general anaesthesia applied patients (71.6%) were found higher than regional anaesthesia. Count of non-trauma patients (58.52%) were higher than trauma patients (41.48%). Propofol (63%) and thiopenthal (24%) were found the most administered intravenous anaesthetics. Conclusion: We conclude that beside clinical experience of both surgery and anaesthesia team, they have to work together with close cooperation for the benefits of patients who undergo urgent operation.

6.Smoking Survey Results on Medical School Students of Yuzuncu Yil University
Hülya Günbatar, Bünyamin Sertoğullarından, Selami Ekin
Pages 29 - 33
Amaç: Bu çalışmanın amacı tıp fakültesi öğrencileri arasında sigara içme alışkanlığı ve bu alışkanlıkla ilgili davranış özelliklerini belirlemektir. Metod: 2009-2010 yılları arasında Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencileri arasından 163 öğrenciye anket uygulandı. Bulgular: Öğrencilerin yaş ortalaması 20.8 ± 2.38 yıl olup cinsiyet dağılımı 127 erkek, 36 bayan idi. Ankete katılan öğrencilerin 34’ünün (%20.9) her gün sigara içtiği saptandı. Sigara içenlerin 1’i bayan (%2.9), 33’ü (%97.1) erkek idi. Erkek öğrencilerde sigara içme oranı bayan öğrencilere göre yüksekti. (p<0,05). Sigara içmeyi deneme yaşı 12.8 idi. Sigaraya başlama nedenleri içinde merak %42.5 ile birinci sırada gelmekteydi. Sigara içenlerin %79’unun evinde sigara içtiği saptandı. Ankete katılanların %60.1’inin pasif olarak sigara dumanına maruz kaldığı saptandı. Sonuç: Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesindeki öğrencilerin sigara içme oranı ülkemizdeki diğer çalışmalara göre düşük olarak saptanmıştır. Bulgular yapılan çalışmaların sigara içme prevalansında azalma sağladığını düşündürmektedir.
Aim: The purpose of this study was to determine the habits and behaviors related to cigarette smoking among medical students. Methods: Between 2009-2010 in Van Yuzuncu Yil University School of Medicine, questionnaire was carried out among 163 students. Results: The average age of the students was 20.8 ± 2.38 years and the gender distribution was 127 male and 36 female. 34 of surveyed students (20.9%) were smokers every day. Smokers were 1 female (2.9%) and 33 male (97.1%). The rate of smoking was higher in male students than female students (P <0.05). The trial age of smoking was 12.8. Among reasons of initiation of smoking curiosity was in the first place with a percentage of 42.5%. 79% of smokers smoked at home. 60.1% of the respondents were exposed to passive smoking. Conclusion: Van University medical school students were found to have lower rate of smoking than in other studies in our country. Results suggest that the studies provide a reduction in smoking prevalence. Conclusion: Van University medical school students was found lower rate of smoking than in other studies in our country. Results suggest that the studies provide a reduction in smoking prevalence.

7.Surprise During Circumcision: Distal Hypospadias with Intact Prepicium
Mehmet Şerif Arslan, Mehmet Hanifi Okur, İbrahim Uygun, Ersin Köksal
Pages 34 - 36
Amaç: Bu çalışmada, bölgemizde prepisyum intakt distal hipospadias olgularının sıklığını belirlemeyi ve bu hastalara uygun yaklaşımı tartışmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Nisan 2011 ile Aralık 2011 tarihleri arasında sünnet istemiyle Samsun Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi’ne başvuran 805 hastanın dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Bulgular: Çalışmaya alınan 805 hastanın ortalama yaşları 3.5 yıl (18 gün- 14 yıl) idi. Hastaların 87 (%10,8)’inde fizyolojik fimozis saptandı. Fizyolojik fimozis olan 87 hastanın 7 (%8,04)’sinde operasyon esnasında distal hipospadias saptandı. Hastaların 1’ine dış merkezde sünnet planlanıp anestezi verildikten sonra hipospadias saptanmış. Hasta uyandırılarak kliniğimize sevk edildiğinden bu hastaya tanı peroperatif konulurken, geri kalan 6 hastaya tanı ameliyat esnasında konuldu. Hipospadias saptanan 7 hastanın ortalama yaşı 1.4 (7 ay-3 yaş)’idi. Hastaların tamamına Snodgrass tarafından tariflenen TİPU operasyonu uygulandı. Postop 3.günde hastaların üretral kataterleri çekildi ve işemeleri görüldükten sonra taburcu edildiler. Sonuç: Fimozisi olan ve sünnet öncesi meatusun görülmediği veya tam bir genital sistem muayenesi olmaksızın sünnet yapılması planlanan hastalarda distal hipospadias ile karşılaşıla bilineceği unutulmamalıdır. Distal hipospadias veya daha karmaşık sorunlarla konusunda eğitimli kişiler tarafından uygun şartlarda sünnetin yapılması uygun olacaktır.
Aim: In this study, we aimed to define the frequency of distal hypospadias with intact prepicium and the best approach for this condition in our region. Method: We retrospectively viewed the data of 805 patients who were admitted for circumcision to Samsun Maternity Hospital between April 2011 and December 2011. Results: The mean age of patients was 3.5 years (18 days-14 years). Physiologic phimosis was determined in 87 (10.8 %) of the patients. Distal hypospadias was seen in 7 (8.04%) of them during operation. Hypospadias was defined following anesthesia after the diagnosis in one of patients who were planned for circumcision. This patient was awakened and referred and diagnosed as perioperatively and the other 6 patients were also diagnosed peroperatively. The mean age of 7 patients with hypospadias was 1.4 years (7 months-3 years). All patients underwent TIPU operation described by Snodgrass. Urethral catheters of the patients were removed on the third postoperative day and discharged after micturition. Result: It is not underestimated that distal hypospadias is encountered in patients undergoing circumcision without a thorough genital physical examination or in those with phimosis and unseen meatus before the procedure.

OLGU SUNUMU
8.A Case with Acute Respiratory Failure Secondary to Hickman Catheter Insertion
M. Ali Erdoğan, Aytaç Yücel, Türkan Toğal, Muharrem Uçar, M. Özcan Ersoy
Pages 37 - 39
Santral venöz kateterler; uzun süre santral venöz yola gereksinim duyulan durumlarda kullanılır. Hickman kateteri kalıcı bir santral venöz kateter’dir. Kalıcı venöz portlar cerrahlar ya da anestezistler tarafından yerleştirilmektedir. Son zamanlarda radyologlar tarafında lokal anestezik kullanarak ve fluroskopi eşliğinde uygulanmaktadır. Hickman kateterleri subklaviyen, juguler veya sefalik vene yerleştirilebilir. Ultrasonografi eşliğinde veya ultrasonografi kullanmadan perkütan yada cut-down cerrahi yöntemiyle uygulanabilmektedir. Venöz port kateter yerleştirilmesinde erken dönem ve geç dönem komplikasyonları vardır. Bu sunuda, Hickman kateteri yerleştirilmesine bağlı erken dönemde gelişen hematomun yaşamı tehdit edebileceği vurgulandı.
Central venous catheters are used for chronic hemo-access. Hickman catheter is an implantable venous catheter. Implantable venous ports are implanted by surgeons or anesthetists in an operating room. More recently, interventional radiologists have been inserting them using local anesthesia and fluoroscopic guidance. Hickman catheters can be inserted in subclavian, jugular or cephalic vein. They can be installed using ultrasound or not, percutaneous or surgical cut-down method. Venous port catheter placement has perioperative (early) and late complications. In this presentation, hematoma, an early complication of Hickman catheter, that can be life threatening, is emphasized.

KLINIK MAKALE
9.T-Cell Lymphoblastic Lymphoma Presented with Empyema: A Case Report
Abidin Şehitoğulları, Ali Kahraman, Fuat Sayır, Ramazan Esen, Cengiz Demir
Pages 40 - 43
Plevral efüzyon, plevral boşluktaki sekresyon-absorpsiyon dengesinin bozulması sonucu oluşur. Benign ve malign hastalıklar plevral efüzyona yol açar. Sıklıkla viral, bakteriel ve tüberküloza bağlı gelişmesine rağmen lenfoma ve malignitelerde de görülebilir. Hodgkin (HL) ve Non-Hodgkin lenfoma (NHL)’lar lenf dokusundan kaynaklanan malign tümörlerdir. Bu tümörlerin patolojisi, immünolojisi ve tedavi yanıtı farklılıklar gösterir. Hastalığın prognozu histolojik tipine, evresine, diğer klinik ve patolojik parametrelere bağlıdır. Histolojik tanı uygun tedavi yaklaşımının belirlenmesinde önemlidir. Eksudatif plevral efüzyonların etyolojisinde malignite önemli nedenlerden biridir. Malign plevral efüzyon (MPE)’ lara lenfoma %10 oranında sebep olmaktadır. Özellikle de ampiyem gelişecek kadar geciken lenfoma olgularına literatürde çok az rastlanmaktadır. Bu yazımızda ampiyem tanısıyla yatırılan ve yapılan ileri tetkiklerinde lenfoma tespit edilen bir olgu sunulmaktadır. Plevral efüzyon etyolojisinde enfeksiyon etkenlerinin yanı sıra malignitelerinde önemli olduğunu vurgulamak amacıyla bu olguyu sunduk.
Pleural effusion is the result of the imbalance in the secretion-absorption process in the pleural cavity, caused by both the benign and malignant diseases. Although the most commonly encountered etiologies are viral and the bacterial infections, and tuberculosis, it can also be associated with lymphoma or other malignancies. Hodgkin’s (HL) and Non-Hodgkin’s lymphoma (NHL)'s are malignant tumors arising from lymphatic tissue. These tumors have varying pathology, immunology, and response to treatment. The prognosis depends on the histological type, the stage, and the other clinical and pathological parameters. The histological diagnosis is important in determining the appropriate treatment approach. Malignancy is an important factor in the etiology of exudative pleural effusions. Of all the malignant pleural effusions (MPE), 10% are caused by lymphomas (1). Especially cases of empyema associated with lymphoma with a delayed diagnosis are rarely described in the literature. In this article, we report a case of lymphoma, which was admitted with the diagnosis of empyema and the lymphoma was diagnosed secondarily. Conclusion: This case was presented to emphasize that pleural effusion is an important entity associated with malignancies, as well as infectious agents.

OLGU SUNUMU
10.Methemoglobinemia Due to Prişocaine: A Case Report
Binnaz Tekatlı Çelik, Neşat Çelik
Pages 44 - 45
Methemoglobinemi kalıtsal veya edinsel nedenlerle gelişebilen ciddi bir hematolojik hastalıktır. Edinsel nedenler arasında birçok ilaç ve kimyasal madde bildirilmiş olup prilokain bunlardan biridir. Prilokain sık kullanılan bir lokal anesteziktir. Bu yazıda prilokain sonrası gelişen ve intravenöz askorbik asit tedavisi ile düzelen yenidoğan dönemine ait bir methemoglobinemi vakası sunulmuştur.
Methemoglobinemia is a serious hematological disorder, that can be hereditary or acquired. A lot of causes have been reported, such as use of drugs and chemicals. Prilocaine is one of them. This is a commonly used local anesthetic agent. We report a newborn who became methemoglobinemia after use of prilocaine and recover with intravenous ascorbic acid treatment.

11.Perforation of Meckel’s Diverticulitis Mimicking Acute Appandicitis
Akın Aydoğan, Seçkin Akküçük, İlhan Paltacı, Ali Karakuş, Murat Karcıoğlu
Pages 46 - 48
Meckel divertikülü gastrointestinal sisteminin en sık görülen doğumsal anomalisidir. Çocukluk çağında daha çok kanama ve obstrüksiyon bulgularıyla ortaya çıkarken, erişkinlerde nadiren görüntüleme yöntemlerinde veya laparatomi esnasında saptanmaktadır. Bu çalışmada akut apandisit ön tanısıyla operasyona alınan, ancak meckel divertikülit perforasyonu saptanan olgu sunulmuştur. Akut apandisit düşünülen ve eksplorasyonda normal apendiks saptanan hastalarda meckel düvertiküliti akla gelmeli ve ince barsak eksplorasyonu mutlaka yapılmalıdır.
Meckel’s diverticulum is the most seen congenital gastrointestinal anomaly. It usually appears with hemorrhage and intestinal obstruction in childhood. Otherwise in adults, Meckel’s Diverticulums are generally diagnosed incidentally by imaging technics or during laparotomy. We reported a case of Meckel’s Diverticulum perforation which the laparotomy was performed for acute appendicitis. Meckel’s Diverticulum should be remembered in terms of patients who had undergone laparotomy for acute appendicitis with normal appendix, and small bowel exploration should be performed.

12.Imaging Findings of Gallbladder Duplication: Case Report
Abdussamet Batur, Serdar Karaköse
Pages 49 - 53
Amaç: Nadir görülen konjenital anomali olan çift safra kesesi olgusunun görüntüleme bulgularını sunmak. Bulgular: Tekrarlayan karın ağrısı nedeniyle merkezimize başvuran dört yaşındaki hastada yapılan ultrasonografide pankreas başı düzeyinden portal hilusa uzanım gösteren kistik lezyon izlendi. Ayırıcı tanıya yönelik elde edilen manyetik rezonans kolanjiopankreatografide koledokla bağlantısı olan çift safra kesesi izlendi. Sonuç: Cerrahiye bağlı olası komplikasyonların önlenmesi açısından operasyon öncesi safra kesesi varyasyonunun tam olarak gösterilmesi gerekmektedir. Radyolojik görüntüleme bulgularıyla safra kesesi ve safra yolları varyasyonları gösterilebilir.
Aim: To present imaging findings of a case with gallbladder duplication, which is a rare congenital anomaly. Material and Method: A four-year-old girl was admitted to our hospital with a complaint of recurrent abdominal pain. Abdominal sonography revealed a fusiform cystic structure reaching from the head of pancreas to the hepatic hilum. Magnetic resonance cholangiopancreatography clearly showed the true duplication of the gallbladder, consisting of two vesicae and two separate cystic ducts entering the common duct, indicative of duplication. Result: To prevent biliary damage, preoperative diagnosis of gallbladder duplication is necessary. Radiologic imaging findings allow us to show variations of gallbladder and biliary tract.

DERLEME
13.Isolated Mild Fetal Ventriculomegaly: How Much is it Important?
Banu Bingöl, Zehra Kurdoğlu, Faik Abike, Aydan Asyalı Biri
Pages 54 - 59
İzole hafif fetal ventikülomegali, perinatologların klinikte karşılaştıklarında, kafa karıştıran, ne sıklıkla ve nasıl takip edeceklerini tam netleştirmekte güçlük çektikleri bir patolojidir. Fetal hafif ventrikülomegali, ventriküler atrial genişliğin 10.0-15.0 mm arasında ölçülmesidir. İzole fetal ventrikülomegali ise ultrasonografik olarak bu bulguya başka bir patolojinin eşlik etmemesi olarak tanımlanır. Bu konuda yapılan yüzlerce araştırma göstermiştir ki; ventriküler atrium genişliğinin hafif artmış olması fetal nörolojik gelişmeyi negatif etkileyen bir prognostik faktör değildir. Her ne kadar bir fetusta izole fetal hafif ventrikülomegali tanısı konulmuşsa da, gerçekten bu patoloji izole midir, yoksa erken dönemde tespit edilemeyen ya da nörolojik gelişim aşamasında geç ortaya konulabilen ek bir patoloji var mıdır sorularına yanıt aranmalıdır. Gerçekten izole fetal hafif ventrikülomegalisi olan fetusların büyük bir kısmında; en azından bebeklik dönemlerindeki takiplerinde, normal nörolojik gelişim izlenmekle birlikte, uzun dönem takiplerinin olmayışı, bu patolojiyi değerlendirmemizi zorlaştırmaktadır. Bu derlemede, literatürdeki bu konu ile ilgili çalışmalar ışığında bir yaklaşım oluşturulmaya çalışılmış olsa da, bu konuda postnatal yeterli süre takiplerin yapıldığı çalışmalara ihtiyaç vardır.
Isolated fetal ventriculomagaly is a confusing pathology which perinatologists come face to face in routine fetal examinations. Fetal mild ventrikulomegaly is defined as a ventricular atrial width of 10.0 - 15.0 mm, and it is considered isolated if there is no associated ultrasound abnormalities. There is not enough evidence to suggest that the width of the ventricular atria contributes to the risk of neurodevelopmental outcome in fetuses with mild ventriculomegaly. The real question must be if ventriculomegaly is really isolated or not. Most infants with the diagnosis of isolated mild ventricolomegaly have normal neurological development at least in infancy, but the lack of good-quality postnatal follow-up unables the perinatologists to consultate these patients. We aimed to provide a useful guide as a review by using all available data in the literature about this subject. But stil there is need for prospective collabarative studies with control groups about this pathology.

LookUs & Online Makale