E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 22 (1)
Volume: 22  Issue: 1 - 2015
1.Cover

Pages I - II

KLINIK MAKALE
2.HBsAg, AntiHCV and AntiHIV Seroprevalence in Young College Students
Aynur Atilla, Esmeray Mutlu Yılmaz, Melek Bilgin, S. Sırrı Kılıç
Pages 1 - 4
Amaç: Hepatit B tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de önemli bir sağlık sorunudur. Ülkemizin değişik coğrafi bölgelerinden gelen Yüksekokul öğrencisi genç erişkinlerdeki HBsAg, AntiHCV ve AntiHIV seroprevalansının tespit edilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Sağlık taraması nedeniyle hastanemize başvuran 18-22 (median:20) yaşları arasında toplam 1000 yüksekokul öğrencisinde HBsAg, AntiHCV ve AntiHIV testleri kemilüminesan yöntemiyle çalışılmıştır. Bulgular: Öğrencilerin 548’i (%55) erkek, 452’si bayan (%45) idi, HBsAg 6 kişide (%0,60) pozitif olarak saptandı. Bunlardan 5’i erkek 1’i bayan idi. HBsAg pozitif öğrencilerin 2’si Güneydoğu Anadolu bölgesinden, 2’si İç Anadolu bölgesinden, 1’i Doğu Anadolu bölgesinden, 1’i ise Ege bölgesinden idi. Başvuran tüm öğrencilerde AntiHCV ve AntiHIV negatif bulundu. Sonuç: Bu çalışmada genç erişkinlerde yapılan sağlık taramasında HBsAg pozitifliği Türkiye’de önceki yıllarda yapılan çalışmalara göre düşük, son yıllarda yapılan genç erişkin çalışmalarına benzer bulunmuş, AntiHCV ve AntiHIV pozitifliğine rastlanmamıştır. Öğrenciler Türkiye’nin değişik bölgelerinden geldiği için sonuçlar bölgesel verileri yansıtması açısından önemlidir.
Aim: Hepatitis B is a major health problem in our country as well as in the world. We aimed to investigate HBsAg, AntiHCV ve AntiHIV seroprevalence in young college students who admitted from geographically different locations of our country. Methods: HBsAg, AntiHCV ve AntiHIV tests by chemilluminesence method were obtained from a total of 1000 college students admitted for routine check-up who were between 18-22(median:20) years. Results: Of patients, 548 were male (55%) and 452 were female (45%). HBsAg was positive in 6 people (0.60%). Of these, 2 were from Southeastern Anatolian, 2 from Central Anatolian, 1 from Eastern Anatolian and 1 from Aegean regions respectively. No AntiHCV or AntiHIV seropositivity was detected. Conclusion: We found HBsAg positivity rates lower than previous studies and similar to those recent studies, as well as did not detect AntiHCV and AntiHIV. Because admitted students come from different locations of Turkey, our findings are considerable as reflecting regional data.

3.The Effect of Glutamine Supplements on Quality of Life in Head and Neck Cancer Patients Who Received Radiotherapy
Ahmet Çinkaya, Cenk Umay, Sedat Turkan
Pages 5 - 9
Amaç: Baş boyun kanserlerinde kombine tedavi şemalarının yaygın olarak kullanılmaya başlanması ile tedavi sırasında ve sonrasında görülen yan etkiler ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Yan etkiler total doz, fraksiyon dozu, tedavi volümünün genişliği, total tedavi süresi,hastalığın evresi,radyoterapi veya cerrahinin uygulanma sırası ,cerrahi teknikler ve kemoterapi gibi çok sayıda faktöre bağlı olarak değişmektedir. Kliniğimizde baş boyun tümörü tanısı almış hastalarda glutamin kullanımının yaşam kalitesi üzerine etkisini incelemek amacıyla 2009 Eylül ayında prospektif bir gözlem çalışması başlatıldı. Materyal ve Yöntemler: Çalışmamızda baş boyun kanseri tanısı ile kliniğimizde glutamin 30 gr/gün kullanan primer yada postoperatif radyoterapi uygulanan, kemoterapi uygulanmayan ya da kemoterapi alan rastgele seçilen 31 olgu, gelişen erken yan etkiler açısından sorgulandı, QLQC30 ve H&N35 yaşam kalitesi anketleriyle değerlendirildi. Toksisite değerlendirilmesi RTOG/EORTC akut etki kriterlerine göre yapıldı. QLQC30 ve H&N35 yaşam kalitesi anketleri tedavi öncesinde ve tedavi sırasında haftada bir, tedaviden 1 ay sonra doktor gözleminde dolduruldu. Bulgular: Genel skorlamada global skor, fiziksel fonksiyon, ağız açma bozukluğu, kilo verme ve alma istatiksel anlamlılık bulunmadı. Ağrı, yutma güçlüğü, duyusal bozukluk, konuşma bozukluğu, diş problemleri, ağız kuruluğu, tükürük yapışkanlığı istatiksel anlamlı bulundu. Sonuç: Glutamin kullanımıyla yaşam kalitesi oranlarını arttırmayı hedefleyerek başlattığımız çalışmada istenilen sonuca ulaşılamamıştır. Sonuçların değerlendirilmesi için hasta sayımızın az olduğu düşünülmektedir. Hedeflediğimiz sonuçların gösterilebilmesi için çok hasta sayılı plasebo karşılaştırmalı prospektif randomize çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: By the common use of combined treatment for head and neck cancers, side effects during and after treatment became a serious problem. Side effects depends on numerous factors such as total dose, fraction dose, treatment volume, total treatment time, stage of disease, timing of radiotherapy and surgery, surgical techniques and chemotherapy. A prospective observational study was initiated in our clinic on patients with head and neck tumors to investigate the effect of glutamine on quality of life (QOL) in september 2009. Material and methods: Randomly selected 31 cases using glutamine 30 gr/d who underwent primary or postoperative radiotherapy or chemotherapy were included in this study. They were evaluated with QLQC30 and H & N35 QOL survey. QLQC30 and H&N35 questionnaires were filled at baseline and during treatment once a week, 1 month after treatment under physician observation. Results: There was no statistical significance in overall or global score, physical function, mouth opening impairment or weight change. Pain, difficulty swallowing, sensory disturbances, speech disorders, dental problems, dry mouth, and salivary viscosity were found to be statistically significant. Conclusion: The desired results aiming improvement in QOL could not be achieved with the use of glutamine in our study. Further placebo-comparative, prospective, and randomized studies with larger patient numbers are needed. Otherapy

4.Mean Platelet Volume as a Potential Marker for Predicting Hypoxia in Children with Adenotonsillar Hypertrophy
Şahin Ulu, Abdulkadir Bucak, Reşit Köken, Selçuk Kuzu, Abdullah Ayçiçek
Pages 10 - 13
Amaç: Adenotonsiller hipertrofi, 2-12 yaş grubundaki çocuklarda üst solunum yolu obstrüksiyonunun sık görülen bir nedenidir. Ortalama trombosit hacmi (MPV) trombosit aktivasyonu endekslerinden biridir ve trombosit üretim hızını yansıtır. Hipoksi durumlarında MPV ve trombosit üretim hızı artar. Çalışmamızda, MPV düzeyleri ile adenotonsiller hipertrofi arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Adenotonsiller hipertrofi tanısı sonrasında opere edilen 67 hasta ve 41 yaş ve cinsiyet uyumlu sağlıklı birey çalışmaya dahil edildi. Araştırılan belirteçler ve adenotonsiller hipertrofi arasında karşılaştırmalı çok değişkenli analizler yapıldı. Bulgular: Hastalar ve kontrol grubu yaş ve cinsiyet açısından benzerdi. Adenotonsiller hipertrofisi olan hastaların MPV ve trombosit dağılım genişliği (PDW) düzeyleri kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu. (p<0,001, p <0,001) sırasıyla. Sonuç: Sonuçta MPV, obstrüksiyon ve hipoksi nedeniyle birçok kardiyovasküler komplikasyona neden olabilen adenotonsiller hipertrofisini değerlendirmede klinisyenler için faydalı olabilir. Bu hastaların değerlendirilmesinde olası komplikasyonları önlemek amacıyla operasyon kararını hızlandırmak için MPV değerleri göz ardı edilmemelidir.
Objective: Adenotonsillar hypertrophy is a common cause of upper airway obstruction in children in the age group of 2-12 years. It is strongly associated with obstructive manifestations. Mean platelet volume (MPV) is one of the platelet activation markers. It reflects the platelet production rate which increases in hyopxia.We aimed to evaluate the relationship between MPV levels and adenotonsillar hypertrophy. Materials and Methods: Sixty-seven patients which were operated after the diagnosis of adenotonsillar hypertrophy and 41 age and sex matched healthy subjects were enrolled to the study. Comparative multivariate analyses between indicator factors and adenotonsillar hypertrophy were conducted. Results: Patients and control group were similar in terms of age and gender. MPV and platelet distribution width (PDW) levels of the patients with adenotonsillar hypertrophy were significantly higher than the control group (p<0,001), (p<0,001) respectively. Conclusion: As a conclusion, MPV may be helpful for the clinicians to evaluate adenotonsillar hypertrophy which may cause many cardiovascular complications due to obstruction and hypoxia. We should not overlook MPV values while evaluating these patients because it may speed up operation decision to prevent its complications.

5.Intestinal Invagination in adults; Diagnosis and Surgical Treatment
Abbas Aras, Cevher Akarsu, Murat Çikot, Ali Kocataş, Halil Alış
Pages 14 - 18
Amaç: İnvajinasyon proksimaldeki barsak segmentinin dis¬tal segment içerisine girmesi ile karakterize bir klinik tablodur. Çalışmanın amacı, erişkin invajinasyon hastalarında tanı yöntemleri ve cerrahi tedavi deneyimlerimizi paylaşmaktır. Gereç ve Yöntem: Genel cerrahi kliniğinde 2008-2013 tarihleri arasında invajinasyon tanısıyla ameliyat edilen erişkin 12 hastanın dosyaları; yaş, cinsiyet, bulgular, tanı yöntemleri, invajinasyon tipi, uygulanan ameliyat yöntemleri ve invajinasyona sebep olan patoloji açısından incelendi. Bulgular: Hastaların 8’i (%66.7) erkek, 4’ü (%33.3) kadın, yaş ortalamaları 42 (16-68 yıl) idi. Başvuruda en sık yakınmalar; karın ağrısı, bulantı, kusma ve gaz-gaita çıkaramama idi. Ultrasonografinin doğru tanı koyma oranı %54.5, bilgisayarlı tomografinin ise %100 olarak bulundu. İnvajinasyonların 7’si enteroenteral (%58.3), 5’i ise ileokolik (%41.7) tipteydi. Hastaların hepsine cerrahi ile tedavi uygulandı. Hastaların 7’sinde (%58.3) tümoral oluşum saptandı, bu tümörlerin 1’i(%14.3) malign ve 6’sı (%85.7) benign olarak rapor edildi. Hastaların 5’inde (%41.7) ise bir patoloji saptanmadı. Hastaların hiçbirisinde mortalite görülmedi. Sonuç: Erişkinlerde intestinal invajinasyon nadir olup klinik bulguları nonspesifiktir. Bu nedenle tanısı zordur. Tanı ve tedavide gecikme, hastanın hayatını tehlikeye sokan perforasyon ve diğer önemli morbiditelere sebep olabilir. Karın ağrısı ile acil polikliniğine müracaat eden hastalarda yapılan muayene ve rutin tetkikler ile karın ağrısının sebebi ortaya konamayan durumlarda invajinasyon olabileceği düşünülmelidir. Bilgisayarlı tomografi, yüksek doğruluk oranı ile yol göstericidir. Erişkinlerde görülen invajinasyonların tedavisi cerrahi rezeksiyondur.
Aim: Invagination is a manifestation which is characterized by the telescoping of a proximal segment of the gastrointestinal tract into a distal segment. The aim of this study is to share our experiences of surgical treatment and diagnostic methods. Methods and Materials: The cases of 12 adult patients who underwent an operation in our general surgery clinic due to the diagnosis of invagination between 2008 and 2013 were evaluated in terms of age, gender, results, and diagnostic methods, the type of invagination, surgical methods, and the pathological causes of the invagination. Results: Of the patients with a median age of 42 (16-68), 8 (66.7%) were male and 4 (33.3 %) were female. The most common symptoms at admission to hospital were abdominal pain, nausea, vomiting, and constipation. Diagnostic accuracy of ultrasound imaging was 54.5 % and of computed tomography was 100 %. There were 7 (58.3%) enteroenteric and 5 (41.7%) ileocolic invagination. All the patients were treated through surgery. In 7 patients, a tumor formation was detected; 1 (14.3%) of them was malignant and 6 (85.7%) were benign. In 5 patients, there was not any pathology. There was no mortality. Conclusion: Intestinal invagination in adults is a rare condition with non-specific clinical signs. Thus it is difficult to diagnose. A delay in diagnosis and treatment may cause life-threatening perforations and other significant morbidities. For the patients who are admitted with an abdominal pain into the emergency service, if physical examination and routine tests fail to identify the cause of the abdominal pain, a possibility of invagination should be taken into consideration. Computed tomography is instructive due to its high diagnostic accuracy. Intestinal invagination in adults is treated through surgical resection.

6.Performance of Ablation and Re-Ablation Therapy in Patients with Differential Thyroid Cancer
Tarık Şengöz, Erdem Sürücü, Yusuf Demir, Erkan Derebek
Pages 19 - 24
Amaç: Diferansiye tiroid kanseri tanısı almış ve I-131 ablasyon tedavisi verilmiş ancak ablasyon tedavisi başarısız olan hastalarda, ikinci ve üçüncü ablasyon tedavilerinin başarısı araştırılmıştır. Yöntem: Temmuz 2007-Eylül 2009 tarihleri arasında kliniğimize (Radyonüklid Tedavi Polikliniği’ne) başvuran, diferansiye tiroid karsinomu tanısı almış, total/totale yakın tiroidektomi yapılmış ve I-131 ablasyon tedavisi alan ve çalışma süresi içinde en az 6. ay kontrollerine gelen tüm hastalar değerlendirmeye alındı. Hasta dosyaları retrospektif olarak tarandı. Hastaların 6. ay I-131 TVT görüntülerinde tiroid lojunda rezidü saptanmayan hastalar ‘ablasyon başarılı’, rezidü saptanan hastalar ise ‘ablasyon başarısız’ olarak kabul edildi. Bulgular: Çalışmada diferansiye tiroid karsinom tanılı 191 hasta değerlendirildi. 3 doz sonrası ablasyon başarıları sırasıyla %74.3, %75 ve %100 bulundu. Reablasyon dozu sonrası tedavi başarısı ile hastaya ve hastalığa ait faktörler arasında herhangi bir ilişki saptanmadı. Tg ortalaması “ablasyon başarısız” grupta, “ablasyon başarılı” gruptan anlamlı olarak yüksek bulunmuştur (p<0,005). Sonuç: İkinci ablasyon dozu verilen olgularda beklenen yüksek tedavi başarısı, stunning etkisine bağlı olarak elde edilememiş olabilir. Ayrıca Tg değeri arttıkça reablasyon başarısının düştüğü gözlenmiştir.
Aim: To investigate the success of ablation and re-ablation therapy in patients with differential thyroid cancer who have failed with the first I-131 ablation therapy. Method: All of the patients with differential thyroid cancer who had undergone total or near-total thyroidectomy and who were referred for I-131 ablation therapy to the Nuclear Medicine Department between July 2007 and September 2009 were included. The patients had at least sixth months of follow-up. The patients’ records were evaluated retrospectively. The presence of residual thyroid activity on the 6th month diagnostic I-131 WBS image was accepted as “successful ablation” and the absence of residual thyroid activity was accepted as “unsuccessful ablation”. Results: 191 patients with differential thyroid cancer were assessed in this study. The overall success rate of the first, second and third ablation therapy was found as 74.3%, 75% and 100% respectively. There was no significant correlation between the patients' disease related factors and dosage of I-131 therapy. The average Tg value in group of “successful ablation” was found significantly higher than the group of “unsuccessful ablation” (p<0,005). Discussion: The expected higher rates in success of ablation therapy in patients with re-ablation cannot be obtained due to the effect of stunning. Furthermore, when Tg levels increased, it was observed that the success of ablation therapy decreased.

7.The Addition of Dexamethasone to Ondansetron for Treatment of Postoperative Nausea and Vomiting Following Day-Case Lumbar Microdiscectomy
Işıl Davarcı, Kasım Tuzcu, Sedat Hakimoğlu, Murat Karcıoğlu, Mustafa Aras, Selim Turhanoğlu
Pages 25 - 33
Amaç: Çalışmamızda, deksametazonun ondansetronla kombinasyonunun lomber mikrodiskektomilerde postoperatif bulantı kusmayı (POBK) önlemedeki etkinliklerini karşılaştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Günübirlik mikrodiskektomi operasyonu uygulanacak American Society of Anesthesiologists (ASA) I-II, 60 hasta rastgele 3 gruba ayrıldı: grup D; 8mg deksametazon, grup O; 4mg ondansetron, grup P; 8mg deksametazon ve 4mg ondansetron. Postoperatif bulantı ve kusma ve ağrı sıklığı ile antiemetik ve analjezik ihtiyaçları cerrahi sonrasında 3-12 ve 24. saatlerde değerlendirildi. Bulgular: Postoperatif ilk 3 saatte bulantı insidansı grup D ve grup O’ya kıyasla grup P’de anlamlı olarak azalmıştı (p<0.046 ve p<0.021, sırasıyla). Bu dönemde ilave antiemetik kullanımı, grup P’de grup D ve grup O’ya kıyasla anlamlı olarak azalmıştı (p<0.030 ve p<0.023, sırasıyla). Çalışmamızda; kadın cinsiyet, sigara içmeme, POBK veya taşıt tutma hikâyesi POBK’nın tahmininde anlamlı risk faktörleriydi. Oral su/gıda alma zamanı ve taburcu olma süreleri diğer gruplara kıyasla grup P’de anlamlı olarak azalmışken (p<0.012, p<0.003 ve p<0.005, p<0.007, sırasıyla), POBK görülen hastalarda ise anlamlı olarak artmıştı (p<0.007 ve p<0.029, sırasıyla). Sonuç: Günübirlik lomber mikrodiskektomilerde deksametazonun ondansetronla kombinasyonu antiemetik etkinliği arttırarak hastaların daha erken oral su/gıda almalarını ve daha erken taburcu olmalarını sağlamıştır.
Objevtive: The aim of this study was to determine the effect of the combination of dexamethasone with ondansetron on postoperative nausea and vomiting (PONV) in patients undergoing lumbar microdiscectomy. Methods: ASA I–II, sixty patients undergoing day-case lumbar microdiscectomy were randomized into three groups: group D; (n=20) 8 mg dexamethasone, group O; (n=20) 4 mg ondansetron and group P; (n=20) 8 mg dexamethasone-4 mg ondansetron. The incidence of PONV and pain, the needs of antiemetics and analgesic were recorded 3-12 and 24th hours postoperatively. Results: The incidence of postoperative nausea in the first 3 hours was shorter in group P compared with group D and group O (p<0.046 and p<0.021, respectively). During this period, rescue antiemetic use was significantly decreased in group P compared with group D and group O (p<0.030 and p<0.023, respectively). Female gender, nonsmoking, history of motion sickness or PONV were risk factors for PONV. The oral water/nutrition intake and discharge time in group P was significantly decreased compared with the other groups (p<0.012, p<0.003 and p<0.005, p<0.007, respectively). It was significantly increased in patients who experienced PONV (p<0.007 and p<0.029, respectively). Conclusion: The combination of dexamethasone with ondasetron provided earlier oral water/nutrition intake and earlier discharge time by significantly increasing the antiemetic effectiveness.

8.The Knowledge and Beliefs of Guidance Counselors About Attention Deficit and Hyperactivity Disorder (ADHD)
Şeref Şimşek, Veli Yıldırım, Recep Bostan
Pages 34 - 40
Amaç: Psikolojik danışmalık ve rehberlik (PDR) öğretmenlerinin, dikkat eksikliği/ hiperaktivite bozukluğu (DEHB) hakkındaki bilgi ve inançlarının öğrenilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: PDR öğretmenleri için, DEHB hakkında daha önce bu konuda yapılan çalışmalar gözden geçirilerek yarı yapılandırılmış anket düzenlenmiştir. DEHB konulu seminer öncesinde öğretmenlere anket verilmiştir. Anket içeriğindeki sorular gruplar halinde olup istedikleri kadar şık işaretleyebilecekleri sözel ve yazılı olarak açıklanmıştır. Sonuçlar: Gönüllü olan 192 öğretmen anketi doldurmuştur. Öğretmenlerin yaş ortalaması 28.03±4.99 ve sorumlu olduğu öğrenci ortalaması 985.22±840.62 olarak tespit edilmiştir. Öğretmenlerin 92’si (%48.2) kadın, 99’u (%51.8) erkektir. Öğretmenlerin yaklaşık olarak yarısı (%52.4) DEHB sıklığının %3-9 arasında olduğunu belirtmektedir. Öğretmenlerin 60’ı (%31.4) bulguların tamamen düzeldiğini, 31’i (%16.2) bulguların aynen devam ettiğini ve 10’u ise (%5.2) gittikçe kötüleştiğini belirtmektedir. Öğretmenlerin yaklaşık olarak üçte ikisi (%62.8) DEHB’nin genetik geçişli bir hastalık olduğunu bildirmektedir. Öğretmenlerin 113’ü (%59.2) birleşik tip, 58’i (%30.4) hareketlilik ve dürtüselliğin önde geldiği alt tipi, 36’sı (%18.8) dikkatsizliğin önde geldiği alt tipi olduğunu belirtmektedir. Öğretmenlerin 86’sı (%45) her zekâ düzeyi çocukta DEHB görülebileceğini, 61’i (%31.9) ise normal düzeyde zekâya sahip çocukta görülebileceğini vurgulamıştır. Tartışma: Bir PDR öğretmeni başına düşen ortalama öğrenci sayısı oldukça yüksek olmasına rağmen psikiyatrik ilaç kullanan öğrenci sayısının az bildirilmiş olması dikkat çekmektedir. Ayrıca DEHB’nin tedavisi, çocuğun zeka düzeyi vb bazı konularda PDR öğretmenlerinin bilimsel bulgularla çelişen bilgi ve inançlara sahip oldukları tespit edilmiştir. Bu sebeple çocuk ve ergen psikiyatri uzmanının PDR öğretmenleriyle dönemsel olarak bir araya gelmesi, yanlış bilgi ve inançların düzelmesinde fayda sağlayacaktır.
Objectives: The aim of the current study was to determine the knowledge and beliefs of guidance counselors about attention deficit and hyperactivity disorder (ADHD). Methods: Guidance counselors were given a questionnaire prior to the seminar on ADHD. A semi-structured questionnaire on ADHD was prepared for guidance counselors, after reviewing the previous studies on this topic. The content of the questionnaire form was divided into groups and participants were informed verbally and in writing that they were free to choose as many options as they wished. Results: One hundred ninety-two voluntary guidance counselors participated in the survey. The average age of the guidance counselors was 28.03±4.99 years and the average number of students they were responsible for was 985.22±840.62. The number of female guidance counselors was 92 (48.2%), while the number of male participants was 99 (51.8%). Almost half of the participating counselors (52.4%) mentioned that the frequency of ADHD was between 3% and 9%. Sixty guidance counselors (31.4%) stated that the findings completely improved, while 31 of them (16.2%) stated that the findings remained the same and 10 of them (5.2%) stated that the findings declined over time. Approximately two-thirds (62.8%) of the guidance counselors reported that ADHD was a genetically inherited disorder. Discussions: It is conspicuous that the number of students using psychiatric medication was quite low, although the average number of students per guidance counselor was rather high. Moreover, it was determined that guidance counselors had beliefs and knowledge that contrasted with the scientific findings on certain topics such as the treatment of ADHD and the intelligence level of the child. Therefore, the researchers believe that periodical meetings of the child and adolescent psychiatrists with the guidance counselors would contribute to the correction of false knowledge and beliefs.

OLGU SUNUMU
9.Case Report of Chronic Renal Failure due to a Giant Primary Retrovesical Hydatid Cyst
Ahmet Murat Bayraktar, Sedat Taştemur, Mehmet Emin Şirin, Erkan Ölçücüoğlu, Levent Özdal
Pages 41 - 43
Kist hidatik en sık karaciğer ve akciğer gibi organları etkileyen endemik zoonotik bir hastalıktır. İzole olarak retrovezikal alanın tutulumu çok nadirdir. Bu yazıda primer retrovezikal kist hidatiğe bağlı obstruktif üropati gelişen ve buna bağlı olarak kronik böbrek yetmezliği gelişen 35 yaşındaki erkek vakayı raporladık. Ultrasonografi ve abdominal tomografi kist hidatik hakkında şüphe uyandırsa da kesin tanıyı laparotomi sonrası koyduk. Total kisto-perikistektomi ideal tedavi yöntemi olsa da bizim vakamız gibi yüksek riskli vakalarda parsiyel kistektomi koruyucu önlemler alındıktan sonra kabul edilebilir bir tedavi yöntemidir.
Hydatid cyst is an endemic zoonotic disease that most frequently affect organs like the liver and the lung. Isolated involvement of retrovesical region is extraordinary. In this paper, we reported a 35-year-old case in whom chronic renal disease had occurred as a result of obstructive uropathy secondary to primary retrovesical hydatid cyst. Although ultrasonography and abdominal tomography aroused suspicion about the presence of hydatid cyst, we made the definitive diagnosis after laparatomy. Keeping in mind that total cysto-pericystectomy is the ideal method in such high-risk cases as ours, partial cystectomy is also another method, provided that protective precautions have been taken.

10.Measles Infection in a Pregnant Patient: Case Report
Aysel Sünnetçioğlu, Sevdegül Karadaş, Osman Menteş
Pages 44 - 46
Kızamık, kızamık virüsünün neden olduğu akut, ateşli, çok bulaşıcı, döküntülü, akut dönemde pnömoni, otitis media gibi komplikasyonlara geç dönem ensefalit gibi öldürücü sekellere yol açan bir hastalıktır. Özellikle aşısı olmayan ya da yeterli bağışıklık düzeyi gelişmeyen kişilerde görülür. Enfeksiyon zincirini kırabilmek için %94 aşılanma oranına ulaşmak gerekmektedir. İnfantlarda ve yetişkinlerde ciddi komplikasyonların riski yüksektir. Ölümlerin yaklaşık %60'ından sorumlu olan pnömoni genç hastalarda daha yaygındır. Burada altta yatan bir hastalığı ya da immün baskılanması olmayan kızamık tanısı alan erişkin bir olgu sunuldu. Bu olgu ile ülkemizde etkin bir aşılama programının sağlanmadığı ve kızamığın ayırıcı tanıda düşünülmesinin vurgulanması amaçlanmıştır.
Measles is a disease caused by the virus of measles that leads to the complications such as acute, febrile, highly contagious, rash, pneumonia, otitis media in acute period and fatal sequelae such as late encephalitis. It is seen especially in those who are not vaccinated or do not develop the level of sufficient immunity. In order to be able to break the chain of infection, it is necessary to achieve 94% of the immunisation rate. The risk of serious complications is high in infants and adults. Pneumonia, which is responsible for approximately 60% of the deaths is more common in young patients. An adult case with the diagnosis of measles but without an underlying disease or immune suppression was presented here. It was emphasized that an effective vaccination program was not provided with this case in our country and it was aimed to think about the measles in the differential diagnosis.

11.Bladder Tumor Filling Cavity: Case Report
Ercan Öğreden, Erdal Benli
Pages 47 - 49
Mesane tümörünün tedavisinde ve tanıyı belirlemede transüretral rezeksiyon altın standart yöntem olmaya devam etmektedir. Transüretral rezeksiyon, gerek tümörün rezeke edilerek temizlenmesinde gerekse patolojik tanıda, evrelemede, prognozu belirlemede ve ek tedavi seçeneklerini oluşturmada yararlıdır. Ek tedaviyi planlamada, patolojik ve radyolojik evreleme önemlidir. Ancak kas invazyonu olmayan, yüzeyel mesane tümöründe tümörü yükünden bağımsız olarak tümör rezeksiyonu asıl tedavi seçeneğidir. Burada makroskopik hematüri yakınması ile gelen, radyolojik olarak tanı almış, tümör hacmi oldukça fazla olan bir olgu güncel litaratür eşliğinde tartışılmıştır.
Transurethral resection of bladder tumor treatment and determining the diagnosis continues to be the gold standard method. Transurethral resection of the tumor was resected and the need for cleaning both the pathological diagnosis, staging and determining prognosis and is useful for creating additional treatment options. Additional treatment planning, pathologic and radiologic staging is important. However, non-muscle-invasive superficial bladder tumor resection of the tumor, the tumor burden independently of the main treatment option. Here come with macroscopic hematuria, diagnosed radiographically, which is pretty much a case of tumor volume was discussed with the current literature ıncludes.

12.The Coexistence of Peripheral T-Cell Lymphoma and Immune Thrombocytopenia; A Case Report
Senar Ebinç, Aysel Sünnetçioğlu, Cengiz Demir, İsmail Acar, Ramazan Esen
Pages 50 - 53
Hodgkin dışı lenfomaların seyrinde otoimmün trombositopeni karşılaşılan bir durumdur. Ancak remisyonda olan olgularda trombositopeni beklenen bir durum değildir. Biz remisyonda olan ve tedavisi sürmekte olan periferik T hücreli lenfomalı bir olgumuzda tedavi ve/veya trombosit transfüzyonu sonrası gelişen ve intravenöz immünglobulin tedavisine yanıt veren immün trombositopeni olgumuzu sizlerle paylaşmak istedik.
Autoimmune thrombocytopenia is encountered in the course of Non-Hodgkin's lymphoma. But the situation thrombocytopenia is not expected in patients who are in remission. We reported a case of peripheral T-cell lymphoma in remission that developed responsive immune thrombocytopenia during ongoing treatment and/or platelet transfusions and intravenous immunoglobulin therapy.

13.Giant Submental Epidermoid Cyst: A Case Report
Abdulkadir Bucak, Şahin Ulu, Emre Kaçar, Hüseyin Işıklı, Abdullah Ayçiçek
Pages 54 - 57
Epidermoid kistler ektoderm kaynaklı benign inkluzyon kistleri olup, baş-boyun bölgesinde çok nadir olarak karşımıza çıkarlar. Baş-boyun bölgesinde ençok submental bölgede yerleşiktir. Genellikle yavaş büyüyen ağrısız kitle olarak kendilerini gösterir ve dev denilebilecek boyutlara gelmiş olabilirler. Ağız tabanında yerleşik oldukça büyük boyutlara ulaşmış epidermoid kist, hastaların çoğunda solunum, yutma ve konuşmada ciddi problemlere neden olabilir. Bu makalede ağız tabanında yerleşik, oldukça büyük boyutlara gelmiş epidermoid kist nedeniyle opere edilen olgu sunuldu.
Epidermoid cysts are those benign inclusion cysts and can rarely occur in the head and neck region. Majority of them occur in submental area. Clinically, these lesions present as slow-growing and painless mass and can reach giant dimension. Difficulty in breathing, speaking and eating are seen in most of the patients. We presented a case of giant epidermoid cyst operated by using submental approach in the floor of the mouth.

14.Calvarial Primary Intradiploic Meningioma: A Case Report
Bekir Akgün, Hakan Çakın, Sait Öztürk, Metin Kaplan
Pages 58 - 61
36 yaşında erkek hasta, yaklaşık iki yıldır başının sağ üst bölümünde oluşan, gittikçe büyüyen ve ağrısız şişkinlik nedeniyle başvurdu. Yirmi yıl önce geçirilmiş kafa travması öyküsü vardı. Nörolojik muayenesi doğaldı. Fizik muayenede; sağ frontoparyietal bölgede sert, immobil lezyon saptandı. Radyolojik incelemelerde sağ frontopariyetal bölgede, intradiploik alanda, osteoblastik ve ekspansif kalvaryal kitle izlendi. Hiperostotik lezyon cerrahide total olarak çıkarıldı. Dura materde infiltrasyon gözlenmedi. Kalvaryal rekonstrüksiyon yapıldı. Histopatolojik inceleme sonucunda “atipik menengiom” rapor edildi. Primer intraosseöz (intradiploik) menengiomlar, ekstradural menengiomların bir çeşitidir. İntrakranial menengiomalar ile kıyaslandığında oldukça nadir görülürler. Sunduğumuz olgu eşliğinde primer intradiploik menengiomaların etyolojisini, klinik ve radyolojik özelliklerini, ayırıcı tanısını ve tedavi modalitelerini literatür ışığında tartıştık.
36 year-old male patient was admitted with gradually growing and pain-free swelling which persisted for approximately 2 years on the upper right side of the head. The patient had a history of head trauma 20 years ago. Patient’s neurological examination was normal. Physical examination revealed a hard and immobile lesion on the right frontoparietal region. Radiological images showed an osteoblastic and expansile calvarial lesion in the intradiploic space on the right frontoparietal region. The hyperostotic lesion was removed totally in the surgery. No infiltration was observed over the dura mater. Calvarial reconstruction was performed. “Atypical meningioma” was reported after histopathological examination. Primary intraosseus (intradiploic) meningiomas constitute a type of extradural meningiomas. They are quite rare compared with intracranial meningiomas. In the light of literature, we have discussed the etiology, clinical and radiological features, differential diagnosis and treatment modalities of primary intradiploic meningiomas by the presentation of this case.

DERLEME
15.Clinical Evaluation of the Joints of Patients with Hemophilia: Review Article
Seyyid Şerif Ünsal, Abdurrahim Gözen, Mehmet Ata Gökalp
Pages 62 - 65
Hemofili pıhtılaşma faktörlerinin eksikliği sonucu hemartroz ve artropatiye neden olabilen ciddi bir hastalıktır. Tekrarlayan eklem içi kanamalar sinoviyal dokuda proliferasyon ve inflamasyona (hemofilik sinovit) neden olur ve bu da hastaların hayat kalitesini önemli derecede etkileyen eklem hareket kısıtlığı ve şiddetli ağrıya neden olan ileri derecede eklem harabiyetine (hemofilik artropati) neden olur. Çoğunlukla zamanında yapılan tedavi morbiditenin azalmasını sağlar.
Hemophilia is a serious disease of congenital coagulation factor deficiency and may cause arthropathy by hemarthrosis. Recurrent joint bleeding causes synovial proliferation and inflammation (haemophilic synovitis) that contribute to end-stage degeneration (haemophilic arthropathy); with pain and limitation of motion severely affecting patients’ quality of life. A proper and timely treatment can decrease morbidity in patients.

EDITÖRE MEKTUP
16.
Ventilatör İlişkili Pnömoni Etkenleri
Yusuf Emrah Eyi, Adem Parlak
Page 66
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale