E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 18 (2)
Volume: 18  Issue: 2 - 2011
KLINIK MAKALE
1.The Effect of Steroid Treatment on Carnitine Levels
Naci Topaloğlu, Zübeyde Gündüz
Pages 61 - 67
Karnitin eksikliğinde yağlanma ve ilerleyici kas zayıflığı ortaya çıkmaktadır. Bu çalışmada uzun süre verilen prednizolon tedavisinin vücut sıvıları ve dokulardaki serbest karnitin konsantrasyonları üzerine etkileri araştırıldı. Çalışmada erişkin dişi Wistar-Albino sıçanlar kullanıldı ve 4 gruba ayrıldı. Grup I (n=8)’e 15 ve grup III (n=9)’e 30 gün süreyle oral 2 mg/kg/gün dozundaki prednizolona eşdeğer metilprednizolon, grup II (n=8)’e 15 gün, grup IV (n=10)’e 30 gün süreyle plasebo verildi. Serum serbest karnitin düzeyi, karaciğer, kalp ve iskelet kası doku serbest karnitin düzeyleri için grup I ve II’den 15. günde, grup III ve IV’den 30. günde kan örnekleri ve dekapitasyonu takiben karaciğer, kalp kası ve biceps femoris kasından doku örnekleri alındı. Steroid tedavisi verilen sıçanlar ile kontrol sıçanların idrar, serum, kalp ve iskelet kası serbest karnitin konsantrasyonları açısından fark tespit edilemedi (p>0,05). Buna karşılık 15 gün süreyle prednizolon tedavisi verilen sıçanların karaciğer doku karnitin konsantrasyonları grup II ve III’den düşük bulundu ( p<0,05). Bu bulgulara göre prednizolon tedavisinin erken dönemde karaciğer dokusu serbest karnitin konsantrasyonlarını düşürdüğü, buna karşılık tedavinin ileri döneminde vücut sıvıları ve dokularındaki serbest karnitin konsantrasyonlarını etkilemediği sonucuna varıldı.
Carnitine deficiency causes fatty liver and progressive muscle weakness. We evaluated the effect of long-term prednisolone treatment on free carnitine concentrations in body fluids and tissues. The female Wistar Albino rats were used in the study and were devided into four groups. Prednisolone was administered (2 mg/kg/d) orally for 15 days and 30 days to group I (n=8) and group III (n=9), respectively. Placebo was administered orally for 15 days and 30 days to group II (n=8) and group IV (n=10), respectively. Blood samples were obtained from abdominal aorta on day 15 in groups I and II, on day 30 in groups III and IV. Liver, heart muscle and skeletal muscle samples were also obtained on day 15 in groups I and II, on day 30 in groups III and IV following decapitation. Free carnitine concentrations of urine, serum, heart muscle, skeletal muscle were similar in all four groups (p>0.05). However, the free carnitine concentrations of liver in group I were significantly reduced as compared with groups II and III (p<0.05). The findings suggest that the long term prednisolone treatment reduced free carnitine concentration of liver tissue in early period of the treatment and this effect of prednisolone abolished in late period of treatment.

2.The Status of Family Planning Method Use in Women At The End of the Postpartum Six Months
Ayten Şentürk Erenel, Tülay Kavlak, Banu Bingöl
Pages 68 - 76
Amaç: Bu çalışma kadınların doğum sonrası ilk altı ayda kullandıkları aile planlaması (AP) yöntemlerinin belirlenmesi amacıyla yapılmıştır. Materyal ve Method: Araştırma kadınların doğum sonrası ilk altı ayda kullandıkları AP yöntemlerinin belirlenmesi amacıyla tanımlayıcı olarak yapılmıştır. Örneklem, doğum sonrası ilk altı ayını tamamlayan, araştırmaya katılmaya gönüllü 230 kadından oluşturulmuştur. Veriler telefon görüşmeleri yoluyla toplanmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde istatistiksel çözümleme yöntemi olarak ki-kare testi ve yüzdelik kullanılmıştır. Bulgular: Kadınların %85.7’sinin gebelik öncesi dönemde aile planlaması hakkında bilgisi vardır. Bilgi kaynakları arasında %40.9 ile medya ilk sırada bulunmaktadır. Kadınların %72.6’sı gebelik öncesi dönemde herhangi bir yöntem kullanmıştır. Kadınların hemen hemen tamamının doğum sonrası ilk altı ay sonunda yöntem kullandığı belirlenmiştir (% 94.3). Doğum öncesi ve doğum sonrası dönemde kondom (sırasıyla % 31.7 ve %42.0) en fazla tercih edilen yöntem olmasına rağmen ikinci sırada geleneksel bir yöntem olan geri çekme yöntemi bulunmaktadır(sırasıyla %16.1 ve %26.7). Doğum sonrası dönemde kullanılan yöntemi seçme nedenleri arasında ilk sırada %21.6 ile yan etkisinin olmaması bulunmaktadır. Kadınların doğum sonrası ilk altı ayda yöntem kullanma durumunun eğitim düzeyi, yaş, gebeliğin planlı olma durumu ve doğum şeklinden etkilenmediği (p>0.05), buna karşın gebelik öncesi dönemde yöntem kullanma durumundan etkilendiği belirlenmiştir (p<0.05). Sonuç: Doğum sonrası dönemde etkili AP yöntemi kullanılması kadın sağlığı bakımından önemlidir. AP yöntemi kullanımını artırmak için, özellikle doğum sonrası kliniklerinde çalışan sağlık personeli tarafından verilen danışmanlığın daha etkili yapılması gerektiği söylenebilir.
Aim: This resarch was conducted to determine family planning methods used by women during the first six months of the post partum period. Material-Methods: This resarch was conducted as descriptively to determine family planning methods used by women at the end of the post partum six months. Sample of the study was consisted of 230 voluntarily participating women who were at the end of the postpartum six months. Data were collected by phone call. X² test, Fisher Exact test and percentages, have been used as statistical analysis method for evaluating the data. Results: Of all the women in the resarch 85.7% had been informed about family planning methods before pregnancy. Among sources of information, media were in the first place with 40.9%. 72.6% of women had used one of the contraceptive methods before pregnancy period. It is determined that almost all of the women had used a contraceptive method at the end of the first post partum six months ( 94.3%). Although using condom was the most preferred method, (respectively 31.7 % and 42.0 %) withdrawal was second frequently used method during pre pregnancy period and post partum six months (respectively 16.1% and 26.7%). Having no side effects was the first reason for the methods prefered. It is determined that usage of contraceptive methods during post partum six months is not affected by education level, age, planned pregnancy and type of birth (p>0.05). On the other hand, it is affected during the period before pregnancy (p<0.05). Conclusion: Using family planning methods in the postpartum period is important for the health and health promotion of women. It can be said that, family planning counseling must be done most effectively especially being given by post partum clinic’s personel, in order to increase the usage of family plannig method.

3.Outcomes Of Very Low Birth Weight Infants Followed In Neonatal Intensive Care Unit Of Van Maternity And Children’s Hospital
Özmert M.A. Özdemir, Nurdan Yıldırım, Liya Alkılıç, Fulya Adalı, Şenay Yener Öztürk
Pages 77 - 82
Amaç: Bu çalışmada Şubat 2009-Şubat 2010 yılları arasında yenidoğan yoğun bakım ünitemizde izlenen, doğumda vücut ağırlıkları ?1500 gr olan bebeklerin mortalite ve morbidite oranlarının değerlendirilmesi amaçlandı. Yöntem: Toplam 148 çok düşük doğum ağırlıklı (ÇDDA) bebeğin verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya alınan hastaların %52.7’si (n=78) kız, %47.3’ü (n=70) erkekti. Ortalama doğum ağırlığı 1280±273 (460-1500) gr, ortalama gestasyon yaşı 28.8±2.4 (23-37) haftaydı. Olguların %44.6’sı ?28 hafta, %18.2’si ?1000 gr idi. En önemli maternal risk faktörleri sırasıyla; anne yaşı <20 ve >35 (%30.4), gebelik sayısı ?5 (%19.6), çoğul gebelik (%18.9) ve erken membran rüptürü (>24 saat, %10.1) olarak saptandı. Mortalite oranı %29.1 olup, erkeklerde kızlardan daha yüksekti (%62.8, %37.2). Olgularda %50.7 yenidoğanın geçici takipnesi, %41.2 respiratuar distres sendromu (RDS), %22.2 intraventriküler kanama (İVK), %16.9 sepsis, %6.1 kronik akciğer hastalığı, %2.7 nekrotizan enterokolit ve %2 prematüre retinopatisi gelişti. Başlıca ölüm nedeni aşırı prematürelik ve bununla ilişkili RDS (%76.7), aşırı düşük doğum ağırlığı (%46.5), İVK (%46.5) ve sepsis (%37.2) olarak saptandı. Sonuç: Bu çalışmada ÇDDA’lı bebeklerde mortalite oranı gelişmiş ülkelerin oranlarından yüksek, ancak ülkemizdeki oranlara benzerdi. Yüksek olan mortalite oranımızın nedeni sosyo-kültürel düzey düşüklüğüne, gebelik takibinin iyi olmamasına, diğer hastanelerin yenidoğan bakım şartlarının yetersizliği ve uygunsuz hasta transport koşullarına bağlı olduğu düşünülmektedir.
Purpose: The aim of this study was to determine mortality and morbidity-rates for infants weighting ?1500 g, admitted to the neonatal-intensive-care-unit of our hospital between February 2009 and 2010. Materials and Methods: The charts of 148 very-low-birth-weight (VLBW) infants were evaluated retrospectively. Results: Of the patients, 52.7% were female (n:78), and 47.3% were male (n:70). The mean-gestational-age and birth-weight were 28.8±2.4 (23-37) weeks and 1280±273 (460-1500) g, respectively. 44.6% of infants were ?28 gestational-weeks, 18.2% of them had ?1000 g birthweight. The most important maternal-risk-factors were maternal-age (<20 and >35 years-old, 30.4%), multiple-birth (?5, 19.6%), multiple-pregnancy (18.9%), and premature-rupture of membranes (>24 h, 10.1%). The mortality-rate was 29.1% and it was greater for the male than the female infants (62.8% vs 37.2%). The rates of transient-tachipnea of newborn, respiratory-distress-syndrome (RDS), intracranial-hemorrhage (ICH), sepsis, chronic-lung-disease, necrotizing-enterocolitis and retinopathy of prematurity were 50.7%, 41.2%, 22.2%, 16.9%, 6.1%, 2.7% and 2%, respectively. Major causes of death were extreme-prematurity and related to RDS, extremely-low-birth-weight, ICH and sepsis. Conclusions: Mortality-rate of VLBW infants in this study was higher than developed countries but comparable to the rates of our country. We conclude that the major-cause of high-mortality-rate depends on low-socio-cultural conditions associated with insufficient-prenatal-care, neonatal-care-unit and inaccurate-neonatal-transport in our region.

4.Siatic-Femoral Nerve Block With Levobupivacaine and Levobupivacaine-Ketamine in the Lower Extremity Surgery: Randomised Comparison
Enes Küçükkesim, Uğur Göktaş, İsmail Katı, Hasan Hüsnü Yüce, Muhammed Bilal Çeğin
Pages 83 - 91
Amaç: Bu çalışmada, levobupivakaine adjuvan olarak eklenen ketaminin; duyusal ve motor blok başlama zamanı, pik ve geri dönüş zamanı, postoperatif ilk ağrı ve analjezik gereksinim zamanı, postoperatif 24 saatte analjezi ihtiyacı ve hemodinamik parametreler üzerine olan etkilerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Yöntem: ASA I–II risk grubundan, 18–60 yaş arası, alt ekstremite cerrahisi geçirecek 40 olgu çalışmaya alındı. Olgulara uygulanacak çalışma ilaçlarına göre olgular rastgele 2 gruba ayrıldı. Birinci gruba yalnız %0.375 levobupivakain, ikinci gruba %0.375 levobupivakain + 0.5 mg/kg ketamin karışımı solüsyonu verildi. Midazolam ile premedikasyon sağlandıktan sonra siyatik sinir bloğu için 20 mL, femoral sinir bloğu için 15 mL hazırlanmış solüsyonlardan verildi. Duyusal ve motor blok başlama zamanına ilk 10 dakikada 1 dakika aralarla, daha sonra 5 dakika aralarla bakıldı. Duyusal ve motor blok geri dönme zamanı operasyon bittikten sonra 1 saat aralarla bakıldı. Operasyon süresince olguların sistolik, diastolik ve ortalama kan basıncı, periferik oksijen satürasyonu (SpO2) ve kalp atım hızı değerleri 5’er dakika aralarla kaydedildi. Postoperatif ilk ağrı görülme zamanı, postoperatif ilk analjezik gereksinim zamanı ve kullanılan toplam analjezik miktarı kaydedildi. Bulgular: Gruplar arası ortalama kan basıncı, kalp atım hızı, periferik oksijen satürasyonu, duyusal ve motor blok başlama zamanı, pik ve geri dönme zamanı, postoperatif ilk ağrı ve analjezik gereksinim zamanı ve postoperatif 24 saatte analjezi ihtiyacı arasında istatistiksel anlamlılık saptanmadı. Sonuç: Levobupivakaine ketamin ilave edilmesinin anlamlı olmasa da duyusal ve motor blok başlama ve pik zamanlarını kısalttığı, duyusal ve motor blok geri dönme zamanı, postoperatif ilk ağrının görülme zamanı ve ilk analjezik gereksinim zamanını uzattığı ve kullanılan toplam analjezik miktarını da azalttığı sonucuna varıldı.
Aim: In this study, we aimed to evaluate the effects of ketamine added as an adjuvant to levobupivacaine on sistolic, diastolic and mean blood pressures, heart rate, onset, peak and offset times of sensory and motor blocks, time of first postoperative pain, time of first analgesic requirement and total analgesic requirements. Methods: Fourty patients aged between 18-60 years and undergoing lower limb surgery from the ASA I-II risk group were included in the study. Patients were randomly assigned into two groups according to the used treatment drugs. First group received only 0.375% levobupivacaine and second group received a mixture of 0.375% levobupivacaine and 0.5 mg/kg ketamine. The patients were premedicated with i.v. 0.03 mg/kg midazolam before sciatic and femoral nerve block. Patients from both groups were treated with 20 and 15 ml of study drugs for sciatic and femoral nerve block with the same anesthetic technique, respectively. Onset times of sensory and motor blocks were recorded with 1 minute interval in the first 10 minutes, thereafter with 5 minutes intervals. Offset times of sensory and motor blocks were evaluated with one hour interval after the surgery. Vital signs such as sistolic, diastolic and mean blood pressures, peripheral oxygene saturation and heart rates were recorded with 5-minutes intervals. Postoperative first pain time, postoperative first analgesic requirement time and total analgesic consumption were recorded. Results: Sistolic, diastolic and mean blood pressures, heart rates, peripheral oxygene saturation, onset, peak and offset times of motor and sensory blocks, postoperative first pain time, postoperative first analgesic requirement time and total analgesic consumption during 24 hours were not statistically different between groups. Conclusion: We concluded that the addition of ketamine to levobupivacaine reduced onset and peak times and increased offset times of sensory and motor blocks, delayed first time of pain and analgesic requirement and also reduced total analgesic consumption, although these differences were not statistically significant.

5.Diagnostic Value of serum Cytokine levels (Neopterin, interleukin-6, interleukin-12 and interferon-gamma) in Treatment Follow Up Patients with Brucellosis
Hasan Karsen, Hasan Irmak, Mustafa Kasım Karahocagil, Salih Cesur, Yasemin Fidan, Elmas Öğüş, Mehmet Şeneş, Doğan Yücel
Pages 92 - 95
Amaç: Bu çalışmanın amacı, brusellozlu hastalarda tedavi öncesi, tedavi esnasında ve tedavi sonunda serum sitokin, (neopterin, interlökin -6 (IL-6), interlökin-12 (IL-12) ve interferon-gama (IFN- ?) düzeylerinin sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırılarak tedavi izlemindeki tanısal değerinin belirlenmesidir. Gereç ve Yöntem: Brusellozlu hastalar ve sağlıklı kontrol grubunda serum neopterin, IL-6, IL-12, ve IFN- ? düzeyleri ELISA yöntemiyle belirlendi. İstatistiksel değerlendirmede SPSS programı kullanıldı. P? 0.05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Çalışmaya brusellozlu 32 olgu (22 akut, 5 kronik, 5 subakut, 21 kadın, 11 erkek yaş ortalaması: 36.5) olgu ile 16 sağlıklı kontrol grubu (10 erkek, 6 kadın, yaş ortalaması:42.4 ) dahil edildi. Brusellozlu hastalarda tedavi öncesi, tedavi ortası ve tedavi sonundaki serum neopterin, IL-12, IL-6 ve IFN-? düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermedi. Serum neopterin düzeyleri hasta ve kontrol grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gösterdi. Sonuç: Serum sitokinlerinin tedavi izlemindeki ve prognozdaki öneminin belirlenebilmesi için; serum sitokinlerinin yanısıra sitokin gen polimorfizminin de araştırıldığı, daha fazla sayıda olguyla yapılacak başka kontrollü çalışmalara gereksinim olduğu görüşündeyiz.
Aim: The aim of this study was to establish the diagnostic value of serum cytokine levels (neopterin, interleukin-6 (IL-6), interleukin-12 (IL-12) and interferon-gamma (IFN-?)) in treatment follow up patients with brucellosis by comparing pre-treatment, mid-treatment and post-treatment values with healthy control group. Material and methods: Serum neopterin, IL-6, IL-12 and IFN-? were measured by ELISA method. In statistical evaluation, SPSS program was used. P?0.05 was accepted as statistically significant. Results: Thirty-two cases with brucellosis (22 acute, 5 chronic, 5 subacute brucellosis cases, 21 female, 11 male, mean age: 36.5 years) and a control group of 16 healthy persons (10 male, 6 female, mean age: 42.4 years) were included in the study. There was no statistical significance between pre-treatment, mid-treatment and post-treatment values of serum neopterin, IL-6, IL-12 and IFN-? in brucellosis patients. Serum neopterin values showed statistically significance between patient and control group. Conclusion: In order to establish the importance of serum cytokines in treatment follow up and prognosis in brucellosis, we are in the opinion that in addition to serum cytokine levels, other controlled studies with more subjects and investigation of cytokine gene polymorphism are needed to be accomplished.

6.Gastric Cancer in Young Patients
İlhan Karabıçak, Savaş Yürüker, Tuğrul Kesicioğlu, Hamza Çınar, Necati Özen, Mete Kesim
Pages 96 - 100
Amaç: Mide kanseri en sık görülen gastrointestinal sistem kanserlerinden biridir. Mide kanseri tanısı konulan hastaların % 2-8’i 40 yaşın altındadır. Kliniğimizde ameliyat edilen 40 yaşın altındaki mide kanserli hastalar değerlendirildi. Gereç ve Yöntem: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Ağustos 2004 – Kasım 2009 tarihleri arasında mide kanseri ön tanısıyla ameliyat edilen 40 yaşın altındaki hastaların patolojik özellikleri ve yaşam süreleri değerlendirmeye alınmıştır. Bulgular: Mide kanseri ön tanısı ile ameliyat edilen 17 hastanın 40 yaş veya altında olduğu saptandı. Çalışmaya dahil edilen 13 hastanın 9’u erkek, 4’ü kadındı. On üç hastanın 10 tanesi 35 yaşının altında idi. Otuz beş yaşın altındaki hastaların yaş ortalaması ise 30 olarak bulundu. Bir hastada Evre IV, geri kalan 10 hastada ise evre III mide kanseri saptandı. Hastalar ortalama 31,4 ay takip edildi. Takip süresinde 4 hasta kansere bağlı nedenlerden exitus olmuştur. Sonuç: Gençlerde mide kanseri görülme sıklığı artmaktadır. Tanının geç konulması nedeniyle vakaların çoğu ileri evrede başvurmaktadır. Mide kanserinde kötü prognozun kanserin evresi ile alakalı olduğu, hastanın yaşının bağımsız bir faktör olmadığı belirtilmektedir. Kanserin evresi baz alındığında genç ve yaşlı hastalarda benzer yaşam süreleri elde edilmektedir.
Aim: Gastric cancer is one of the most common gastrointestinal cancers. It has been estimated that patients younger than 40 years represent 2-8% of all patients with gastric carcinoma. We reviewed the charts of patients with gastric carcinoma younger than 40 years old. Methods: We retrospectively reviewed the charts of the young patients who were operated for gastric carcinoma at Ondokuz Mayıs University Medical Faculty between August 2004 and October 2009. Results: Seventeen patients were 40 years old or younger than 40 years. Thirteen of them were included in the study. There were 9 male and 4 female patients. Ten out of 13 were younger than 35 years old. The average age of the patients younger than 35 years old was 30 years. One patient was stage IV and remaining were stage III. The average follow up was 31.4 months and 4 patients died during the follow up. Conclusion: The incidence of gastric cancer in young patients is increasing. The poorer prognosis in young patients is related to the stage at the time of diagnosis. Young age is not an independent prognostic factor. Gastric cancer in young patients tends to be more advanced, but when matched for stage, the prognosis is similar to older patients.

OLGU SUNUMU
7.Analysis of Patients With Lupus Nephritis: A Single Center’s Experience
Habib Emre, Yasemin Usul Soyoral, Hüseyin Beğenik, Fatih Mehmet Erdur, Davut Demirkıran, Reha Erkoç
Pages 101 - 105
Amaç: Lupus nefriti sistemik lupus eritematozisin major mortalite ve morbidite nedenidir. Lupus nefritinin tedavisi önemli bir problem olmaya devam etmektedir. Bu çalışmada, merkezimizde takip ettiğimiz lupus nefriti hastalarının remisyon oranlarını, remisyona etki eden faktörleri ve tedavi sonuçlarını araştırdık. Gereç ve yöntem: Lupus nefritli 20 hastanın klinik, laboratuar ve tedavi sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar, proteinürisi 0,3 g/gün altında olanlar remisyon grubu, 0,3 g/gün’ün üstünde olanlar ise remisyonda olmayan grup olarak ayrıldı. Hastaların klinik, laboratuar ve demografik özellikleri ile hastalığın remisyonu arasındaki ilişki araştırıldı. Bulgular: Onbir (%55) hastada tam remisyon saptanırken, 9 (%45) hastada ise remisyon saptanmadı. Bazal kreatinin ile remisyon arasında anlamlı ilişki vardı (p<0,05). Diğer klinik ve laboratuar parametreleri ile remisyon arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0,05). Sonuç: Çalışmamızda bazal kreatinin ile remisyon arasında anlamlı bir ilişki saptandı. Sonuçlarımız literatürdeki çalışmalarla benzerlik göstermekteydi. Yeni çalışmalar ve ilaçlara rağmen lupus nefritinin tedavisi önemli bir problem olmaya devam etmektedir.
treatment of lupus nephritis is still a significant problem. In this study, we aimed to investigation our remission rates, factors related to remission and the treatment results of lupus nephritis patients in our center. Materials and methods: We retrospectively investigated the laboratory and the treatment results of 20 patients with lupus nephritis. The patients were grouped in terms of urine protein levels; patients with urine protein <0,3 g/day were regarded as in remission group and patients with urine protein > 0,3 g/day were regarded as in non-remission group. The relationships among clinical, laboratory, demographic parameters and remissions were investigated. Results: Complete remission was achieved in 11 (55%) with lupus nephritis patients while 9 (45%) lupus nephritis patients had no-remission. Significant relationship was found between basal creatinine and patient remission (p<0.05). No relationship was found between other clinical and laboratory parameters and patient remission (p>0.05). Conclusion: According to our study, significant relationship was found between basal creatinine and patient remission. The results of our treatments were similar to in the literature. Despite new studies and new drugs, the treatment of lupus nephritis is still a significant problem.

8.Iatrogenic Gastric Perforation in the Newborn due to Mechanical Ventilation: Case Report
Mehmet Melek, Yeşim Edirne, Ufuk Çobanoğlu, Burhan Beger, Avni Kaya, Mecnun Çetin, Mustafa Gündoğdu
Pages 106 - 109
Yenidoğan mide perforasyonu prematürelerde daha sık görülen, yüksek mortalite ile seyreden bir durumdur. Şimdiye kadar birçok yenidoğan mide perforasyonu olgusu bildirilmiş olmakla birlikte perforasyonun oluş mekanizması ve patogenezi tam olarak aydınlatılabilmiş değildir. Mide perforasyonunun primer onarımı uygun bir cerrahi tedavi yoludur. Eşlik eden ek sistem patolojileri mortalitenin artışında önemli rol oynar. Çalışmamızda doğum sonrası spontan solunumu yüzeyelleştiği ve kalp atımları düştüğü için entübe edilen ve işlem sonrasında gelişen batın distansiyonu nedeniyle çekilen direkt batın grafisinde batında serbest hava görülmesi üzerine hastanemize sevk edilmiş olan erkek bebek olgu sunulmaktadır.
Gastric perforation in the newborn are cases with high mortality more common in prematurity. Many cases are reported in the literature but the main mechanisms of the perforation and its pathogenesis are still not clear. Regardless of the cause, surgical correction with primary closure is an appropriate procedure. Mortality increases with coexisting conditions. We present a case of a male newborn with respiratory distress and bradicardia after birth who was intubated and developed abdominal distension with pneumoperitoneum on plain abdominal radiography. Conclusion: We suggest that iatrogenic gastric perforation due to mechanical ventilation early diagnosis and management are substantial in newborn gastric perforations.

9.Acute Hepatitis Due To Use of Herbal Tea to Lose Weight: A Case Report
Hasan Karsen, Celal Çalışır, Fazilet Duygu, Leman Karağaç, Öznur Tavşan
Pages 110 - 112
Akut hepatit, karaciğerin inflamasyonu ve karaciğer hücre nekrozu ile seyreden bir tablodur. Virüsler, ilaçlar, alkol, metabolik hastalıklar, toksinler, enfeksiyöz hastalıklar, iskemi, otoimmünite gibi değişik nedenler akut hepatite yol açabilir. Son yıllarda birçok hastalığa iyi geldiği düşünülerek veya zayıflama amacıyla, bitkisel karışımların ve zayıflama çaylarının kullanımı artmıştır. Birçok aktif biyolojik bileşik içeren bu ürünlerin yan etkileri konusunda ise literatürde yeterli bilgi bulunmamaktadır. Bu yazıda, kilo vermek amacıyla bitkisel zayıflama çayı kullanımı sonucu akut hepatit gelişen nadir bir olgu sunuldu.
Acute hepatitis, is the inflammation of the liver and necrosis of the liver cell. Many different causes such as viruses, drugs, alcohol, metabolic diseases, toxins, infectious diseases, ischemia and autoimmunity may lead to acute hepatitis. In recent years, as considered to have benefits for many diseases and slimming, herbal preperations and slimming tea consumption is increased. There is no sufficient information about the side effects of these products which contain many biologically active compounds. We presented a rare case who developed acute hepatitis due to use of herbal tea to lose weight.

10.Surgical Treatment Of Arterio-Venous Malformation In The Digit: A Case Report
Dolunay Odabaşı, Halil Başel, Hasan Ekim
Pages 113 - 116
18 yaşında bayan hasta son iki yıldır belirginleşen sol el dördüncü parmakta Arteriyo-Venöz Malformasyon (AVM) ile hastaneye yatırıldı, MR anjiografi’de AVM teyit edildi. Yapılan cerrahi işlemde afferent ve efferent damar sistemi tamamen çıkarılırken parmağın arteryel sistem bütünlüğü korundu. Operasyon sonrası iskemi olmayan hastanın şikayetleri geçti ve çekilen MR anjiografisinde lezyonun tamamen kaybolduğu görüldü. Post operatif 1 yılın ardından yapılan kontrolde nüks ve komplikasyon görülmedi. Üst ekstremitedeki AVM’larda cerrahi etkin bir tedavi modalitesidir.
An 18 years old girl was hospitalized with a diagnosis of Arterio-Venous Malformation (AVM) in the left hand fourth digit which was propagated in the last two years. The AVM was confirmed with MR angiography. With the surgical intervention afferent and efferent vascular portions were excised totally and the digit’s arterial vascular patency was preserved. After the operation period there was no ischemic compliants and symptoms in our patient and with the performed MR angiography it was confirmed that the AVM was vanished. There were no recurrence or complications after one year’s control. The surgery is an effective therapeutical modality in the AVMs localized in the upper extremities.

11.A case of subacute free wall rupture following acute myocardial infarction
Hakkı Şimşek, Musa Şahin, Serkan Akdağ, Hasan Ali Gümrükçüoğlu, Mustafa Tuncer
Pages 117 - 120
Sol ventrikül serbest duvar rüptürü trombolitik tedavi ve primer perkütan girişim çağı öncesinde bile akut myokard infarktüsü (AMİ) ’nün nadir bir komplikasyonu olup infarktla ilişkili ölümlerin üçte birinden sorumludur. Trombolitik ve primer perkütan girişim çağında ise çok daha nadiren izlenmektedir. Mortal bir komplikasyon olan serbest duvar rüptürünün erken tanınması önemlidir. Biz de akut lateral Mİ tanısıyla streptokinaz ile trombolitik tedavi uyguladığımız 63 yaşında kadın hastada gelişen subakut serbest duvar rüptürünün ekokardiyografi ile başarılı tanısını ve başarılı cerrahi tedavisini sunduk. Olgumuzda serbest duvar rüptüründe uygun araçla erken tanının hastanın hayatını kurtarabileceğini vurguladık.
Left ventricular free wall rupture (LVFWR) is a rare complication of acute myocardial infarction (AMI) even at the pre reperfusion era and has the responsibility of one-third of AMI related mortality. In reperfusion era free wall rupture is seen less frequently, so early diagnosis and emergent treatment is of importance. We represented a 63-year-old woman who was treated by streptokinase due to acute lateral MI. Subacute rupture of free wall which caused pericardial tamponade was revealed by echocardiography, and the rupture was operated successfully. Our case emphasizes the importance of appropriate tools for the diagnosis, which can be life rescuing.

12.Capnocytophaga ochracea bacteriemia in a patient with acute myeloid leukemia: A case report
Tuba Dal, Mehmet Sinan Dal
Pages 121 - 124
Capnocytophaga türleri; agar besiyeri yüzeyinde sarı-turuncu renkli koloniler oluşturan, Gram-negatif, kapnofilik, sporsuz basillerdir. Disgonik fermenter grup 2 türleri, kedi ve köpeklerin oral florasında bulunur. Disgonik fermenter grup 1 türleri, sağlıklı kişilerin normal oral florasının üyesidir. Capnocytophaga ochracea, özellikle bağışıklık sistemi baskılanmış kişilerde bakteremi, endokardit, peritonit gibi ciddi enfeksiyonlara yol açabilen nadir görülen fırsatçı patojen olarak tanımlanmaktadır. Bu olgu sunumunda, akut myeloid lösemi M1 tanısıyla kemoterapi alan 57 yaşında erkek hastadaki Capnocytophaga ochracea bakteremisi tanımlanmıştır. Ayrıca, bu mikroorganizmanın karakteristik özellikleri literatürün gözden geçirilmesi ile birlikte tartışılmıştır.
Capnocytophaga spp. is Gram-negative, non-spore forming, capnophilic rod that produces yellow-orange pigmentation on the agar medias. Dysgonic fermenter group 2 species are a part of the oral flora of the cats and dogs. Dysgonic fermenter group 1 species are a part of the normal oral flora in healthy individuals. Capnocytophaga ochracea is recognized an unusual opportunistic pathogen causing severe disease (bacteriemia, endocarditis, peritonitis etc.) in immunocompromised patients. In this case report, describing Capnocytophaga ochracea bacteriemia in a 57-year-old male patient receiving chemotherapy for acute myeloid leukemia M1 is presented. In addition, the characteristic features of this microorganism are discussed together with a review of the literature.

13.Ileus Due to the Intoxication of Colchicine: A Case Report
Habib Emre, Yasemin Usul Soyoral, Hüseyin Beğenik, Özgür Kemik, Reha Erkoç
Pages 125 - 128
Kolşisin; akut gut,psödogut, behçet hastalığı ve Ailevi Akdeniz Ateşi’nde yaygın olarak kullanılır. Kolşisin intoksikasyonu nadir görülmektedir fakat kardiovasküler kollaps, solunum yetmezliği, pansitopeni ve sepsis gibi hayatı tehdit edici olaylara neden olmaktadır. Kolşisin intoksikasyonu beklenmedik klinik durumlara neden olabileceğinden dolayı tüm intoksikasyon vakaları günlük monitorizasyon ve yoğun bakım için hastaneye yatırılmalıdır. Biz bu makalede kolşisin intoksikasyonuna bağlı ileus tablosu gelişen bir vakayı sunduk.
Colchicine is a commonly used for acute gout, pseudogout, Behcet’s disease and Familial Mediterranean Fever. Colchicine intoxication is a uncommon, but may lead to potentially life-threatening events such as cardiovascular collapse, respiratory failure, pancytopenia or septicemia. Colchicine intoxication may cause unpredictable results, thus all such patients should be admitted to hospital for monitoring in intensive care unit. We presented a case with ileus due colchicine intoxication.

14.Present With Nephritis A Case of Late Onset Systemic Lupus Erythematosus
Yasemin Usul Soyoral, Hüseyin Begenik, Habib Emre, Mehmet Taşdemir, Süleyman Özen, Reha Erkoç
Pages 129 - 131
Sistemik Lupus Eritematozus bir otoimmün kollagen doku hastalığıdır. Tanı ve tedavideki gecikme mortalite ve morbidite artışına sebep olacağından erken ve doğru tanının konması önem arz etmektedir. Sistemik Lupus Eritematozus’da böbrek tutulumu nadiren ilk ve tek bulgu olabilir. Böbrek biyopsisindeki histopatolojik bulgular lupus nefritini kuvvetle düşündürdüğünde diğer klinik ve immünolojik bulgular eşlik etmese de hastalar uygun şekilde ve uzun süreli tedavi edilmelidir. Böbrek tutulumuyla başvuran, histopatolojik bulguları lupus nefritini düşündüren ancak klinik ve serolojik bulguların aylar sonra eklenmesiyle Sistemik Lupus Eritematozus tanısı konan vakayı sunduk.
disorder of collagen tissue. Since any delay in diagnosis and treatment will lead to increased mortality and morbidity, early and accurate diagnosis is important. In systemic lupus erythematosus, rarely, renal involvement may be the only first finding. When histopathological findings of renal biopsy strongly support lupus nephritis, patients should be treated appropriately for a long period even the other clinical immunological findings are not found. We present systemic lupus erythmatosus case that histopathological findings were suggestive of lupus nephritis but were diagnosed accurately months later after clinical serological findings appeared.

LookUs & Online Makale