E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 19 (2)
Volume: 19  Issue: 2 - 2012
1.Cover

Pages I - II

KLINIK MAKALE
2.Appendectomy Materials With E. Vermicularis
Ali Kurt, İlknur Çalık, Ebru Ömeroğulları Şener, Sevilay Akalp Özmen, İbrahim Gelincik
Pages 51 - 54
E.vermicularis caecum ve appendikste yerleşen, insana zorunlu bağımlı, dünya çapında yaygın bir parazittir. Çalışmamızda insan appendektomi materyallerinde görülen bu parazitlerin sayı, yaş ve cinsiyet yönlerinden incelenmesi amaçlandı. Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi Patoloji Laboratuvarında Ocak 2009 ile Ocak 2011 arasında, 24 aylık sürede incelediğimiz 1842 appendektomi materyali arasında bulunan, E. vermicularis ile infekte 36 appendiks (%2) ele alındı. Otuzaltı spesmenden 27’si, akut iltihap bulguları göstermiyordu. Parazitlerin appendikste genellikle iltihap bulguları göstermeden durduğu, seyrek olarak akut apandisitle birlikte görüldüğü bilinmektedir. Bazı appendikslerde çok sayıda E.vermicularis görüldü. Arşivimize göre erkeklerde appendektomi daha fazla (%59.5) uygulandığı halde E.vermicularis kadınlarda daha sık (%58.3) görülmüştür. Appendektomi 2. ve 3. dekatta en sık (%69.2) uygulandığı halde E. vermicularis 2. ve 4. dekatlarda sık rastlandı (%58). Appendektomilerde yaş ortalaması 26 iken bu hastaların yaş ortalaması 23.4 idi.
Enterobius vermicularis is a worldwide common parasite which live predominantly in the caecum and appendices, and entirely restricted to human. In our study, we intented to ezamine the age and sex of the patients and the number of these parasites which can be seen in the human appendectomy material. 36 (2%) E. vermicularis infected appendices among the 1842 appendectomy material which were examined in a 24 month period between January 2009 and January 2011 at Erzurum Regional Training and Research Hospital Pathology Laboratory were discussed. Twentyseven of 36 specimens showed no sing of acute inflammation. Its known that parasites at appendices usually stays without showing signs of inflammation, rarely acute appendicitis seems. At some materials many E. vermicularis were seen. According to our archive, appendectomy in men (59.5%) is applied more than women but E. vermicularis is more common in women (58.3%). Despite appendectomy is applied more frequently at 2nd and 3rd decades, E. vermicularis was seen frequently at 2nd and 3rd decades (58%). The average age of appendectomy patients was 26 and it was 23.4 at these patients.

3.Analysis of Primary Chest Wall Tumours
Fuat Sayır, Abidin Şehitoğulları, Ali Kahraman, Bünyamin Sertoğullarından, Ramazan Esen, Ufuk Çobanoğlu
Pages 55 - 59
Amaç: Çalışmamızda 2003-2011 yılları arasında opere edilen 38 primer toraks duvarı tümörlü olgu retrospektif olarak değerlendirildi. Cerrahi tedavi yöntemleri ve rekonstrüksiyon yöntemleri irdelendi. Gereç ve Yöntem: Cerrahi tedavi uygulanan hastaların 13’ü (%34.2) kadın, 25’i (%65.7) erkek; yaş ortalaması 41.3 yıl; yaş dağılımı 14-71 yıl arasında değişmekteydi. Hastalar, yaş, cinsiyet, semptomlar, tanı, tedavi modaliteleri, rekonstrüksiyonda kullanılan materyaller yönüyle değerlendirildi. Bulgular: 11 (%28.9) hastanın malign, 27 (%71) hastanın bening olduğu tesbit edildi. Hastaların 22’sine kot rezeksiyonu yapılırken; 2 olguya sternum rezeksiyonu yapıldı. Olgulardan 14’üne yumuşak doku rezeksiyonu yapıldı. Bening tümörlerden en sık lipom ve kondromla karşılaşıldı. Malign kökenli olgulardan en sık kondrosarkomla karşılaşıldı; 7 olguya rekonstrüksiyon uygulandı. Ortalama hastanede kalış süresi 8.3 ( 7-28 ) gün olarak tesbit edildi. Morbidite oranımız %18.4 olarak belirlendi. Sonuç: Bu olgularda erken tanı önemlidir. Özellikle önemsenmeyen ağrı ve şişlik durumlarında hızla gerekli tanısal girişimleri yapılmalıdır. Operabl olgularda geniş rezeksiyondan kaçınmamalıdır. Rezeksiyon sonrası oluşan defektin rekonstrüksiyonu çeşitli yöntemlerle başarıyla gerçekleştirilmektedir.
Aim: In our study, 38 cases were operated between 2003-2011. Cases were evaluated retrospectively. Surgicaltreatment and reconstructionmethods were evaluated. Methods: Thirteen female patients (34.2%) and twenty-five male patients (65.7%) were underwent surgical treatment (34.2%); mean age was 41.3 year; age distribution ranged from 14-71 year. Patients evaluated in terms of age, gender, symptoms, diagnosis, treatment modalities, and material used in the reconstruction.. Results: Eleven patienst were malign, and 27 patients were diagnosed as bening. Rib resection was performed in 22 patients, while, sternal resection was performed in two patients. Soft tissue resection was performed in 14 patients. The most common bening tumours were lipomas and chondromas. The most common malignant tumors were chondrosarcomas. Seven cases were reconstructed. Average hospital stay was 8.3 (7-28) days. The morbidity rate was determined as18.4%. Conclusion: In cases of malignant chest wall tumours, early diagnosis are very important. Pain and swelling are important complaint in thoracic tumours. In these cases, diagnosis should be made quickly. Wide resection should be performed in operabl cases. After resection of chest wall tumours, the defect is reconstructed by various methods, successfully.

4.The Association of the First Trimester Concentrations of Maternal PAPP-A and Free Beta-hCG With Pregnancy Complications
Emel Kurtoğlu, Zühal Perçin
Pages 60 - 65
Amaç: İlk trimesterde maternal serum gebelikle ilişkili plazma protein A (PAPP-A) ve beta-human koryonik gonadotropin (ß-hCG) değerlerinin ilerleyen gebelik haftalarında gelişen komplikasyonlarla ilişkisini araştırmak. Gereç ve yöntem: Çalışmaya T. C. S. B. Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi kadın hastalıkları ve doğum polikliniğine antenatal bakım için başvuran 18-35 yaş arasındaki, gebelik yaşları 10 hafta 6 gün ile 13 hafta 6 gün arasında tekil canlı gebeliği olan, kötü obstetrik öyküsü ve sistemik bir hastalığı bulunmayan ve sigara kullanmayan 94 gebe dahil edildi. Hastaların --- serumlarında PAPP-A ve ß-hCG değerleri ölçüldü. Elde edilen sonuçlar gebelik yaşı ve maternal ağırlığa göre medyan katsayıları (Multiples of Median, MoM) esas alınarak değerlendirildi. Komplikasyon gelişen ve gelişmeyen grubun değerlerinin karşılaştırılması Mann-Whitney testi kullanılarak yapıldı. Bulgular: Doksan dört ( 94) hastanın 77’sinin (%78) gebeliği sorunsuz seyretti ve sonuçlandı. Geri kalan 17 (%22) hastada komplikasyon gelişti. Çalışmaya katılan gebelerde komplikasyon gelişen ve gelişmeyen grupların PAPP-A ve ß-hCG medyan değerleri karşılaştırıldığında, düşük PAPP-A değerleri ile DDA (Düşük doğum ağırlığı) gelişimi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptandı (p= 0, 041). PAPP-A ile araştırılan diğer gebelik komplikasyonları (preeklampsi, GDM, IUGG ve YDA) arasında ve ß-hCG ile bakılan tüm gebelik komplikasyonları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmadı (p= 0, 246: p= 0, 691). Sonuç: Bu çalışmada, ilk trimester maternal serum biyokimyasında bakılan PAPP-A değerleri ile DDA arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunurken, PAPP-A’nın araştırılan diğer komplikasyonlarla ve ß-hCG’nin bakılan hiçbir komplikasyonla arasında anlamlı bir ilişki bulunmamıştır. İlk trimester PAPP-A değeri ölçümünün SGA gelişimi tahmininde kullanılabileceği düşünülmüştür.
Aim: The purpose of this study is to examine the association of first trimester concentrations of pregnancy associated plasma protein A (PAPP-A) and beta -human chorionicgonadotrophin (ß-hCG) in maternal serum with subsequent pregnancy complications. Methods: The study included 94 non-smoker patients applied to Ministry of Health Ankara Training and Research Hospital who were 18-35 years old and had no systemic disease or bad obstetric history and had singleton alive pregnancies between 10 weeks 6 days and 13 weeks 6 days of gestation. First trimester maternal serum PAPP-A and ß-hCG concentrations were measured. Serum marker levels were expressed as gestational age-specific multiples of median (MoMs). The patients divided into two groups; women with normal pregnancies and women that developed complications. Mann-Whitney test was used for comparison of PAPP-A and ß-hCG between two groups. Results: Seventy seven (77, 78%) of 94 pregnancies continued and terminated without any complications. Seventeen (17, 22%) patients developed complications. We found statistically significant difference in maternal serum PAPP-A MoMs between pregnancies complicated with SGA and normal pregnancies (p =0, 041). But, no statistically significant differences was found between PAPP-A MoMs and other researched complications ( preeclampsia, GDM, IUGR, LGA) and between ß-hCG MoMs and any researched pregnancy complications (p= 0, 246: p =0, 691). Conclusion: In this study, statistically significant difference was found in PAPP-A MoMs between normal pregnancies and those complicated with SGA. But the concentrations of PAPP-A were not associated other researched complications and concentrations of ß-hCG were not associated subsequent pregnancy complications. It was thought that first trimester measurement of serum levels of PAPP-A can be used in prediction of SGA.

5.Solitary Pulmonary Nodules The Role of Thoracoscopy in Treatment and Diagnosis of Solitary Pulmonary Nodules
Fuat Sayır, Abidin Şehitoğulları, Ufuk Çobanoğlu, Bünyamin Sertoğullarından, Ali Kahraman, Ramazan Esen
Pages 66 - 71
Amaç: Soliter pulmoner nodüller, 3 cm’lik çapa ulaşan ve malignite potansiyeli olan lezyonlardır. Erken tanı ile tedavi sonuçları yüz güldürücüdür. Materyal ve metot: Kliniğimizde son 10 yıllık süreçte tanı ve tedavi alan olgular çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya alınan olguların 9’u kadın, 28’i erkekti. Ortalama yaş 43.7 olarak tesbit edildi. Olgular yaş, cinsiyet, tedavi ve histopatolojik sonuçlar açısından analiz edildi. Çalışmanın etik onayı alındı. Bulgular: Olgulardan 29’u asemptomatik, 8’i semptomatikti. Histopatolojik olarak 14 olgu malign, 23’ü beningdi. Preoperatif tanıda CT, PET-CT, TTİİAB, bronkoskopiden yararlanıldı. Tüm olgulara torakotomi ve/veya VATS uygulandı. Malign olgulardan en sık akciğer squamoz hücreli kanserle, bening olgulardan ise en sık kist hidatikle karşılaşıldı. Ortalama hastanede kalış süresi 8.4 gün idi. Mortalite gözlenmedi. Morbidite, 6 olguda tesbit edildi. Sonuç: Torakoskopik cerrahi, tanı ve tedavide mutlaka ele alınması gereken en önemli araçlardan biri olmalıdır. Erken tanı konulan ve cerrahi tedavi uygulanan SPN’li malign olgularda yüksek sağ kalım oranları akıldan çıkarılmamalıdır.
Aim: Solitary pulmonary nodules are malignant potential lesions. The maximum diameter of lesion is 3 cm. Early diagnosis and treatment results are gratifying for patients of SPN. Material and method: In our Thoracic Surgery Clinics, diagnosis and treatment of patients with a recent 10- year period were included. There were 9 female and 28 male patients in study. The average age was calculated as 43,7. The patients were analysed in term of age, gender, treatment and histopathologic results. The ethical approval of study was obtained. Results: There were 29 asymptomatic and 8 symptomatic patients in this study. Histopathologically, there were 14 malignant and 23 bening cases. CT, TTİİAB, Broncoscopy, PET-CT were utilised in diagnosis of these patients. VATS and/or thoracotomy was performed in all cases. Squamous cell carcinoma is the most common causes of malignant tumour while hydatid cyst is the most common causes of the bening lesions. Average hospital stay was 8.4 days. No mortality was observed. Morbidity was observed in 6 cases. Conclusion: Thoracoscopic surgery is very important for diagnosis and treatment of solitary pulmonary nodules. Surgical treatment of malignant patients with SPN are very important in term of early diagnosis and survival. Early diagnosis is important for malignant patients. Survival in these patients is very high.

6.Smoking Behaviours and Prevalance of the Respiratory Symptoms in Tobacco Workers
Hasan Hamzaçebi, Servet Kayhan
Pages 72 - 77
Amaç: Tütün fabrikası çalışanlarında solunum semptomlarının ve sigara kullanım alışkanlıklarının saptanması amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: Çalışma 2004 yılı Aralık ayında, tütün fabrikasında çalışan toplam 429 kişi ile kesitsel olarak yapıldı. Hazırlanan anket ile çalışanların yaş, cinsiyet, solunum semptomları ve sigara kullanma alışkanlıkları sorgulandı. İstatistiksel veriler SPSS v.15.0 paket programı kullanılarak analiz edildi. Bulgular: Tütün fabrikasında çalışan işçilerin, tütün tozunun yoğun olduğu bir ortamda çalıştığı ve verilen koruyucu maskelerini çalışma süresince kullanmadığı gözlenmiştir. Çalışma grubunda yaş ortalaması 38,5 ±8,4 olan 291 erkek, 138 kadın olmak üzere toplam 429 işçi bulunmaktaydı. Erkeklerin %62,5’i halen sigara içen ve %28,5’i hiç sigara içmeyen; kadınlarınsa %69,5’i hiç sigara içmeyen, %28,3’ü halen sigara içen olarak saptandı. Sigara içen erkeklerin oranı ve günlük içilen sigara adedi, kadınlara göre daha yüksek olup bu durum istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,001). Çalışanlarda saptanan en sık solunum semptomları ve prevalansı; sabah balgamı (%32,1), wheezing (%27,2), sabah öksürüğü (%26,3), nefes darlığı (%17,2) ve kronik öksürük (%10,2) olarak saptandı. Sigara kullanımı ve solunum sistemi semptomları oransal olarak erkeklerde daha yüksek tespit edilmiştir. Sonuç: Tütün fabrikasında çalışan işçilerin solunum hastalıklarını önlemeye yönelik olarak çevresel toz kontrolü ve kişisel koruyucu maske kullandırılması yanında, işçiler sigara bırakma konusunda daha çok teşvik edilmelidir.
Aim: The aim of the study was to evaluate prevalance of smoking habits and respiratuar symptoms in tobacco workers. Materials and methods: A cross-sectional study using a questionnaire was performed to 429 workers of the tobacco factory in December 2004. Questions about age, gender, smoking habits and respiratuar symptoms were asked to study group. The results were analysed statistically by SPSS v.15.0 pocket programme. Results: It was observed that workers in tobacco processing industry were to be exposed to tobacco dusts and did not wear protective masks during all working period. Study group was consisting of 429 persons: 291 male and 138 female. The mean age of the group was 38,5 ± 8,4 . The rates of current smokers and non smokers were 62,5% and 28,5% respectively in male group. The ratio of non-smokers and current smokers were 69,5% and 28,3% respectively in females. The male group was consisting of more smoker persons and they were smoking much more cigarettes per day than the females, this was statistically significant (p<0,001). We determined the percentage of the frequent respiratory symptoms in the workers as following: morning sputum (%32,1), wheezing (%27,2), morning cough (%26,3), shortness of breath (%17,2) and chronic cough (%10,2). Among the tobacco workers, smoking and having respiratory symptoms were more common in the male group. Conclusion: As a result we suggest that preventive measures need to be taken in this industry. These are control of dusty environment and wearing of personel protective masks. Tobacco workers should be strongly encouraged for smoking cessation.

7.Plazminojen Aktivatör İnhbitör tip-1 (PAI-1) Geni 4G/5G ve p53 Kodon 72 Polimorfizmleri ve Endometriyozise Genetik Yatkınlık PAI-1 4G/5G, p53 Kodon 72, Endometriyozis
Çetin Kılıççı, Banu Bayram, Harun Önlü, Sedat Bozarı, Fezan Mutlu
Pages 78 - 82
Amaç: Bu çalışmada plazminojen activator inhibitor tip-1 geni 4G/5G ve p53 kodon 72 polimorfizmlerinin endometriyozisli Türk hastalarda endometriyozis gelişiminde genetik belirteçler olup olmadıklarının belirlenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Genomik DNA 60 kadından (30 endometriyozisli kadın ve 30 kontrol) izole edilmiştir. DNA, plazminojen activator inhibitor tip-1 geni 4G/5G polimorfizmi 4G ve 5G spesifik primerler ile amplifiye edilerek, p53 kodon 72 polimorfizmi için PCR-RFLP yöntemi uygulanarak analiz edilmiştir. Ürünler agaroz jel elektroforezinde ultraviyole transillüminatör ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Plazminojen activator inhibitor tip-1 geni 4G/5G polimorfizmi değerlendirildiğinde hasta grubunda 4G alel frekansı %37, 5G alel frekansı %63 olarak, kontrol grubunda ise sırasıyla %53-47 olarak belirlenmiştir. p53 kodon 72 polimorfizmi açısından ise hasta grubunda prolin alel frekansı %43.3, arginin alel frekansı %56.7 olarak, kontrol grubunda ise sırasıyla %40-60 olarak tespit edilmiştir. Sonuç: Çalışmamızın sonucunda plazminojen activator inhibitor tip-1 geni 4G/5G ve p53 kodon 72 polimorfizmlerinin Türk popülasyonunda endometriyozis gelişiminde birer genetik belirteç olarak düşünülemeyeceğini söyleyebiliriz. Ancak sonuçlarımızın daha anlamlı olabilmesi açısından daha geniş çalışma grubu ile, endometriyozis için risk faktörü olarak düşünülen diğer genetik polimorfizmler ile kombine edilerek çalışılması gerektiğini düşünmekteyiz.
Aim: In this study it was aimed to determine whether plasminogen activator inhibitor type-1 gene 4G/5G and p53 codon 72 polymorphisms are genetic markers of endometriosis development in Turkish endometriosis patients. Method: Genomic DNA was extracted from 60 women (30 with endometriosis and 30 controls) in the study. DNA was amplified with 4G and 5G specific primers for detection of plasminogen activator inhibitor type-1 gene 4G/5G polymorphism and PCR-RFLP technique was used to analyze p53 codon 72 polymorphism. Products were assessed with ultraviolet transilluminator by being exposed to agarose gel electrophoresis. Results: According to the plasminogen activator inhibitor type-1 gene 4G/5G polymorphism the 4G allele frequency was indicated as 37% and 5G allele was as 63% in patients, whereas this was 53-47% in the control group. According to p53 codon 72 polymorphism the proline allele frequency was indicated as 43.3% and arginine allele was as 56.7% in patients, whereas this was 40-60% in the control group. Conclusion: As a result of our study we may assert that plasminogen activator inhibitor type-1 gene 4G/5G and p53 codon polymorphisms cannot be considered as genetic markers to develop endometriosis in Turkish population. However the significance of our result remains to be further investigated in different and even larger groups being combined with other genetic polymorphisms considered as risk factors for endometriosis.

OLGU SUNUMU
8.Spontaneous Improvement Of Ureterovaginal Fistula: A Case Report
Mustafa Güneş, Ilhan Geçit, Necip Pirinçci, Kerem Taken, Kadir Ceylan, Ozcan Canbey, Recep Eryılmaz
Pages 83 - 85
35 yaşında kadın hasta basit histerektomiden 21 gün sonra idrar kaçırma şikayeti ile başvurdu. Sistoskopi sırasında mesaneye metilen mavisi verildiğinde vajenden gelmediği gözlendi. Takiben sol üretere kateter takılmaya çalışıldı fakat 2.5 cm takıldı. Kateterden verilen metilen mavisinin vajenden geldiği gözlendi.. Çekilen intravenöz piyelografide (İVP) sol distal üreterde obstrüksiyon gözlendi. Hasta ameliyatı kabul etmediği için takibe alındı. Tanı konulduktan 5 gün sonra ise idrar kaçırma şikayeti kendiliğinden düzeldi..
A 35 years old women was admitted to the urology department due to vaginal urinary incontinence. 21 days after a simple abdominal hysterectomy Cystoscopy showed no abnormality, and no leakage was observed when the bladder was filled with methylene. We tried to insert a catheter into the left ureter but could not manage to go further than 2.5 cm. Then, methylene blue was given through the catheter and this time leakage was observed throughout the vagina. Intravenous pyelography (IVP) showed left distal ureteral obstruction. Watchfull waiting was the only choice since she refused surgical treatmen. It was observed that 5 days after the diagnosis, ureterovaginal fistula recovered spontaneously.

9.Rare Cause of Acid in Pregnancy: Spontaneous ovarian hyperstimulation syndrome
Hatice Ender Soydinç, Mehmet Sıdık Evsen, Muhammet Erdal Sak, Talip Gül
Pages 86 - 89
Ovaryan hiperstimülasyon sendromu (OHSS), ovulasyon indüksiyonu yapılan hastalarda sık rastlanan bir komplikasyondur. Spontan gebeliklerde oldukça nadir olmakla birlikte ortaya çıkabilir. Makalemizde 13 haftalık gebe olan ve spontan OHSS tespit edilen olgunun yönetimini sunmayı amaçladık. 35 yaşında hasta karın şişliği, nefes darlığı, bulantı, kusma ve el-ayakta şişme şikayetleriyle polikliniğimize başvurdu. Daha önce invitro fertilizasyonla (İVF) gebe kaldığı ve o gebelikte OHSS geliştiği öğrenildi. Muayene, laboratuar ve ultrasonografik incelemeler sonrası spontan OHSS tanısı konuldu. Konservatif tedavi yapıldı. 38 haftanın bitiminde sağlıklı kız bebek doğurtuldu. Daha önce İVF ile oluşan gebeliğinde OHSS geçiren hastaların, daha sonraki gebelikleri spontan olsa dahi OHSS gelişme riski akılda tutulmalıdır.
Ovarian hyperstimulation syndrome (OHSS) is a common complication in patients undergoing ovulation induction. Although this syndrome is rare in spontaneous pregnancies, even so it can occur. In this paper, we aimed to present management of a case who has 13 weeks pregnancy with spontaneous OHSS. 35 years old woman was admitted to our outpatient clinic with complaints of abdominal swelling, shortness of breath, nausea, vomiting and hand-foot inflatable. We learned that her previous pregnancy which had been through in vitro fertilization had occured OHSS. Spontaeous OHSS was diagnosed after obstetric, laboratory and ultrasonographic examinations in this case. Conservative treatment was performed. Healthy female baby was delivered at the end of the 38th weeks. Patients who experienced OHSS in previously pregnancy produced by IVF, even though subsequent pregnancies is spontaneous, the risk of OHSS should be kept in mind.

10.Posterior Fossa Abcess Due to Cholesteatoma: Case Report
Olcay Eser, Abdullah Ayçicek, Ergün Karavelioğlu, M.Gazi Boyacı, Fatih Yücedağ
Pages 90 - 93
Antibiyotik tedavisinin gelişmesiyle birlikte beyin abseleri gelişmiş ülkelerde çok nadir görülmektedir. Ancak sosyo-ekonomik düzeyi düşük olan ülkelerde beyin abseleri daha sıktır ve bunlar otolojik hastalıkların hayatı tehdit eden en ciddi komplikasyonları olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yazıda orta kulakta kolesteatomaya bağlı gelişen ve ilerleyici nörolojik defisit ve genel durum bozukluğuyla devam eden serebellar abse olgusunu tartıştık.
With the advances in antibiotic treatment, brain abscesses are very uncommon in developed countries. However, in countries with low socio-economic level brain abcess are more common and this is the most serious life-threatening complication of otologic diseases. In this article, we discussed a case with cerebellar abcess caused by middle ear cholesteatoma and ongoing with progressive neurological deficits and disorder of general situation.

11.Stenotrophomonas Maltophilia peritonitis in a continuous ambulatory peritoneal dialysis patient
Habib Emre, Davut Demirkıran, Hüseyin Beğenik, Yasemin Usul Soyoral, Ali İrfan Baran, Reha Erkoç
Pages 94 - 96
Peritonit periton diyalizinin en sık görülen komplikasyonudur. Stenotrophomonas maltophilia peritoniti nadir görülmesine rağmen etkenin birçok ilaca karşı dirençli olmasından dolayı tedavisi zordur. Biz, antibiyotik tedavisine cevap vermeyen ve ancak periton kateterinin çıkarılması ile kontrol altına alınabilen S. maltophilia peritonitini sunduk.
Peritonitis is the most common complication of peritoneal dialysis. Stenotrophomonas maltophilia peritonitis is a rare condition. The treatment of this entity is diffucult because S. maltophilia is a multi-drug resistant organism. We present a peritonitis case with S. Maltophilia which was refractory to antibiotic treatment and the infection could only be controlled after the removal of the catheter.

12.The Treatment of Fronto-Ethmoidal Mucocele Causing Unilateral Proptosis
Çağatay Çağlar, Aydın Yıldız, Tekin Yaşar, Köksal Yuca
Pages 97 - 99
Mukoseller, paranazal sinüslerin yavaş büyüyen ve lokal olarak agresif lezyonlarıdır. Lezyonun ilerleyici olarak büyümesi sinüsün ön ve arka duvarında destrüksiyona neden olur ve orbita gibi çevre anatomik yapılara doğru yayılır. Fronto-etmoidal mukoseller son evrelerde olan orbital yayılımla genellikle hastalarda baş ağrısı, retroorbital ağrı, çift görme ve görme bozukluğu yaparlar, bu yüzden sessiz bir klinik gidişe sahiptir. Mukoselin erken tanısıyla ciddi oküler komplikasyonlardan kaçınılabilir. Mukosellerin tedavisi fonksiyonel endoskopik cerrahi veya daha birçok radikal cerrahi yöntemleri içerir. Bu çalışmada, orbitaya doğru yayılım yapan enfekte mukoselle birlikte tek taraflı proptozis, diplopi ve görme kaybı mevcut olan 27 yaşında bir erkek hastayı sunduk.
Mucoceles are slow-growing and locally aggressive lesions of the paranasal sinuses. A progressively enlarging lesion results in destruction of the anterior and posterior wall of the sinus and extends to the surrounding anatomic structures such as orbita. Fronto-ethmoidal mucoceles have a silent clinical course so the patients usually present with headache, retroorbital pain, diplopia and visual disturbance with the orbital extension at the end stages. Early diagnosis of the mucocele may avoid serious ocular complications. Management of mucoceles includes functional endoscopic surgery or more radical surgical methods. In this study, we described a 27-year-old man who presented with unilateral proptosis, diplopia and vision loss, with an infected mucocele that extended to the orbit.

13.Does Allopurinol Has a Role In Rhabdomyolysis? A Case Report
Fatih İnci, Yasemin Usul Soyoral, Ahmet Cumhur Dülger, Ümit Öztürk, Hüseyin Beğenik, Reha Erkoç
Pages 100 - 101
Rabdomiyoliz, çizgili kas hasarı sonrası kas hücre içeriğinin dolaşıma katılması sonucu ortaya çıkan klinik ve laboratuvar sendroma verilen isimdir. Klinik tablo çok değişkendir. Asemptomatik enzim yüksekliği olarak seyredebileceği gibi, hayatı tehdit eden böbrek yetmezliği ve ciddi elektrolit dengesizlikleri ile de sonuçlanabilir. İlaçlar gibi çok farklı etiyolojilere bağlı olarak ortaya çıkabilir. Allopurinol primer ve sekonder gut tedavisinde kullanılır. Böbrek yetmezliği olan olgularda çok nadiren de olsa rabdomiyoliz yapabilir. Bundan dolayı özellikle böbrek yetmezlikli olgularda kullanımında dikkatli olmakta fayda görüyoruz. Hipertansiyon ve kronik böbrek yetmezliği ile polikliniğimizde takip edilen hasta (kreatinin: 1.5 mg/dl) ayak başparmağında ağrı şikayetiyle başvurdu. Gut teşhisi konarak kolşisin tab 3x1 başlandı. Bir hafta sonra tedaviye allopurinol 150 mg/gün eklendi. Allopüuinol başlanmasından 1 hafta sonra hastanın kliniğinde rabdomiyoliz ile uyumlu tablo gözlendi. Kolşisine başlandığında 15 gün içerisinde gelişmeyen rabdomiyolizin allopurinol eklenmesinde sonra gelişmesi bu ajanın rabdomiyoliz gelişmesine katkıda bulunabileceğini düşündürdü.
Rhabdomyolysis is the name given to the clinical and laboratory syndrome resulting after skeletal muscle injury and entrance of the muscle cell contents into circulation. Clinical picture is very variable. Asymptomatic elevation of enzymes can be followed by life-threatening kidney failure and severe electrolyte imbalances. It may occur depending on many different etiologies such as drugs. Allopurinol is used in the treatment of primary and secondary gout, and may rarely cause rhabdomyolysis in patients with renal failure. So, it should be carefully used especially in patients with renal failure. The patient with hypertension and chronic kidney disease (creatinine 1.5 mg/dl) was admitted to outpatient clinic with toe pain. Colchicine was started 3x0.5 mg/day because of gout. One week later, allopurinol 150 mg/day was added to his treatment. Rhabdomyolysis was observed in the patient one week after the start of allopurinol. While colchicine did not cause rhabdomyolysis, addition of allopurinol to treatment resulted in symptomatic rhabdomyolysis.

LookUs & Online Makale