E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 20 (3)
Volume: 20  Issue: 3 - 2013
1.Cover

Pages I - II

KLINIK MAKALE
2.The role of total thyroidectomy in benign thyroid diseases in an endemic area, retrospective analysis of 208 patients
Öztekin Çıkman, Faruk Özkul, Muhammet Kasım Arık, Şükrü Taş, Cumhur Çakır, Muammer Karaayvaz
Pages 125 - 129
Amaç: Benign tiroid hastalıklarında total tiroidektomi en çok tercih edilen cerrahi prosedürdür. Çalışmamızda, endemik olarak benign tiroid hastalıklarının görüldüğü Van ilinin Muradiye ilçesinde yaşayan, total tiroidektomi yapılan hastalarda gelişen komplikasyonlar ve insidental olarak saptanan tiroid karsinom oranlarını belirleyerek tartışmak amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Van ilinin Muradiye ilçesinde yaşayan, 2003-2010 arasında benign tiroid hastalıkları nedeniyle total tiroidektomi operasyonu geçiren hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaş, cinsiyet, ameliyat endikasyonu, hematom, geçiçi-kalıcı hipopartiroidi, geçici- kalıcı vokal kord paralizisi oranları kaydedildi. Postoperatif patoloji raporlarından insidental tiroid kanser sıklığı belirlendi. Bulgular: Benign tiroid hastalıkları tanısıyla total tiroidektomi yapılan 208 hasta çalışmamıza dahil edildi. Postoperatif, bir(%0.48) hastada hematom, bir (%0.48) hastada geçici vokal kord paralizisi, 24 (%11.53) hastada geçici hipoparatiroidizm, bir(%0.48) hastada ise kalıcı hipoparatiroidizm saptandı. İnsidental tiroid kanseri 23 (%11.0) hastada saptandı. Tartışma: Endemik bölgelerde insidental kanser ve rekürrens oranlarının daha yüksek olması nedeniyle, benign tiroid hastalıklarında total tiroidektominin tercih edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Aim: Total thyroidectomy is one of the surgical procedures that may be chosen in benign thyroid diseases. In our study we aimed to evaluate total thyroidectomy surgery in terms of its complications in Van – Muradiye region where endemic thyroid diseases are reported and to discuss by determining incidentally detected thyroid carcinoma rates. Material and Method: Age, sex, surgery indications, transient-permanent hypoparathyroidism, rates of temporary-permanent vocal cord paralysis were recorded from the files of patients who had total thyroidectomy surgery due to benign thyroid diseases between 2003 and 2010 in Van, Muradiye region. The incidence of thyroid carcinoma was determined from the post-operative pathology reports. Result: 208 patients who underwent total thyroidectomy due to their benign thyroid diseases were included in our study. When it was evaluated with regards to early period complications, post-operative hematoma was developed in one (0.48%) patient. Transient hypoparathyroidism and permanent hypoparathyroidism were detected respectively in 24 (11.53%) patients and in 1 (0.48%) patient. When it was evaluated with regard to vocal cord paralysis, while temporary vocal cord paralysis was detected in one (0.48%) patient, permanent vocal cord paralysis was not detected in any patient. Incidental thyroid carcinoma was reported in 23 (11.0%) patients. Discussion: When we consider that incidental thyroid cancer may be observed more frequently in endemic areas and its higher recurrence rates, we suppose that total thyroidectomy should be the method applied in benign thyroid diseases.

3.Cytoprotective effects of garden cress (Lepidium sativum L.) on bleomycin-induced pulmonary fibrosis in rats
Ahmet Küçük, Gökhan Oto, Hülya Özdemir
Pages 130 - 135
Amaç: Bu çalışmada bleomisin (BLM) uygulanan ratlarda, Lepidium sativum L.’nin akciğer fibrozisi üzerine sitoprotektif etkileri araştırıldı. Yöntem: Ratlar her grupta 8’er tane olmak üzere toplam 4 gruba ayrıldı. Birinci gruptaki ratlar kontrol grubu olarak ayrıldı. İkinci grup ratlara BLM 7,5 mg/kg canlı ağırlık oranında intratrakeal olarak tek doz şeklinde uygulandı. Üçüncü gruptaki ratlara tek doz 7,5 mg/kg BLM’ye ilave olarak Lepidium sativum L.’nin metanol ekstresi 20 mg/kg oral olarak 30 gün uygulandı. Dördüncü grup ratlara ise tek doz 7,5 mg/kg BLM’ye ilave olarak Lepidium sativum L.’nin su ekstresi 20 mg/kg oral olarak 30 gün uygulandı. Bulgular: 30. günde kontrol grubu ile karşılaştırıldığında, BLM uygulanan grupta, fibrozisin derecesinin anlamlı olarak yüksek olduğu (p<0.01) tespit edildi. Yine kontrol grubu ile karşılaştırıldığında Lepidium sativum L.’nin metanol ve su ekstrelerinde fibrozisin derecesinin anlamlı olarak yüksek olduğu (p<0.01) ancak bu grupların BLM grubu ile karşılaştırıldığında ise fibrozisin derecesinin anlamlı olarak düşük olduğu (p<0.01) tespit edildi. Lepidium sativum L.’nin metanol ekstresinin uygulandığı grup ile su ekstresinin uygulandığı grup karşılaştırıldığında ise gruplar arası farklılığın önemli olmadığı tespit edildi. Sonuç: Ratlarda BLM’nin neden olduğu akciğer fibrozisinin Lepidium sativum L. uygulamasıyla azaltılabileceği görüldü. Lepidium sativum L.’nin bu koruyucu etkinliğinin, güçlü antioksidan etkinliği ile serbest oksijen radikallerinin oluşumunu engellemesi ya da ortamdan eliminasyonu ile açıklanabileceği düşünülmektedir.
Aim: In this study, Lepidium sativum L.'s cytoprotective effects on pulmonary fibrosis was investigated in bleomycin (BLM)-induced rats. Methods: Rats were classified into 4 groups each group containing 8 rats. The first group was defined as the control group. In the second group, BLM was applied intratracheally as a single dose of 7,5 mg/kg. In the third group, in addition to the BLM, the metanol extract of Lepidium sativum L. was orally applied daily in 20 mg/kg dose for 30 days. In the fourth group, in addition to the BLM, the water extract of Lepidium sativum L. was orally applied daily in 20mg/kg dose for 30 days. Results: When control group was compared with the other groups, significant increase of fibrosis grade was determined in BLM-induced group (p<0.01). Comparing of water and methanol extract of Lepidium sativum L. with control group reveals that, grade of fibrosis is significantly higher in both groups than control group (p<0.01). However comparing of water and methanol extract of Lepidium sativum L. with BLM group was showed that, grade of fibrosis is significantly lower in both groups than the BLM group (p<0.01 ). Comparing of water extract of Lepidium sativum L. with methanol extract of Lepidium sativum L. did not show significant difference. Conclusion: The application of Lepidium sativum L. extract in pulmonary fibrosis in BLM- induced rats, can decrease grade of fibrosis. The cytoprotective effect of Lepidium sativum L. can be explained with strong anti-oxidant effect as obstructing the free oxygen radical formation or eliminating from the environment.

4.Retrospective evaluation of thirty-eight patients with tubo-ovarian abscess
Mehmet Yılmaz, Ünal İsaoğlu, İlhan Bahri Delibaş, Paşa Uluğ, Metin İngeç
Pages 136 - 139
Amaç: Çalışmamızda; kliniğimizde tubo-ovarian apse tanısıyla ameliyat edilen hastaları araştırarak predispozan faktörleri, klinik, laboratuvar sonuçlarını ve uygulanan cerrahi ve sonuçlarını tartışmayı amaçladık. Yöntem: Ocak 2011- Aralık 2012 tarihleri arasında iki referans klinikte tubo-ovarian apse sebebiyle ameliyat olan 38 hastanın dosyası retrospektif olarak incelendi. Hastaların demografik özellikleri, başvurudaki klinik özellikleri, tubo-ovarian apse için predispoze faktörleri, laboratuvar sonuçları, uygulanan ameliyat yöntemleri ve komplikasyonları incelendi. Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 32.4’tü. Başvuruda hastaların tamamında karın ağrısı, %76.3’ünde ateş ve %34.2 olguda kötü kokulu vajinal akıntı mevcuttu. %47.3 hastada rahim içi araç kullanımı, %23.6 hastada pelvik inflamatuar hastalık hikayesi, %13.1 hastada diyabetes mellitus, %10.5 hastada son iki ay içinde küretaja maruziyet ve %7.9 hastada son 1 ay içinde karın içi ameliyat varlığı tespit edildi. %94.7 hastada lökositoz ve tamamında C-Reaktif Protein (CRP) ve 1. saatte sedimentasyon yüksekliği saptandı. En sık izole edilen mikroorganizma Escherichia coli idi. Bir hastaya laparoskopi diğerlerine laparatomi yapıldı. 21 hastaya unilateral salpingooferektomi, 3 hastaya bilateral salpenjektomi, 6 hastaya total abdominal histerektomi+bilateral salpingooferektomi, 8 hastaya apse drenajı yapıldı. Sonuç: Morbidite ve mortalitedeki önemli sonuçlar sebebiyle tubo-ovarian apse için erken tanı ve tedavi önemlidir. Fertilite isteği olan kadınlarda organ koruyucu cerrahi uygulanabilir.
Aim: In the present study; by analyzing the data of patients with tubo-ovarian abscess, we aimed to discuss the predisposing factors, clinical and laboratory results, operations that were performed and their outcomes. Material: We retrospectively reviewed the medical records of 38 patients who were surgically managed for tubo-ovarian abscess in two referral hospitals between January 2011 and December 2012. We analyzed the data including; demographic and clinical features at admission, predisposing factors for TOA, laboratory results, surgical methods and complications. Results: Median age of the patients was 32.4 years. During admission, all patients reported abdominal pain, 76.3% had fever, 34.2% had malodorous vaginal discharge. Of the patients; 47.3% were detected to have an intrauterine device, 23.6% had a history of previous pelvic inflammatory disease, 13.1% had diabetes mellitus, 10.5% had a history of surgical abortion within a period of 2 months before their admission, and 7.9% had a history of intra-abdominal operation within 1 month before admission. Leukocytosis was detected in 94.7% of the patients and all had elevated CRP levels within the first hour. The most commonly isolated microorganism was Escherichia coli. Laparoscopy was performed in one patient while remaining of the patients underwent laparotomy. We performed unilateral salpingoopherectomy in 21 patients, bilateral salpingectomy in 3 patients, total abdominal hysterectomy and bilateral salpingoopherectomy in 6 patients, and abscess drainage in 8 patients. Conclusion: Early diagnosis and management of tubo-ovarian abscess is important due to its impact on morbidity and mortality. Organ-preserving surgery may be performed in women who have fertility desires.

5.Heme oxygenase products levels in stages of chronic obstructive pulmonary disease
Hülya Günbatar, Nevra Güllü Arslan, Bünyamin Sertoğullarından, Selami Ekin
Pages 140 - 144
Amaç: Heme oksijenaz 1; Tip-2 pnömosit ve alveoaler makrofajlardan salınan, akciğerde koruyucu görev yapan bir antioksidan enzimdir, Heme’i antioksidan ve antiinflamatuar özellikleri olan 3 farklı son ürüne; bilirubin, karbon monoksit ve demire indirger. Çalışmamız; Heme oksijenaz 1 enziminin son ürünlerinin Kronik Obstruktif Akciğer Hastalığı hastalarında evrelere göre değişimini incelemek amacı ile yapıldı. Yöntem: Çalışmaya Kronik Obstruktif Akciğer Hastalığı tanılı 55 hasta ve solunum fonksiyon testi normal olan 40 yaş üstü 21 gönüllü kişiden oluşan toplam 76 olgu dahil edildi. Hemogram, Total bilirubin ve serum demir düzeyleri merkez biyokimya laboratuarı’nda çalışıldı. Spirometrik testler; zorlu vital kapasite (FVC), 1. saniyedeki zorlu ekspiratuar volüm (FEV1) veFEV1/FVC oranını içerdi. Postbronkodilatör FEV1 değerlerine göre hastalar hafif, orta, ağır, çok ağır olarak sınıflandırıldı. Bulgular: Kontrol ve Çalışma grupları arasında bilirubin, demir, demir bağlama kapasitesi düzeyleri yönünden istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı. Kronik Obstruktif Akciğer Hastalığı evresi arttıkça bilirübin düzeyleri kendi aralarında artmış tespit edildi, istatistiksel anlamlı fark tespit edilmedi. Kronik Obstruktif Akciğer Hastalığı evresi arttıkça demir düzeyi istatistiksel olarak anlamlı azalmıştı. Sonuç: Kronik Obstruktif Akciğer Hastalığı evresi ağırlaştıkça demir düzeyinin düşmesi Heme oksijenaz 1 enziminde azalmaya işaret edebilir. Bu konuda ileri çalışmaların yapılmasına gerek vardır.
Aim: Heme oxygenase 1 is derived from alveolar macrophages and serves in the lung as a protective anti oxydant enzyme, reserves heme three antioxydant and anti-inflammatory final product; bilirubin, carbon monoxide and iron. The aim of our study was to examine Heme oxygenase 1 enzyme latest products in Chronic Obstructive Pulmonary Disease patients according to stages. Methods: The study included a total of 76 cases; 55 patients with Chronic Obstructive Pulmonary Disease and 21 volunteers older than 40 years old with normal lung function tests. Complete blood count, total bilirubin and serum iron levels were determined. Spirometric tests included forced vital capacity (FVC), forced expiratory volume in one second (FEV1) and FEV1/FVC rate. Patients were classified as mild, moderate, severe and very severe according to Postbronchodilator FEV1 values. Results: The control and study groups displayed no statistically significant differences in terms of bilirubin and iron levels, and iron binding capacity. Bilirubin levels were increased with increasing stage of Chronic Obstructive Pulmonary Disease among themselves, no statistically significant difference was detected. Iron levels were significantly decreased while the stage of Chronic Obstructive Pulmonary Disease increased. Conclusion: Increased Chronic Obstructive Pulmonary Disease stage with decreasing iron levels could point to decreasing Heme oxygenase 1 enzyme levels. Further studies on this subject are necessary.

6.Searching the invitro antibacterial activity of tigecycline on E.coli and Klebsiella spp.
Esin Doğantekin, Akif Doğantekin, Zülal Aşçı Toraman
Pages 145 - 149
Günümüzde gram negatif basillere bağlı enfeksiyonların tedavisinde kullanılan antimikrobiyal ajanlara karşı giderek artan direnç tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de önemli bir sağlık sorunu haline gelmiştir. Bu durum yeni antimikrobiyallerin geliştirilmesini gerektirmektedir. Tigesiklin yeni geliştirilen antimikrobiyal ajanlardan biridir. Glisilsiklin grubu ilaçların ilk üyesidir. Amaç: Bu çalışmada, Fırat Üniveristesi Hastanesi Mikrobiyoloji Laboratuvarında çeşitli klinik örneklerden izole edilen 25 Escherichia coli, 25 Klebsiella spp., olmak üzere 50 Gram negatif basilin tigesiklin duyarlılığının araştırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Bu suşların antibiyotik duyarlılıkları disk difüzyon yöntemiyle belirlenirken, tigesiklin duyarlılığı ise broth mikrodilusyon yöntemi ile test edilmiştir. Bulgular: Test edilen Escherichia coli ve Klebsiella spp. suşlarının %100’ü tigesikline duyarlı olarak bulunmuştur. Tartışma: Çalışmamızın sonunda tigesiklinin E.coli ve Klebsiella suşlarına karşı invitro etkinliğinin diğer beta laktamlar, aminoglikozidler ve florokinolonlardan daha fazla olduğu tespit edilmiştir.
At the present day, gradually increasing resistance to antimicrobial agents utilised for infections related to gram negative bacilli have become an important healthcare problem in our country, as in the whole world. This situation requires to develop new antimicrobial agents. Objective: Tigecycline is one of the last recent developed antimicrobial agents. It is the first member of glycilcycline group of drugs. Material and methods: In this study, that planned to search sensitivity of tigecycline on 50 Gram negative bacilli, 25 of them Escherichia coli, 25 of them Klebsiella spp, isolated from different clinical specimens in Fırat University Microbiology Laboratory. While antimicrobial susceptibility of these strains were determined with disc diffusion method, tigecycline susceptibility was tested by broth microdilution method. Results: 100% of 25 Escherichia coli, 100% of 25 Klebsiella spp strains tested were detected susceptible to tigecycline. Conclusion: At the end of our study it was found that tigecyclin had better in vitro efficiency on E. Coli and Klebsiella species than beta lactam antibiotics,aminoglycozides, or fluoroquinolones.

7.Surgical margin positivity: The comparison of open and laparoscopic radical nephrectomy
Ahmet Murat Bayraktar, Sedat Taştemur, Erkan Ölçücüoğlu, Mehmet Emin Şirin, Serkan Doğan, Öner Odabaş
Pages 150 - 153
Amaç: Renal hücreli karsinomun (RHK) altın standart tedavisi cerrahi olup son zamanlarda Laparoskopik Radikal Nefrektomi (LRN) Açık Radikal Nefrektominin (ARN) yerini almaktadır.Bu çalışmamızda kliniğimizde uygulanan LRN ile ARN'deki cerrahi sınır pozitifliğini karşılaştırdık. Gereç ve yöntem: Bu çalışmada Ocak 2005-Ağustos 2009 tarihleri arasında kliniğimizde RHK nedeniyle radikal nefrektomi yapılan 139 olgunun verileri retrospektif olarak incelendi. ARN’de subkostal insizyon yapılarak transperitoneal yaklaşım kullanılmıştır. LRN'de transperitoneal yaklaşım uygulanmıştır. Bulgular: Olguların 94’üne ARN, 45’ine LRN yapılmıştır. İki gruptaki hastaların demografik özelliklerinde ve patolojik spesimen özelliklerinde anlamlı farklılık bulunmamaktaydı. Cerrahi sınır pozitifliği ARN uygulanan 94 olgudan 5’inde (%5.3) görülürken LRN uygulanan 45 olgudan hiçbirinde cerrahi sınır pozitifliği görülmedi (p=0.17). Fakat aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. Sonuç: LRN, cerrahi sınır pozitifliği yönünden RCC hastalarında güvenli bir cerrahi yöntemdir.
Aim: Surgical removal is the gold standart treatment for renal cell carcinoma. In recent years laparoscopic radical nephrectomy has taken the place of open radical nephrectomy. In this study we compared the surgical margin positivity between laparoscopic and open radical nephrectomy performed in our clinic. Methods: We retrospectively analayzed the data from 139 patients who underwent radical nephrectomy between January 2005 and August 2009. Open radical nephrectomy was performed through a subcostal incision. Laparoscopic nephrectomy was performed by use of the transperitoneal approach in all cases. Results: Ninety-four patients underwent open radical nephrectomy and 45 patients underwent laparoscopic radical nephrectomy . There were no statistically significant differences between the two groups in the patients’ demographical data and pathological specimen. The surgical margin positivity was observed in 5 of 94 cases (5.4%) at ORN group and none of the 45 cases in LRN group (p: 0.17). But this result was statistically incoherent. Conclusion: LRN represents a safe surgical option about surgical margin positivity for RCC patients.

OLGU SUNUMU
8.Infantile hepatic hemangioendothelioma: A case report
Muhammet Emin Güldür, Hasan Çeçe, Leman Evren Yılmaz, Hüseyin Metineren, Muharrem Bitiren, İlyas Özardalı, Özgül Vurupalmaz
Pages 154 - 157
İnfantil hepatik hemanjioendotelyoma (İHH), çocukluk ve erken adelosan çağının benign vasküler bir tümörüdür. Olguların büyük çoğunluğu ilk altı ayda ortaya çıkar. Klinik olarak karaciğer rüptürü, kalp yetmezliği, sarılık, tüketim koagülopatisi gibi ciddi komplikasyonların oluşması ve çocukluk çağı karaciğer kitleleri ayırıcı tanısında düşünülmesi gerektiğinden olgumuzu sunmayı amaçladık. Olgumuz 4 günlük kız bebek olup karında şişlik ve sarılık şikâyeti ile Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Polikliniği’ne başvurdu. Yapılan USG, renkli Doppler USG ve BT tetkiklerinde karaciğer sağ lob posteriorunda kitle saptandı. Kitle sağ lobektomi ile total çıkarıldı. Materyalin makroskopik incelemesinde 7,5x5 cm. ölçülerinde, kapsül içermeyen, ortasında kanama ve nekrotik değişiklikler bulunan neoplastik doku görüldü. Mikroskopik incelemede lezyon şişkince endotel hücreleri ile döşeli küçük kan damarları ve normal görünümlü safra kanalları içermekteydi. Bazı kan damarlarının lümeninde ekstramedüller hematopoez ve trombus izlendi. İmmünohistokimyasal incelemelerde endotel hücreleri faktör-VIII, CD31 ve CD34 ile pozitif boyandı. Bu bulgular eşliğinde olgu İHH olarak değerlendirildi. Hayatın ilk 6 aylık döneminde en sık rastlanan ve önemli komplikasyonlara neden olabilen bu neoplazinin çocukluk çağı karaciğer tümörleri ayırıcı tanısında düşünülmesi gerekmektedir.
hepatic hemangioendothelioma (IHH) is a benign vascular tumor of infancy and early adolescence. Most cases present in the first 6 months. We aimed to introduce our case following the opinion that clinically the formation of such serious complications as liver rupture, heart failure, jaundice, consumptive coagulopathy and liver masses of infancy age should be taken into consideration in the differential diagnosis. Our case, a four day old baby girl, was admitted to Harran University Faculty of Medicine, Child Surgery Clinic with the complaints of abdominal distention and jaundice. On USG, color Doppler USG and CT scanning, a mass was seen in the right lobe posterior of the liver. The mass was totally removed through right lobectomy. On the gross examination of the material, was found a neoplastic tissue of 7,5x5 cm, having no capsule but bleeding and necrotic changes in the center. On microscopic examination, the lesion was composed of small vessel structures lined by plumper endothelial cells and normal appearance bile ducts. Extramedullary hematopoesis and thrombus were seen in some of the vessels. The endothelial cells were stained with Factor VIII, CD31 and CD34 on immunohistochemical examination. The case was regarded as IHH on account of these findings. Most commonly seen in the first six months of life and likely to cause serious complications, this neoplasm needs to be taken into consideration in the differential diagnosis of the liver tumors of the infancy age.

9.Hypercalcemia as a result of peripheral cholangiocarcinoma in a patient with delta hepatitis: A case report
Murat Atmaca, Ahmet Cumhur Dülger, Mehmet Emin Küçükoğlu, Deniz Bulut, Gülay Bulut
Pages 158 - 161
Maligniteli hastalarda osteolitik kemik metastazlarına veya paraneoplastik (humoral) nedenlere bağlı olarak hiperkalsemi gelişebilmektedir. Kolanjioselüler karsinom insidansı 1-2 / 100000 olan nadir bir kanserdir. Bu malignite biliyer traktın herhangi bir yerinde gelişebilir. Kolanjioselüler kanserin karaciğerdeki periferal yerleşimi nadirdir. Delta hepatitli olgularda hepatoselüler kanserden ayrımı oldukça zor olan bu malignitede humoral hiperkalsemi gelişimi nadirdir. Burada hiperkalsemi ile başvurup delta ajanlı kronik viral B hepatit ve kolanjioselüler kanser tanısı alan bir olgu sunuldu. Bu olgu bize delta ajanlı kronik viral hepatit B’li hastalarda saptanacak karaciğer kitlelerinin kolanjioselüler kanserde olabileceğini düşündürmektedir.
Hypercalcemia secondary to malignancy is common. It can be due to invasion of bone by tumor cells or may develop secondary to humoral hypercalcemia of malignancy. Cholangiocarcinoma is a rare cancer, with an incidence of 1 to 2 cases per 100.000 population. Cholangiocarcinoma can develop anywhere within the biliary tract. Peripheral cholangiocarcinoma is a rare form of the disease. When delta hepatitis is found, it is even more difficult to distinguish these tumors from hepatocellular carcinoma. Humoral hypercalcemia is a rare condition in Cholangiocarcinoma. Herein we report a case of intrahepatic cholangiocarcinoma in a hypercalcemic patient with delta hepatitis. Coexistance of delta hepatitis and cholangiocarcinoma is very rare. The possibility of cholangiocarcinoma should be considered in all patients with delta hepatitis.

10.Acute infantile hemorrhagic edema; Report of two cases
Ahmet Sert, Abdullah Yazar, Dursun Odabaş, Ayşe Yasemin Çelik
Pages 162 - 165
Amaç: Akut infantil hemorajik ödem, süt çocukluğu döneminde görülebilen ve klinik olarak ateş, deride palpabl purpura ve ödem ile karakterize akut kütanöz lökositoklastik vaskülittir. Hastalığın başlangıcı oldukça gürültülü bir seyir izlemesine karşın, klinik gidiş benign karakterde olup kısa sürede tamamen iyileşmektedir. Olgu sunumu: Bu çalışmada; deride purpurik döküntü ve ekstremitelerde ödem yakınmaları ile başvuran, klinik ve laboratuar incelemeleri sonucunda akut infantil hemorajik ödem tanısı almış iki olgu sunulmuştur. Sonuç: Henoch-Schönlein purpurası, meningokoksemi, purpura fulminans gibi hastalıklarla ayırıcı tanıda akut infantil hemorajik ödemin de düşünülmesi gerektiğini vurgulamak istedik.
Objective: Acute infantile hemorrhagic edema is an acute cutaneous leucocytoclastic vasculitis that can be seen in infancy and characterized by fever, palpable purpura and edema. Although it presents with severe symptoms; clinical course is benign and the disease resolves in a short time. Case report: In this report, two cases are presented that were admitted with cutaneous purpuric rash and edema of the extremities and, subsequently diagnosed as acute infantile hemorrhagic edema. Conclusion: We emphasize that acute infantile hemorrhagic edema should be kept in mind in the differential diagnosis of Henoch-Schonlein purpura, meningococcemia, and purpura fulminans.

11.Urachus adenocarcinoma: A case report and review of the literature
Sait Yamiş, Yüksel Küçükzeybek, Murat Tüken, İlyas Sayar, Kerem Taken
Pages 166 - 169
Urakus karsinomu oldukça nadir bir tümördür. Mesane kanserlerinin % 0,17-0,34’ünü oluşturur. Bu grup tümörlerde histopatolojik tanıların çoğu adenokarsinomdur. 26 yaşında erkek hasta makroskobik hematüri şikayeti ile hastanemize başvurdu. Ultrasonografi, bilgisayarlı tomografi ve sistoskopi tetkikleri sonrasında mesane kubbesinde tümöral oluşum saptandı. Transuretral rezeksiyon uygulandı. Histopatolojik inceleme sonrasında sistitis glandularis saptandı. Bunun üzerine açık operasyona karar verildi. Operasyon esnasında frozen sonucu adenokarsinom gelmesi üzerine parsiyel sistektomi ve pelvik lenfadenektomi operasyonu uygulandı. Olgu sunumu yapıldığı sırada, olgumuzun 10 aylık hastalıksız sağkalımı devam etmekteydi. Bu olgu, genç yaşta saptanan ve tanı anında uzak metastazı olmayan bir urakus tümörü olduğu için sunulmuştur.
Urachal carcinoma is an extremely rare tumor, comprising 0.17-0.34% of all bladder tumors. Most of the histopathological diagnosis is adenocarcinoma in this group of tumor. A 26-year-old man complaining of macrohematuria admitted to our institute. Ultrasonography, computed tomography and cystoscopy demonstrated a tumor at the bladder dome. Transurethral resection was performed. Adenocarcinoma was determined at the hystopathologic examination of the specimen. Patient has been alive and disease free for 10 months when this case was reported. Because of younger age and lack of distant metastases at the time of the diagnosis, the present case is found worth reporting.

12.Left main coronary artery aneurysm: A case report
Yüksel Kaya, Nihat Söylemez
Pages 170 - 172
Yapılan çalışmalarda, koroner arter anevrizmalarının anjiyografik insidansı %1.5-%4.9 olarak bildirilmiştir ve erkeklerde daha sık görülmektedir. Sol ana koroner arter anevrizması oldukça nadir görülen bir durumdur. Bu yazıda, kararsız angina pektorisle başvuran ve koroner anjiyografide dev sol ana koroner arter anevrizması gözlenen 66 yaşında bir erkek hasta sunulmuş ve tartışılmıştır.
The angiographic incidence of the coronary artery aneurysm is reported to be between 1.5% to 4.9%, and it is more frequent in males. The aneurysm of left main coronary artery is a rare entity. We present and discuss a 66-year-old male patient with unstable angina pectoris in whom a huge left main coronary artery aneurysm was observed in the coronary angiography.

13.Oral retinoid therapy in a newborn with lamellar ichthyosis
Özmert M.A. Özdemir, Liya Alkılıç, Nurdan Yıldırım, Şermin Çoban, Mehmet Nuri Acar, Mehmet Burak Gökdoğan, Haydar Gülmez
Pages 173 - 175
İktiyozis deriyi tutan, hiperkeratozis ile karakterize heterojen bir grup konifikasyon bozukluğudur. İktiyozisin bir formu olan lameller iktiyozis (Lİ), otozomal resesif geçişli olup sıklığı 300000 doğumda birdir. Tanı klinik bulgular, deri biyopsisi ve genetik tahlilleri içeren veriler ile konulmaktadır. Tedavisi cildin nemlendirilmesi, sıvı kaybının azaltılması ve keratolitikleri içermektedir. Oral retinoidler, Lİ tedavisinde oldukça yararlı etkilere sahiptir, ancak altta yatan sorunu gidermez. Burada, Lİ tanısı konulan prematüre bir yenidoğan, oldukça nadir görülmesi ve oral retinoid tedavisine çok iyi yanıt vermesi nedeniyle sunuldu.
Ichthyoses are a heterogeneous group of cornification disorders affecting the skin and characterized by hyperkeratosis. Lamellar ichthyosis (LI) is a form of them. The incidence of LI inherited autosomal recessive is 1 per 300000 live births. The diagnosis is based on clinical data and analyses including skin biopsies and genetic results. Therapy includes moisturizing of the skin, restriction of fluid loss and keratolytics. Oral retinoids have a benificial effect in LI, but do not alter the underlying defect. Herein, a premature newborn with LI is reported because of its rare occurrence and very good response to oral retinoid therapy.

14.Dynamic contrast enhanced ultrasonography and hepatocellular carcinoma case report
Mikail İnal
Pages 176 - 179
Hepatosellüler karsinomaların tanısında; gri skala ultrasonografi, renkli Doppler ve power Doppler US ilk inceleme yöntemleridir. Lezyonun karakterizasyonunda ise genellikle dinamik kontrastlı bilgisayarlı tomografi veya manyetik rezonans görüntüleme kullanılır. Ancak son yıllarda gelişen dinamik kontrastlı ultrasonografi, fokal karaciğer lezyonlarının ve hepatosellüler karsinomaların tanısında, lezyonların karakterizasyonunda karaciğer ultrasonunun rolünü artırmıştır. Biz burada bir hepatosellüler karsinoma olgusundaki dinamik kontrastlı ultrasonografi bulgularını sunuyoruz.
Gray scale ultrasonography, color and power Doppler US are the first examination techniques in the diagnosis of hepatocellular carcinomas. The characterisation of hepatocellular carcinoma usually relies on dynamic contrast enhanced computed tomography or magnetic resonance imaging. Recently dynamic contrast enhanced ultrasonography has extended the role of liver ultrasound in the detection and characterisation of focal liver lesions and hepatocellular carcinomas. In this report, we present a case of hepatocellular carcinoma examined by dynamic contrast enhanced ultrasonography.

15.Acute myocardial infarction associated with giant left anterior descending coronary artery aneurysm: Case report
Serkan Akdağ
Pages 180 - 182
Koroner arter anevrizması, koroner arter anomalileri içinde nadir görülen bir durumdur. Anjiyografik insidansı % 0.3 ile % 5,2 olarak bildirilmiştir. En sık nedeni koroner ateroskleroz olup olguların önemli bir kısmında inflamatuvar hastalıklar ve bağ dokusu hastalıkları saptanmıştır. Bu yazımızda, akut anteriyor miyokard enfarktüsü ile başvuran ve koroner anjiyografide dev sol ön inen koroner arter anevrizması saptanan 50 yaşında bir erkek hasta sunulmuştur.
Coronary artery aneurysms are rare cases among the coronary artery anomalies. Their angiographical incidence has been reported between 0.3 % and 5.2 %. The most common etiology was the coronary atherosclerosis, and iIn a significant proportion of the cases, inflammatory diseases and connective tissue diseases have been detected. In this paper, a 50-year-old male patient accepted with acute anterior myocardial infarction and with giant coronary artery aneurysm of the left anterior descending coronary artery in coronary angiography is presented.

16.Aspiration of a sharp foreign body: A case report
Aysel Sünnetçioğlu, Sevdegül Karadaş, Senar Ebinç
Pages 183 - 185
Yabancı cisim aspirasyonu veya yutma, çocuklarda sık rastlanılan bir durum olsa da ülkemizde erişkin yaşlarda özellikle genç bayanlarda da iğne yutma veya aspire etme ile sık karşılaşılmaktadır. Yutulmuş gastrointestinal yabancı cisimlerin tedavisinde kullanılan yaklaşımlar; endoskopi, gözlem ve cerrahidir. Aspire edilen yabancı cisimlerin çıkarılmasında çocuklarda genellikle rijid bronkoskopi kullanılırken, erişkinde hem rijid hem de fiberoptik bronkoskopi kullanılır. Bölgemizde özellikle başörtüsü takma esnasında genç bayanlarda iğne aspirasyonu veya yutulması acil servislerde oldukça sık karşılaştığımız bir durumdur. Bu çalışmada kliniğimize iğne aspirasyonu ile başvuran bir olgu sunulmuştur.
Even if the aspiration or swallowing of foreign body is a common situation in children, it is often encountered with swallowing or aspiration of needle in adult ages especially in young women in our country. The approaches used in the treatment of the swallowed gastrointestinal foreign bodies are endoscopy, observation and surgery. While a rigid bronchoscopy is usually used in the removal of the aspirated foreign bodies in children, both rigid and fiberoptic bronchoscopy are used in adults. In our region, the aspiration or swallowing of needle in young women especially during the wearing of headscarves is a situation that we have quite frequently encountered in the emergency services. We herein aimed to present a case admitted to our clinic with the aspiration of a needle.

17.Severe acute asthma attack in the emergency department: A case report
Aysel Sünnetçioğlu, Sevdegül Karadaş, Şeyma Yenil
Pages 186 - 188
Astım atakları akut başlayan ve acil müdaheleyi gerektiren solunum sistemine ait sorunlar içinde klinikte en sık karşılaşılan gruptur. Astım sıklıkla çocuklarda ve genç erişkinlerde görülen, akut alevlenmelerle seyreden kronik bir hastalıktır. Akut astım ataklarının tedavisinde ilk basamak, atağın şiddetini değerlendirmek ve hastanın solunum yetmezliği riskini ortaya koymaktır. Solunum yetmezliği riski çok nadir karşılaşılan bir durum olmasına rağmen, bazı yazarlara göre klinik değerlendirmeye bile yetmeyecek kadar kısıtlı zaman içinde hızlı davranılması gerekmektedir. Burada analjezik kullanımı sonrası akut astım atağı ile acil servise gelen, hızlı ve yoğun tedavi sonrası mekanik ventilasyon ihtiyacı kalmayan tedaviye hızlı cevap veren bir olgu sunuldu.
The group, asthma attacks of which acutely start and that requires the emergency intervention is the most frequently encountered group within the problems belonging to the respiratory system in the clinic. Asthma attacks are very often seen in children and young adults and these symptoms can occur at any time of the life. The first step in the treatment of acute asthma attacks is to assess the severity of the attack and to determine the risk of respiratory failure of the patient. Although the risk of respiratory failure is a very rarely encountered situation, it is necessary to act very quickly within the limited time that will not even allow the clinical evaluation according to some authors. Admitted to the emergency department with acute asthma attack after the use of analgesics, disappearing the need for the mechanical ventilation after a rapid and intensive treatment and responding to treatment very quickly, a case was presented in this study.

DERLEME
18.New roles of mast cells in cancer and angiogenesis
Azize Yasemin Göksu Erol
Pages 189 - 193
Mast hücre (MH)’lerinin alerji ve parazit infestasyonlarındaki iyi bilinen rollerine ek olarak birçok fonksiyonları bulunmaktadır ve bakteriyel enfeksiyonlar, inflamasyon, anjiyogenez, doku tamiri ve yara iyileşmesi gibi birçok farklı olayda rol oynadıkları bilinmektedir. Ayrıca MH’nin kanserde de önemli rolleri mevcuttur. MH’lerin tümör büyümesindeki potansiyel etkileri şu şekilde kategorize edilebilir: MH ile düzenlenen sitotoksisite gibi tümör hücrelerine direkt etkileri, yada MH ile düzenlenen anjiyogenez, komşu çevre dokusunda remodeling ve immün hücrelerin o bölgeye çekilmesi gibi indirekt etkileri. Bu yazımızda, MH’lerin kanserdeki önemi, sitotoksik ve fagositotik etkileri ve anjiyogenez ile ilişkileri son literatür verileri ve kendi çalışma sonuçlarımız ışığında tartışılacaktır.
Mast cells have many functions in addition to their well–known roles in allergy and parasitic infestations and involve in various events such as bacterial infections, inflammation, angiogenesis, tissue repair, and wound healing. Besides, mast cells have important roles in cancer. Potential mast cell effects on tumor growth can be categorized as either direct effects on tumor cells, such as mast cell–mediated cytotoxicity, or indirect effects such as mast cell–directed angiogenesis, tissue remodelling of the neighbouring environment and immune cell recruitment. In this review, the importance of mast cells in cancer, their cytotoxic and phagocytotic effects, and their relationship with angiogenesis will be discussed in the light of the recent literature and our study results.

19.The analysis of surgical materials used in percutaneous nefrolithotomy surgery
Mehmet Bilgehan Yüksel, Ayhan Karaköse, Necip Pirinççi
Pages 194 - 197
Perkütan nefrolitotomi (PCNL) böbrek taşlarının tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Teknolojinin gelişimine paralel olarak PCNL ameliyatında kullanılan araç ve gereçlerin gelişmesi, PCNL işleminin güvenirliliğini ve etkinliğini arttırmaktadır. Bu derlemede PCNL ameliyatında kullanılan araç ve gereçlerin literatür eşliğinde analizi yapılmıştır.
Percutaneous nephrolithotomy (PCNL) has been widely used in the treatment of kidney stones. PCNL in parallel with developments in technology, the development of tools and equipment used in surgery, increase the safety and efficacy of PCNL procedure. In this review, PCNL surgery tools and equipment used in the literature are analyzed.

LookUs & Online Makale