E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 21 (4)
Volume: 21  Issue: 4 - 2014
1.Cover

Pages I - II

KLINIK MAKALE
2.Characteristics of Patients Who Underwent Lower Extremity Venous Doppler Ultrasound
Hasan Öztürk, Şenay Yener Öztürk
Pages 193 - 196
Amaç: Alt extremite venöz doppler ultrasonografi yapılan kişilerde venöz yetersizlik oranları araştırıldı. Gereç ve Yöntem: Van Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi Radyoloji Ünitesinde çeşitli şikayetler ile kardiyoloji ve kalp damar cerrahisi polikliniğine başvuran alt ekstremite venöz sisteme yönelik Doppler US incelemesi yapılan 1328 hastanın (406 erkek, 922 kadın), raporları retrospektif olarak tarandı. Bulgular: İncelenen 1328 hastanın 355’inde (%26.7) en az bir vende derin venöz, yetmezlik (87 erkek %21.4, 268 kadın %29) saptandı. Çalışma grubunda 146 (%11) kişide (53 erkek, 93 kadın) derin venlerin en az birinde akut veya kronik dönemde venöz tromboz izlenmiştir. Sonuç: Alt ekstremite venöz yetersizliği polikliniğe başvuran hastalarda sık olarak görülmektedir. Bu hastalık konusunda duyarlılık artırılırsa topluma daha fazla fayda sağlanabilir.
Aim: The present study aimed to evaluate venous insufficiency rates in patients who were applied lower extremity venous Doppler ultrasonography. Materials and Methods: Lower extremity venous system Doppler ultrasound examination reports were retrospectively scanned in 1328 patients (406 male, 922 female), for several complaints application with the cardiology and cardiovascular surgery outpatient clinic of the lower extremity venous system in the Van Training and Research Hospital. Results: At least one deep venous insufficiency was detected in 355 (26.7%) patients (21.4% of 87 males, 29%. of 268 females). In the study group, 146 (11%) subjects (53 male, 93 female) at least one venous thrombosis of the deep veins at acute or chronic stage was observed. Conclusion: Lower extremity venous insufficiency is common. If awareness about this disease is increased, more benefits can be provided to the society.

3.Our Results of Intracavitary BCG in the Treatment of Non-Muscle Invading Bladder Tumors
Ercan Öğreden, Erdal Benli
Pages 197 - 202
Amaç: Bu çalışmada, kasa invaze olmayan mesane tümöründe uygulanan intrakaviter Bacillus Calmette-Guerin tedavisinin nüks riski taşıyan olgularda etkinliğinin değerlendirilmesi. Gereç ve Yöntem: Mayıs 2009-Haziran 2013 tarihleri arasında transizyonel epitel hücreli yüzeyel mesane tümörü tanısı ile ya da insidental olarak bu tanıyı alan 52 olgu değerlendirmeye alındı. Bu hastalara başlangıçta transüretral rezeksiyon uygulandı ve ardından patoloji sonucuna göre yüzeyel mesane tümör tanısı alan olgular çalışmaya alındı. Cerrahi sonrası olgular progresyon ve nüks açısından yüksek riskli ve düşük riskli olarak iki sınıfa ayrıldı. Düşük riskli olarak sınıflandırılan 30 hasta işlemden 3 hafta sonra, 6 hafta süreyle haftada 1 kez intravezikal 81 mg Pasteur Bacillus Calmette-Guerin verildi. Yüksek riskli olarak değerlendirilen 22 olguya ise 6 haftalık tedaviye ek olarak ayda 1 kez olmak üzere toplam 3 ay BCG tedavisi uygulandı. Takipte nüks saptanan olgulara transüretral rezeksiyon yapılıp tümörün önceki sonucuna göre grade, evre, progresyon değişiklikleri ve nüks süreleri kaydedildi. Bulgular: Mesane tümörü tanısı alan olguların yaş ortalaması 64.9 (20-91 yıl) olarak belirlendi. Hastaların 11’i kadın, 41’ i erkek 4’ü ise 40 yaş altındaydı. Özellik taşıyan hastalardan biri 20 yaşında, diğeri ise 13 haftalık gebe olan bir kadındı. Ortalama 40 ay süreyle takip edilen 52 hastadan 7’ sinde (%13) nüks gözlenmiştir. Nüks gözlenen 7 hastanın 2’sinde (%2.8) histopatolojik olarak tümörün grade ve evresinde artış izlendi. Sonuç: Transüretral mesane tümörü rezeksiyonunu takiben orta ve yüksek nüks riski taşıyan, kas invaze olmayan mesane tümörlerinde, intravezikal Bacillus Calmette-Guerin immünoterapisi ve indüksiyon Bacillus Calmette-Guerin tedavisi, tümör nüks ve progresyonunu önlemede oldukça etkili bir seçenek olduğu gözlendi.
Aim: To evaluate the effectiveness of intracavitary bacillus Calmette-Guerin therapy in non-muscle-invading bladder tumors applied in patients at risk of relapse. Materials and Methods: Between May 2009-June 2013, 52 patients who were diagnosed or incidentally detected to have superficial bladder transitional cell tumor were evaluated. Initially epithelial transurethral resection was performed to these patients, and the patients proven to have superficial bladder cell tumor histopathologically were included in the study. After the surgery, the patients were divided into two groups such as low risk group and high risk group in terms of progression and relapse. In 30 patients comprising low risk group, intravesical Bacillus Calmette-Guerin Pasteur 81 mg was administered 1 time per week for 6 weeks 3 weeks after the procedure. In 22 patients comprising high risk group, 1 time per month dose of 27 mg Bacillus Calmette-Guerin was administered 3 times in addition to the previous 6 months therapy. In patients with relapse, transurethral resection was repeated and tumor grade, stage, progression and recurrence times were recorded. Results: The mean age of patients diagnosed with bladder cancer was 64.9 years (range: 20-91 years). Of the patients 11 were female, while the number of cases diagnosed under the age of 40 was 4. The youngest patient was 20 years old male. One of the cases was 13 weeks pregnant woman. The patients were followed up for an average of 40 months, and a recurrence rate of 13% (7 of 52 patients) was observed. Two of the 7 patients with recurrence showed some improvement in histopathological tumor grade and stage. Conclusion: Intravesical Bacillus Calmette-Guerin immunotherapy and induction Bacillus Calmette-Guerin therapy is an effective option in preventing tumor recurrence and progression after transurethral resection of non-muscle invasive superficial bladder cancer.

4.Evaluation of OSAS Patients
Ahmet Arısoy, Hülya Günbatar, Selami Ekin
Pages 203 - 205
Amaç: Obstruktif sleep apne sendromu (OSAS) milyonlarca insanı etkileyen, uyku sırasında üst solunum yollarının tam veya parsiyel tıkanması ve desaturasyonlarla seyreden önemli bir sağlık sorunudur. Türkiye’de OSAS prevelansı %0.9 ila %1.9 arasındadır. OSAS yaş, cinsiyet, boyun çapı, obesite, sigara-alkol alımı gibi faktörlerle ilişkilidir. Çalışmamızda OSAS tanısı almış hastalarımızın özelliklerini inceledik. Yöntem: Çalışmamızda 2012 ve 2013 yıllarında uyku birimimize başvuran hastalardan orta ve ağır OSAS’lı 36 hastamızı, bunların demografik özelliklerini, polisomnografik özelliklerini inceledik. Bulgular: 27 ağır OSAS ve 9 orta OSAS’lı hastalarımız çalışmaya dahil edildi. Ortalama body mass indeksi (BMI) 33.38, boyun çapları ortalaması 37.77 cm, apne-hipopne indeksi ortalamaları 36.44’dü, pozisyon bağımlı hasta sayımız 8 ve rapid eye movement (REM) bağımlı hasta sayımız 6 idi. Sonuç: Sonuç olarak hastalarımızın bir kısmının pozisyon bağımlı ve REM ilişkili iken diğerlerinde bu ilişkinin olmadığı gösterildi.
Aim: Obstructive sleep apnea syndrome (OSAS) affects millions of people. OSAS is characterized by complete or partial obstruction of the upper airways and desaturations during sleep, and is an important health problem. The prevalence of OSAS is between 0.9% to 1.9% in Turkey. OSAS is associated with factors such as age, gender, neck circumference, obesity, smoking and alcohol intake. We studied OSAS patients who diagnosed in our clinic. Material and Methods: In thirty six moderate and severe OSAS patients who admitted to our clinic in 2012 and 2013, demographic characteristics and polysomnographic findings have been examined. Results: There were 27 severe and 9 moderate OSAS patients. Patients’ mean body mass index (BMI) was 33.38, neck circumference was 37.77cm, mean apnea-hypopnea index was 36.44. Position dependent OSAS number was 8 and REM dependent OSAS number was 6. Conclusion: As a result, part of some our patients were position- and some were REM-dependent, others were independent.

5.Frequency of Pulmonary Embolism in Patients Hospitalized With COPD Acute Exacerbation
Hanifi Yıldız, Selami Ekin, Selvi Aşker, Bülent Özbay, Bünyamin Sertoğullarından
Pages 206 - 209
Amaç: KOAH (Kronik Obstruktif Akciğer Hastalığı) akut atak ile yatırılan hastalarda pulmoner emboli sıklığını araştırmak. Gereç ve Yöntem: Kliniğimize 2005 ve 2007 yılları arasında KOAH akut atak ile yatırılan 33 hasta (19’u erkek 14’ü kadın) prospektif olarak incelendi. Tüm hastalar kontrastlı çok kesitli bilgisayarlı tomografi (ÇKBT) ile tarandı. Ani göğüs ağrısı ve nefes darlığı semptomları kaydedildi. İnceleme için FEV1 (Zorlu Ekspiratuar Volüm), D-dimer, Ekokardiyografi (EKO) ve ÇKBT kullanıldı. Pulmoner emboli ile yaş, cinsiyet, FEV1, ortalama pulmoner arter basınçları ve D-dimer sonuçları arasındaki ilişki karşılaştırıldı. Sonuç: Çalışmamızda KOAH akut alevlenmeleriyle yatırılan hastalarda, akciğer emboli insidansının sık olduğu (%9) bulundu. Bu nedenle KOAH akut atak ile yatırılan hastalardan ani göğüs ağrısı olanların pulmoner emboli açısından araştırılması gerektiği sonucuna varılmıştır.
Aim: In this study, it was aimed to investigate the frequency of pulmonary embolism in the patients hospitalized with the acute exacerbations of COPD (Chronic Obstructive Pulmonary Disease). Methods: For this purpose, 33 patients (19 men and 14 women) hospitalized in our clinic with the exacerbations of COPD between 2005 and 2007 were prospectively studied. All patients were scanned by contrast-enhanced multislice spiral computed tomography (MSCT). Symptoms of sudden chest-pain and dyspnea were recorded. For the analysis, FEV1 (Forced Expiratory Volume), D-dimer, Echocardiogram (ECHO) and the contrast-enhanced MSCT were used. Relationship between pulmonary embolism, age, sex, FEV1, mean pulmonary arterial pressure, and D-dimer results were compared. Conclusion: In our study, it was found that the incidence of pulmonary embolism was common in the patients hospitalized with exacerbations of COPD (9%). For this reason, it has been concluded that patients who have sudden chest pain must be investigated with contrast enhanced MSCT in terms of the probability of pulmonary embolism.

6.Some Biochemical and Haematological Parameters in the Second Trimester of Pregnancy
Arzu Comba, Handan Mert
Pages 210 - 215
Amaç: Bu çalışmada, Van İlinin kırsal kesiminde yaşayan ve gebeliği süresince herhangi bir ilaç (demir, folik asit, vitamin B12) ilavesi almayan, gebeliğinin ikinci trimesterindeki 60 gebe ile aynı yörede yaşayan ve gebe olmayan sağlıklı 30 kadında folik asit, vitamin B12, demir, demir bağlama kapasitesi, transferrin, ferritin, hemoglobin ve hematokrit düzeyleri ile beslenme durumları araştırıldı. Yöntem: Gebe ve kontrol grubunun folik asit ve ferritin ölçümü immunoassay yöntemi ile; vitamin B12 analizi competitive chemiluminescent enzyme immunoassay yöntemi ile; demir, demir bağlama kapasitesi ve transferrin ölçümleri immunoturbidimetrik yöntemi ile serum da yapılırken; hemoglobin ve hematokrit ölçümleri tam kanda empedans yöntemi ile yapıldı. Bulgular: Kontrol grubunun %60’ı, gebelerin ise %58’inin yetersiz beslendiği saptandı. Gebelerde folik asit, vitamin B12, demir, ferritin, hemoglobin ve hematokrit düzeyleri kontrollere göre istatistiksel olarak p<0.001 önemle düşük bulunurken, demir bağlama kapasitesi ve transferrin p<0.001 önemle yüksek bulundu. Sonuç: Kırsal ve sosyo-ekonomik olarak düşük şartlarda yaşayan gebe kadınların temelde beslenmeye bağlı olarak hemoglobin düzeylerinde saptanan nispi düşüklük muhtemel bir anemiye işarettir. Gebelikte aneminin tedavisi zaman aldığından, maternal ve fetal defektler oluşmasını önlemek için gebelik öncesi anemi teşhisinde kullanılan kritik parametreler ölçülüp, kadınlar anemi yönünden değerlendirmeli, mineral ve vitamin takviyeleri ile sorun engellenmelidir.
Aim: This study was done on the 60 pregnant women who didn’t take any supplementary medicine (iron, folic acid, vitamin B12) in the second trimesters of their pregnancy and 30 healthy non-pregnant women living in the village of Van. The levels of folic acid, vitamin B12, iron, iron-binding capacity, tansferrin, ferritin, hemoglobin, hematocrit and their nutritional status were researched. Method: Folic acid and ferritin analysis were done by immunoassay techniques, vitamin B12 analysis by competitive chemiluminescent enzyme immunoassay technique, iron and iron-binding capacity, transferrin by immunoturbidimetric assay in serum, hemoglobin and hematocrit masurement were done in whole blood by empedans technique in pregnant and healthy control group. Result: The ratio of insufficient nutrition of control and pregnant group, were 60% and 58% respectively. The folic acid, vitamin B12, iron, ferritin, hemoglobin and hematocrit values were significantly low (p<0.001), but the levels of iron binding capacity and transferrin were significantly high (p<0.001) than the controls. Conclusion: As a conclusion the decreases of hemoglobin in pregnant women due to nutritonel imbalances living in rural area and low economical conditions, reflect a possible anemia. Because anemia treatment in pregnant women takes time, to protect maternal and fetal defects the critical parameters for the detection of anemia must be measured. Women must be evaluated for anemia, and necessary mineral and vitamin supplements must be advised to prevent anemia in the pregnancy.

7.Van İlindeki Nörolojik Özürlülük Durumunun Değerlendirilmesi
Ülgen Yalaz Tekan, Devrimsel Harika Ertem, Elif Gökçal, Vedat Çilingir, Fügen Polat
Pages 216 - 224
Amaç: Nörolojik fonksiyon kaybı oluşturan durumlar, kişilerin günlük yaşamlarını etkileyerek özürlülüğe neden olmaktadır. Sağlık hizmetlerinin yönetimi için özürlülük alanında uygun toplanmış verilere ihtiyaç vardır. Bu çalışmada hastanemiz sağlık kurulunda nörolojik açıdan değerlendirilen olguların özürlü sağlık kurulu raporlarının incelenmesi ve elde edilen veriler yoluyla ülkemizdeki özürlülükle ilgili istatistiklere katkıda bulunulması amaçlanmıştır. Yöntem: 15 Mayıs–15 Kasım 2012 tarihleri arasında sağlık kurulunda nörolojik değerlendirmeden geçen olguların sosyodemografik özellikleri, başvuru sebepleri, nörolojik hastalıkları ve özür oranları geriye dönük olarak incelenmiştir. Bulgular: Hastanemiz sağlık kuruluna başvuran 3034 olgunun 825’inde (%27.2) nörolojik hastalık saptandı. Bunların 450’si (%54.5) erkek, 375’i (%45.5) kadın ve yaş ortalaması 41.8’di. Nörolojik özürlülük saptanan olguların %22.3’ü 10 yaşından küçüktü. Başvuru nedenleri arasında demans (%20.9), serebrovasküler hastalıklar (%14.9), serebral palsi sekeli (%14.3) ve epilepsi (%14.2) ilk sıralarda yer almaktaydı. En sık başvuru sebebinin bakım ücreti talebi (%55.1) olduğu görülürken özel eğitim ve rehabilitasyon için yapılan başvuruların kabul oranının en yüksek (%98.7) olduğu belirlendi. Sonuç: Ülkemizde nörolojik özürlülükle ilgili yapılan çalışmaların sınırlı sayıda ve verilerin yetersiz olduğu görülmektedir. Bu araştırmanın bölgedeki nörolojik özürlülük nedenleri ve sıklığının anlaşılması açısından iyi bir örnek oluşturduğunu düşünmekteyiz.
Aim: Conditions resulting in loss of neurological functions affect the daily lives of the individuals, thus causing impairment. Collection of data related to neurological disability is needed for management of public health services. The aim of this study was to review medical disability reports of the cases examined neurologically by the medical committee of our hospital, and to evaluate the results of these reviews and present the obtained data to contribute to the statistical data relating to disability status in our country. Material and Methods: Socio-demographic features, application reasons, types of neurological disorders and disability rates of the cases examined neurologically by our medical committee from 15th May–15th November, 2012 were evaluated retrospectively. Results: Neurological disorder was found in 825 (27.2%) of 3034 cases who applied to medical committee of our hospital. Of these patients, 450 (54.5%) were males vs. 375 (45.5%) females with a mean age of 41.8. 22.3% of neurologically disabled cases were pediatric patients ?10 years of age. Dementia (20.9%), cerebrovascular diseases (14.9%), cerebral palsy sequelae (14.3%) and epilepsy (14.2%) ranked among the most frequent pathologies. The most frequent application reason was seen to be requests for patient care fee (55.1%) and it was found that referrals for special education and rehabilitation had the highest rate of approval (98.7%). Conclusion: There are a limited number of studies and lack of data relating to neurological impairment in our country. We postulate that the present study is a good example for showing the causes and frequencies of neurological disabilities in the relevant region.

8.Risk of Development of Chronic Obstructive Pulmonary Disease in Smokers and in People with Exposure to Biomass Pollution
Selvi Aşker, Selami Ekin, Ahmet Arısoy, Hanifi Yıldız, Hülya Günbatar, Bünyamin Sertoğullarından
Pages 225 - 229
Amaç: Sigara içenlerde ve tandır dumanı maruziyeti olanlarda kronik obstrüktif akciğer hastalığı gelişme riskini araştırmak. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya akciğerler ile ilgili yakınması olmayan toplam 288 gönüllü alındı. Sigara kullanma durumu ve tandır dumanı maruziyeti kaydedildi. Tüm katılımcılar spirometre ile tarandı. Solunum fonksiyon testleri yapıldı ve birinci saniye zorlu ekspiratuar hacim (FEV1), zorlu vital kapasite (FVC), birinci saniye zorlu ekspiratuar hacmin zorlu vital kapasiteye oranı (FEV1/FVC) değerleri kaydedildi. Bulgular: Katılımcıların 265’i (%92) erkek, 23’ü (%8) kadındı. Yaş ortalamaları ve standart sapmaları 44±12 dır. Tandır dumanına maruz kalanların sayısı 109 (%37.8) dur. Sigara içenlerin sayısı 179 (%62.2) dur. Sigara içenlerin ortalama içtikleri sigara sayısı yılda 34.8 paket olarak hesaplandı. Tüm katılımcılar için ortalama FEV1 %91±2 ve ortalama FEV1/ FVC oranı %83±7 idi. FEV1/FVC oranı %70’den az olanların sayısı 6 (%2.1) olarak bulundu. FEV1 % 80’den az olanların sayısı 25 (%8.7) bulundu. Sigara tüketimi ile FEV1 % ve FEV1/ FVC oranı arasında negatif bir ilişki saptandı (p<0.05). Tandır dumanı maruziyeti ile FEV1 % ve FEV1/ FVC oranı arasında negatif bir ilişki saptandı. (p<0.05). FEV1/FVC ile yaş arasında negatif bir ilişki saptandı (p<0.05). Sigara içen ve tandır dumanı maruziyeti olan gruplar arasında FEV1 % ve FEV1 / FVC değerleri bakımından istatistik olarak anlamlı fark saptanmadı. Sonuç: Çalışma bölgemizde yaşayan anket çalışmasına katılanların büyük çoğunluğunun sigara içtiğini ve yaklaşık yarısının tandır dumanına maruz kaldıklarını ve ileri yaşlarda kronik obstrüktif akciğer hastalığı yönünden risk taşıdıklarını göstermiştir.
Aim: To investigate the risk of development of chronic obstructive pulmonary disease in smokers and in people with exposure to biomass. Material and Method: A total of 288 volunteers with no complaint related to the lungs, were included to the study. Smoking status and exposure of biomass pollution were recorded. All participants were screened with spirometry. Respiratory function tests were performed and FEV1, FVC, and FEV1/FVC values were recorded. Results: 265 (92%) of the participants were male and 23 (8%) were female. The mean age was 44 ±12. Biomass exposure was 109 (37.8%). The number of smokers was 179 (62.2%). The cigarettes smoked by smokers was calculated as 34.8 per year. The mean FEV1 and FEV1/ FVC were % 91+2 and % 83±7, respectively. The number of FEV1/FVC lower than 70% was six (2.1%). FEV1 lower than 80% was 25 (8.7%). A negative correlation was detected between the cigarette usage and FEV1 % and FEV1/ FVC (p1<0.05, p2<0.05). A negative correlation was detected between the exposure of biomass and FEV1 % and FEV1/FVC (p<0.05, p<0.05). A negative correlation was detected between FEV1/FVC and age (p<0.05). No statistically significant difference was detected between the group of smokers and the group that exposed to biomass by means of FEV1 % and FEV1/FVC. Conclusion: Our study showed that the majority of participants involved in this survey were smokers and nearly half of them had exposure to biomass and were carrying risk in older ages by means of chronic obstructive pulmonary disease.

9.The Evaluation of Newborns with Meconium Aspiration Syndrome in Neonatal Intensive Care Unit
Velat Şen, Müsemma Karabel, Ünal Uluca, Elif Ağaçayak, İlhan Tan, Fesih Aktar, İlyas Yolbaş
Pages 230 - 235
Amaç: Mekonyum aspirasyon sendromu (MAS) term infantlarda solunum sıkıntısı nedenlerinden olup değişken morbidite ve mortalite ile seyredebilmektedir. Bu çalışmanın amacı MAS tanısı konan yenidoğanlarda demografik verileri, muhtemel risk faktörlerini ayrıca morbidite ve mortalite ile ilgili durumları değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmamızda Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi’nde (YYBÜ) Ocak 2011- Eylül 2013 tarihleri arasında MAS tanısı alan 106 yenidoğan retrospektif olarak değerlendirildi. Bulgular: MAS YYBÜ yatışlarının %1.05’inden sorumlu bulundu. Olgularımızın 51’i (%48.1) erkek, 55’i (%51.9) kız, 63’ü (%59.4) term, 25’i (%23.6) post-term idi. Gestasyon haftaları 38.6 ± 2.4 (34-43) hafta, doğum ağırlıkları 3136 ± 655 (1700-4300) gr bulundu. Ortalama yatış süreleri 8.7 ± 4.4 (3-27) gündü. 54 (% 50.9) olgunun 1. dakika Apgar skoru ? 3 ve 10 (%9.43) olgunun 5. dakika Apgar skoru ? 3 idi. Mortalite oranı %21.7 idi. Sonuç: 1. dakika Apgar skoru ? 3 olması MAS’lı olgularda artmış morbidite ve mortalite ile ilişkili olarak bulundu. MAS ile ilişkili risk faktörlerinin tanımlanması hastalığın teşhisinde ve erken tedavi stratejilerinin geliştirilmesinde önemlidir. Post-term gebeliklerden korunmakla ve fetal distres durumunda sezeryan doğumların uygun zamanda yapılması ile morbidite ve mortalite oranlarının iyileştirilmesinin mümkün olacağı düşünüldü.
Aim: Meconium aspiration syndrome (MAS) is one of the common causes of respiratory distress in term infants presenting highly variable morbidity and mortality. The aim of this study was to evaluate the demographic data, possible risk factors, factors associated with morbidity and mortality in MAS newborns. Materials and Methods: The study was conducted at Neonatal Intensive Care Unit (NICU) of Dicle University Medical School Department of Pediatrics. A total of 106 newborns diagnosed as MAS between January 2011 and September 2013 were retrospectively evaluated. Results: MAS found to be responsible from 1.05% of NICU admissions. The study included 51 (48.1%) male and 55 (51.9%) female newborns. Of them 63 (59.4%) were term infants and 25 (23.6%) were post-term. The mean gestational age was 38.6 ± 2.4 (34-43) weeks and the mean birth weight was 3136 ± 655 (1700-4300) gram. The mean hospitalization duration was 8.7±4.4 (range 3-27) days. The first minute APGAR score ? 3 was found in 54 (50.9%) and the fifth minute APGAR score ? 3 was found in 10 (9.43%) of newborns with MAS. The overall mortality was 21.7%. Conclusion: The first minute APGAR score ? 3 was found to be related to increased morbidity and mortality. Determination of risk factors associated with MAS is important regarding diagnosis and implementing early treatment strategies. It was tought that morbidity and mortality rates could be ameliorated by prevention of post term gestation and performing cesarian section at appropriate time.

OLGU SUNUMU
10.Ceasarian Scar Endometriosis; A Case Report
Özgür Bilgin Yiyenoğlu, Bermal Hasbay
Pages 236 - 238
Endometriyozis, 1860 yılında Rokitansky tarafından endometriyal dokunun uterin kavite dışında sıklıkla da pelviste olmak üzere proliferasyonu olarak tanımlanmıştır. Nadiren ameliyat skarına özellikle de sezaryen skarına yerleşmesine sezaryen skar endometriyozis denmektedir. Bu olgu sunumunda daha önceden 2 sezaryen geçirmiş 40 yaşındaki hasta follikülit tanısıyla bir çok kez tedavi edilmeye çalışılmış. Kliniğimize karın duvarında sezaryen skarı üzerinde kitle şikayeti ile başvurmuş. Sezaryen skar endometriyozis tanısı konmuştur. Sezaryen skar endometriyozis, karın cildi özellikle de sezaryen skarında lokalize kitlelerde ayırıcı tanıda akılda tutulmalıdır.
Endometriosis was first described by Rokitansky in 1860 and was defined as the presence and proliferation of the endometrium outside the uterine cavity, commonest site being the pelvis. Rarely it can settle on surgical scars, especially ceasarian section scars which is named ceasarian section scar endometriosis. This case describes a patient; 40 years old, who had two ceasarian section operations in her history, had taken folliculitis treatment in many times. She admitted to our clinic with complaint of abdominal mass localised on ceaserian section site. Ceasarian scar endometriosis should be kept in mind in the differential diagnosis of abdominal masses especially localised on ceaserian section site.

11.A Rare Complication of Intravesikal BCG Instillation Which Can Be Confused with Tumour: Granulomatous Orchitis
Serhan Çimen, Ramazan Altıntaş, Cemal Taşdemir, Adile Ferda Dağlı
Pages 239 - 241
İntravezikal Bacillus Calmette-Gue'rin (BCG) uygulaması karsinoma in situ ve yüzeyel mesane tümörü tedavisinde kullanılmaktadır. Etki mekanizması belirsiz olmakla beraber çeşitli lokal immun yanıtları tetiklediği ve antitümör aktivitesi göstererek tümör progresyonunu geciktirdiği, sistektomi ihtiyacını azalttığı ve genel sağkalımı arttırdığı bilinmektedir. Genel olarak iyi tolere edilmekle birlikte nadir yan etkilere sahiptir. İntravezikal BCG tedavisinin nadir bir komplikasyonu olan granülomatöz orşit olgusu sunuldu.
Intravesical Bacillus Calmette-Gue'rin instillations have been used in treatment of carcinoma in situ and superficial tumor of bladder. Although the mechanism of effect of BCG is unclear, that is known to delay tumor progression, to decrease the need for cystectomy and to increase overall survival via stimulating various local immune responses and having antitumor activity. While it is generally well tolerated, it has rare side effects. In this report, which is a rare complication of intravesical BCG treatment, we presented the case of granulomatous orchitis.

12.Saccular Portal Vein Aneurysm at the Bifurcation Level Causing Transient Hepatic Attenuation Differences in the Right Lobe: Ultrasonography and Magnetic Resonance Imaging Findings
Özkan Özen, Firdevs Topal, Fatih Esad Topal, Hediye Pınar Günbey
Pages 242 - 244
Portal ven anevrizması nadir görülen vasküler bir anomalidir. Konjenital ya da akkiz nedenlerle açığa çıkabilirler. Son yıllarda ultrasonografi (US) ve Doppler US gibi görüntüleme yöntemlerinin yaygın olarak kullanılması asemptomatik olguların tanı almasına neden olmuştur. Geçici hepatik konrastlanma portal venöz akımın azalmasına bağlı olarak kompansatuar hepatik arteriyel akım artışı ile tanımlanan bir durumdur. Bu makalede karın ağrısı şikayeti ile gelen 50 yaşındaki hastada US' de tespit edilen bifurkasyon düzeyindeki portal ven anevrizmasını ve daha önce literatürde rastlamadığımız buna bağlı gelişen geçici hepatik kontrastlanma farkını US ve Magnetik Rezonans Görüntüleme (MRG) bulguları eşliğinde sunmayı amacladık.
Portal venous aneurysm (PVA) is a rare vascular anomaly. It can be congenital or acquired. In recent years, widespread use of imaging methods, such as ultrasonography (US) and Doppler US, has enabled the diagnosis of asymptomatic cases. Transient hepatic contrast is a condition defined by the increase in compensatory hepatic arterial flow that occurs due to a decrease in the portal venous flow. The present study aimed to present the portal venous aneurysm at the bifurcation level detected in the US (which was observed in a 50-year old patient who was admitted with abdominal pain) and the subsequent transient hepatic contrast difference (a condition that was previously unknown in the literature) with US and magnetic resonance imaging (MRI) findings.

13.Hypersensitivity Reaction After Lansoprazole Usage
Ali Dur, Muhammed Bilal Çeğin, Ahmet Kenan Türkdoğan
Pages 245 - 247
Proton pompa inhibitörlerinin (PPI) indüklediği alerjik reaksiyonlar nadir olarak bildirilmiştir. Bu çalışmada lansaprazol grubu PPI kullanan yedi hastada görülen alerjik reaksiyonu sunarak, sık reçete edilen bu grup ilaçların nadiren ciddi olan bu tür yan etkilerine dikkat çekmek istiyoruz. Çalışmamızdaki gözlemlerimize göre bu ilaçların kullanımına bağlı alerjik reaksiyon gelişen tüm hastalarda klinik belirtiler bir saat içerisinde oluşmuştur. Bir olgu hariç diğerleri kadın hastalar olup orta yaş grubunda olan kişilerdir. Yan etkiler genellikle kısa süreli olup uygun tedavi ile çoğunluğu ilk beş saat içerisinde taburcu edilebilmektedir. Ancak nadiren 24 saati geçen belirtiler ve anjioödem oluşabilmektedir. Literatürde diğer PPI gruplarında da bu tür alerjik reaksiyon gelişebildiği bildirilmiş olduğundan, bu tür ilaçlar reçete edilirken hastaların bilgilendirilmesinin önemini vurgulamak istiyoruz.
Allergic reactions induced by proton-pump inhibitors (PPI) are reported no matter how rare they are. In this study, by presenting allergic reactions found in seven patients who used a PPI group of lansoprazole, we would like to draw attention to these rare but serious side effects of this frequently prescribed medication. According to the observations in our study, clinical signs occurred within one hour in all patients who developed allergic reactions due to these medications. All the patients were women except one case and were of medium age. Side effects were generally short lived, and with suitable treatment, most patients could be discharged within the first five hours. Angioedema and signs which last more than 24 hours, however, might happen rarely. Allergic reactions which developed after other PPI usage were reported in the literature, and hence we would like to emphasize the importance of informing the patients while prescribing such medications.

14.Glucose Galactose Malabsorption with Nephrocalcinosis and Rickets
Eylem Sevinç, Mehmet Akif Göktaş, Duran Arslan
Pages 248 - 249
Glukoz-galaktoz malabsorbsiyonu barsaklardan glukoz ve galaktoz emiliminin bozulduğu nadir görülen otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. Erken tanı ve uygun diyet almadığında kronik ishal, ağır büyüme geriliğine ve ölüme neden olabilir. Bu hastalarda renal tübüler emilimde bozukluk, nefrokalsinozis bildirilmiştir. Yazımızda glukoz galaktoz malabsorbsiyonu ile nefrokalsinozis ve rikets birlikteliği olan bir olgu sunuyoruz.
Glucose galactose malabsorption is a rare metabolic disorder caused by a defect in glucose and galactose transport across the intestinal tissue. Chronic diarrhea, severe growth retardation and death may result in the absence of early diagnosis and proper diet. Renal tubuler disorder and nephrocalcinosis have been reported in these patients. In this article, we present a case of Glucose galactose malabsorpsion with nephrocalcinosis and rickets.

15.Early Treatment in Meningococcemia Children
Tamer Özsarı, Gülhan Arvas, Dolunay Karaduman, Bülent Kaya, Kahraman Yakut, Aydoğan Bora
Pages 250 - 254
Meningokoksemi ani başlangıçlı, hızlı seyirli, ateş ve peteşiyal döküntü ile karakterize, purpura fulminans, septik şok ve çoklu organ yetersizliğine neden olan mortalitesi yüksek bir hastalıktır. İki gün öncesinden ateş ve halsizlik şikayeti olan 10 aylık kız hasta son 3 saat içinde vulvada döküntülerinin çıkması üzerine getirildiği çocuk acil servisinde meningokoksemi tanısıyla hastanemize kabul edildi. Takibinde purpura fulminans gelişen hastanın uygun antibiyotik ve destek tedavisi ile genel durumu düzeldi. Bu yazıda meningokoksemi sırasında oluşabilecek komplikasyonların önlenmesinde erken antibiyotik ve destek tedavisinin önemi vurgulanmıştır.
Meningococcemia is rapidly progressive, highly mortal disease that is characterized by fever and petechial rash, purpura fulminans, septic shock and multiple organ failure. A 10-month-old girl was presented to the emergency department with fever and malaise for two days and rash on the vulva which occurred in the last 3 hours was diagnosed with meningococcemia. During the follow-up general condition and purpura fulminans of the patient were improved with appropriate antibiotic and supportive therapy. We want to emphasise that fatal course of meningococcemia can be prevented with timely and appropriate interventions.

16.Bilateral Synchronous Renal Tumors of Different Histology Treated By Partial Nephrectomy within One Session: A Case Report
Remzi Salar, Binhan Kağan Aktaş, Süleyman Bulut, Cüneyt Özden, Serra Kayaçetin, Güven Erbay, Ali Memiş
Pages 255 - 258
Bilateral eşzamanlı renal hücreli karsinom nadir görülür. Bu vakalarda her iki böbrekteki histolojik tip genellikle aynıdır. Bu olgu sunumunda aynı seansta bilateral açık parsiyel nefrektomi uygulanmış, farklı histolojili, eş zamanlı bilateral böbrek tümörü olan bir vakayı sunduk ve tanı ile tedavisini güncel literatür eşliğinde değerlendirdik. Bu olguyu değerli yapan şey nadir görülmesinin yanında tek seansta her iki böbreğe de nefron koruyucu cerrahi girişim uygulanabilmiş olmasıdır.
Bilateral synchronous renal cell carcinoma is rare. In these cases, histological type is usually the same in both kidneys. In this case report, we present a case of synchronous bilateral renal cell carcinoma with different histology treated by bilateral open partial nephrectomy within the same session and discuss its diagnosis and treatment in the light of current literature. What makes this case noteworthy, apart from its rarity, is that both kidneys could be treated with nephron sparing surgery within one session.

DERLEME
17.Melanocytic Nevi
Göknur Özaydın Yavuz, İbrahim Halil Yavuz
Pages 259 - 268
Melanositik nevus (mole), pigment üreten melanosit isimli hücrelerden oluşan benign poliferasyon/hamartom’dur. Melanositik nevuslar genellikle konjenital ve edinsel olarak iki gruba ayrılır. Konjenital nevuslar doğumda veya yaşamın ilk bir yılı içinde görülür, boyutları birkaç milimetreden vücut yüzeyinin büyük kısmını kaplayabilecek büyüklükte olabilir. Benign melanositik nevuslar koyu tenli bireylerde açık ve sarı tenli bireylere göre daha az sayıda görülür. Genelde benign nevuslar; küçük (6 milimetreden az), simetrik ve iyi konumlanmıştır. Bu derlemede melanositik nevüslerin sınıflandırılması, klinik özellikleri, tanısı, histopatolojisi ve tedavisi tartışılmıştır.
A melanocytic nevus (mole) is a benign proliferation/hamartoma composed of pigment-producing cells called melanocytes. Melanocytic nevi are commonly divided into two major categories, congenital and acquired. Congenital nevi are present at birth or appear within the first year of life and range from a few millimeters to sizes that may cover the majority of a body surface area. Melanocytic nevi are common lesions in patients with light or fair skin and are less common lesions in dark-skinned individuals. In general, the benign melanocytic nevus is small (less than 6 mm), symmetrical, and well-circumscribed. In this review, the classification, clinical features, diagnosis, histopathology and treatment of melanocytic nevi are discussed.

EDITÖRE MEKTUP
18.Is >2 cm Excision Margin Enough for Dermatofibrosarcoma Protuberans
Fikret Eren, Cihan Sahin, Sinan Oksuz, Huseyin Karagoz, Cenk Melikoglu, Ersin Ülkur
Pages 269 - 270
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale