E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 22 (2)
Volume: 22  Issue: 2 - 2015
1.Cover

Pages I - II

KLINIK MAKALE
2.Intracranial Abscess in Children
Kaan Demirören, İsmail Gülşen, İbrahim Ece, Mesut Garipardıç, Berat Sevgin, Mehmet Deniz Bulut, Mehmet Arslan, Abdurrahman Üner
Pages 67 - 72
Amaç: Bu çalışmanın amacı çocukluk çağının nadir görülen hastalıklarından biri olan intrakraniyal apselere dikkat çekmek ve alta yatan predispozan durumları irdelemekti. Yöntem: Pediatri kliniğimizde yatırılıp intrakraniyal apse tanısı konan 10 çocuk olgunun verileri retrospektif olarak elde edildi. Bulgular: Olguların yaş ortalaması 51±44 ay (4 ay–9 yıl) olup kız/erkek oranı 1/1 idi. En sık başvuru semptomu nöbet idi. İntrakraniyal apse %60 olguda parenkimal iken, %40 olguda subdural yerleşimliydi. 8 (%80) olguda predispozan faktör varlığı tespit edildi. Bunlar iki olguda menenjit, birer olguda pnömoni, Fallot tetralojisi, Fallot tetralojisi zemininde infektif endokardit, akut lenfoblastik lösemi, orbital selülit ve Brusella enfeksiyonu idi. Olguların 9’una hem medikal (antibiyoterapi), hem cerrahi tedavi, 1’ine yalnızca medikal tedavi uygulandığı ve apse sıvısından yapılan kültürlerin %40’ında Gram pozitif aerop bakteriler ürediği belirlendi. Hastaların %40’unda nörolojik sekel gelişti, ancak hiç ölüm gerçekleşmedi. Sonuç: Nöbet, baş ağrısı, kusma gibi uyarıcı semptomlar ile başvuran çocuklarda ayırıcı tanıda beyin apsesi varlığı akılda tutulmalıdır. Hızlı tanı ve uygun tedavi, nörolojik sekel ve ölüm gibi hastayı bekleyen ciddi komplikasyonları önleyecektir.
Aim: The purpose of this study was to underline the importance of intracranial abscesses which is one of the rare diseases in childhood and evaluate the predisposing conditions. Methods: Data of 10 children, admitted to Pediatrics clinic, diagnosed as intracranial abscess, were obtained retrospectively. Results: Mean age of the cases was 51±44 months (range: 4 month – 9 years) and female/male ratio was 1/1. The most common presenting symptom was seizure. Intracranial abscess was in parenchymal location in 60% of the cases and subdural location in 40% of cases. Predisposing conditions were present in 80% of the cases. These conditions were meningitis (in two cases), pneumonia, Fallot’s tetralogy, infective endocarditis in Fallot’s tetralogy, acute lymphoblastic leukemia, orbital cellulitis, and Brucella infection. In 9 cases, medical (antibiotherapy) and surgical treatment were applied and in one case only medical treatment was given. Gram positive aerobic bacteria were isolated in abscess material in 40% of the cases. Neurological sequel was observed in 40% of the cases and mortality did not occur. Conclusions: In the differential diagnosis of the children presented with seizure, headache, and vomiting, the presence of intracranial abscess should be kept in mind. Prompt diagnosis and treatment of such cases will prevent hazardous complications such as neurological deficit and death.

3.Relationship of the Metastatic Mediastinal Lymph Nodes with Tumor Localizations, Tumor Diameter and Tumor Cell Types in Non Small Cell Lung Cancer
Mehmet Erdoğan, Fahri Oğuzkaya
Pages 73 - 79
Amaç: Bu çalışmada küçük hücreli dışı akciğer kanserlerinde tümörün lokalizasyonun, büyüklüğünün ve hücre tipinin mediastinal lenf nodu metastazı ile ilişkisini araştırarak hangi tümörlerde invaziv girişime gereksinim olduğunu ortaya koymayı amaçladık. Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmaya KHDAK tanısı almış 200 hasta dahil edildi. Hastaların yaş aralığı 39-75, 183’ü erkek ve 17’si kadındı. Tüm hastalara mediastinal evreleme için mediastinal lenf nodu örneklemesi yapıldı (n:200). Tüm KHDAK tanısı almış olgular retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Epidermoid karsinomlu hastaların %26.4’ünde, adenokarsinomlu hastaların %43.8’inde, indiferansiye large cell karsinomlu hastaların ise %36.4’ünde mediastinal lenf nodu metastazı görüldü. Tümör çapı 2 cm’nin altında olan hastaların %21.1 inde, tümör çapı 7 cm üzerinde olan hastaların %39.4 ünde mediastinal lenf nodu metastazı tespit edildi. Diğer tümör çaplarına sahip hastalarda da mediastinal lenf nodu metastaz sıklığı birbirine yakın oranlarda idi. Tümör lokalizasyonun mediastinal lenf nodu metastazı ile ilişkisi araştırıldığında, lob lokalizasyonunda, ana bronş, distal bronş lokalizasyonunda ve sağ, sol lokalizasyonunda anlamlı bir fark bulunmadı. Sonuç: Bu çalışmada KHDAK’li hastaların tümör büyüklüğünün, lokalizasyonunun, hücre tipinin mediastinal lenf nodu metastazı sıklığını değiştirmediği tespit edildi. Her akciğer kanserli olguda aynı titizlikle invaziv mediastinal evrelemeye ihtiyaç olduğu sonucuna varıldı.
Aim: In this study, we investigated the relationship between tumor localizations, tumor sizes, tumor cells types with mediastinal lymph node metastases to reveal which tumors required invasive procedure. Material and Methods: In the study, 200 patients with NSCLC (183 men, 17 women) were included. The range age of patients was 39-75 years. Mediastinal lymph node sampling was performed for mediastinal staging (n:200). Each case was examined retrospectively. Results: The frequency of mediastinal lymph node metastasis was found 26.4% with squamous cell carcinoma, 43.8% with adenocarcinoma, 36.4% with undifferentiated large cell carcinoma, 21.1% with smaller than 2 cm in the tumor diameter and 39.4% with greater than 7 cm in the tumor diameter. In the lobe localization, in the main bronchus, distal bronchus localization, in the right, left localization, frequency of mediastinal lymph node metastasis wasn’t a significant difference. Conclutions: In this study, it was found that tumor localizations, tumor sizes, and tumor cells types did not change the frequency of mediastinal lymph node metastases. In this way, it was concluded that there is need for invasive mediastinal staging with the same nicety in patients with each lung cancer.

4.Preoperative Seroprevalence of HbsAg, Anti-HCV, and Anti-HIV in Patients Apply to Anesthesia Clinic
Havva Sayhan
Pages 80 - 83
Amaç: Çalışmada preoperatif hazırlık için hastanemiz anestezi polikliniğine başvuran olgularda HBsAg, Anti-HCV, Anti-HIV seropozitifliğinin belirlenerek ameliyathane personeline ve diğer hastalara bulaşın önlenmesi için gereken tedbirlerin alınması amaçlandı. Yöntem: Eylül 2013-Şubat 2014 tarihleri arasında farklı kliniklerden anestezi polikliniğine preoperatif hazırlık için yönlendirilen 994 hastanın HBsAg, AntiHCV ve AntiHIV test sonuçları geriye dönük olarak incelenmiştir. Bulgular: Çalışmada 646’sı (%65) kadın, 348’i (%35) erkek olmak üzere toplam 994 olguda HBsAg, AntiHCV ve AntiHIV testleri çalışıldı. Olguların yaş ortalaması 31.91±18.9 olarak bulundu. HBsAg; 15 olguda (%1.5), Anti-HCV; bir olguda (%0.1), pozitif olarak belirlendi. Anti-HIV pozitif olguya rastlanmadı. Sonuç: Ülkemizde yapılan değişik çalışmalarda farklı seropozitiflik oranları bildirilmiştir. Çalışmada elde edilen verilerin ülkemiz ortalamalarından düşük olduğu saptanmıştır. Mevcut farlılığın bu konuda eğitim ve immünizasyona gösterilen duyarlılıkla ilgili olduğunu düşünmekteyiz.
Aim: The aim of this study is to determine seropositivity of HBsAg, anti-HCV, anti-HIV positivity in patients for preoperative preparation of anesthesia and to take prevention of necessary precautions for not transmitted to operating room staff and other patients. Method: We evaluated HBsAg, and HCV and antiHIV positivity rates in 994 preoperative patients who referred from different clinics for preoperative preparation between September 2013-February 2014; retrospectively. Results: HBsAg, HCV and antiHIV were evaluated on 994 patients, 646 (65%) female and 348 (35%) male in the study. The mean age was 31.91±18.9 years old. The seropositivity rates for HBsAg, anti-HCV were 1.5% (15 cases) and 0.1% (one case), respectively. AntiHIV positive case was not found. Conclusion: In our country, different rates of seropositivity have been reported in different studies. Our results were lower than average of our country. We believe that available difference is due to shown sensitivity to this issue related education and immunization.

5.The Effect of Body Mass Index on Pain, Disability and Sleep in Females with Migraine
Elif Gökçal, Sibel Tamer, Özge Kiremitçi
Pages 84 - 89
Amaç: Obezite son yıllarda prevalansı giderek artan bir sağlık problemidir. Son yıllarda migren ve obezitenin birlikteliğini gösteren çalışmalar yayınlanmıştır. Biz bu çalışmada migrenli kadınlarda vücut kitle indeksinin sosyodemografik özellikler, ağrının klinik özellikleri, özürlülük ve uykusuzluk üzerine etkisini incelemeyi amaçladık. Yöntem: IHS-2 tanı kriterlerine göre migreni olan 56 kadın hasta çalışmaya alındı. Vücut kitle indeksi 25’in altında olanlar grup 1, 25 ve üzeri olanlar grup 2 olarak sınıflandırıldı. Tüm hastalar sosyodemografik özellikleri ve migren ağrısının klinik özellikleri açısından sorgulandı. Ayrıca tüm hastalara Migraine Disability Assesment Scale ve Uykusuzluk Şiddeti İndeksi uygulanarak elde edilen tüm veriler iki grup arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Vücut Kitle İndeksi 25 ve üzeri olanlar migrenli kadınlarda istatistiksel olarak migren atak sıklığının ve özürlülük derecesinin arttığı, ağrı başlama zamanının geç dönemde olduğu görüldü. Ayrıca; uyku problemi daha fazla olan migrenlilerde özürlülük ve ağrı şiddeti daha fazla idi. Sonuç: Migrenli kadınlarda aşırı kilolu yada obez olma durumu ve uyku problemlerinin varlığı ağrılar üzerine olumsuz etkili faktörler olduğu unutulmamalıdır.
Aim: Obesity is a health problem with rapidly increasing prevalance. Recent studies have showed that there is an association between migraine and obesity .We intended to study the effect of body mass index (BMI) on sociodemographic characteristics, clinical features of headache, disability and sleepness in females with migraine. Method: 56 female patients with migraine according to IHS-2 diagnostic criteria were taken to the study. The patients with BMI<25 were classified as group 1 and with BMI 25 or >25 as group 2. All patients were asked about sociodemographic characteristics and clinical features of migraine headaches. And also; Migraine Disability Assessment Scale (MIDAS) and Insomnia Severity Index (ISI) were applied to the patients. After that; all results were compared between groups. Results: It has been found that attack frequencies and disability scores were significantly increased and onset time of pain was detected late in migrainous women with body mass index 25 or more. Also disability and headache severity were increased in migraineous patients with more sleep disturbances. Conclusion: It should not be forgotten that being overweight or obese and also having sleep disturbances are unfavorable factors on pain in migrainous women.

6.Current Approaches to Foreign Body Aspiration in Children in the Light of 8 Years of Clinical Experience
Barlas Etensel, Ali Onur Erdem, Sezen Özkısacık, Özge Çoşkun, Mustafa Harun Gürsoy
Pages 90 - 95
Amaç: Çocuklarda yabancı cisim aspirasyonu ciddi morbiditeye neden olan, erken tanı ve tedavi gerektiren bir durumdur. Tanı konulamayan çocuklara %20-33 oranında tekrarlayan akciğer enfeksiyonu veya astım tanısıyla uzun süre hatalı tedaviler uygulanabilir. Bu da komplikasyonlarda artışa neden olur. Bu araştırmamızda kliniğimizde 8 yıllık dönem içinde yabancı cisim aspirasyonu tanısıyla tedavi edilen olgularımızın verileri eşliğinde güncel yaklaşımı tartışmayı amaçladık. Yöntem ve Bulgular: Hastanemizde Ocak 2006–Mayıs 2014 tarihleri arasında YCA tanısı ile tedavi edilen olguların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Bu dönemde toplam 67 çocuk YCA tanısıyla kliniğimize yatırıldı. Bunların 44’ü erkek, 23’ü kızdı. Yaş ortalaması 2,7 yıldı. Aspire edilen yabancı cisimlerin %94’ü gıda parçalarıydı. Yabancı cisimler çocukların 29’unda sağ (%44.6), 29’unda sol ana bronştan (%44.6), 4 olguda (%6.1) ise trakeadan çıkarıldı. Yapılan 3 bronkoskopi işleminde (%4.6) ise yabancı cisim saptanmadı. Bronkoskopi sonrası komplikasyon olarak postop subglottik ödem gelişimi bir olgumuzda (%1.6) ortaya çıktı. Sonuç: Halk sağlığı eğitim programları ile yabancı cisim aspirasyon insidansının %35 oranında azaltılabildiği bildirilmiştir. Taneli yiyecekler 4 yaşından önce çocuklara verilmemelidir. Çocuklar oturarak beslenmeli, ağlarken veya gülerken çocuklar beslenmemelidir. Tedavi algoritmalarına uygun yapılacak radyolojik incelemeler ve bronkoskopi uygulamaları tanı doğruluğunu arttıracak ve komplikasyonları önleyecektir.
Aim: The aspiration of foreign bodies can be a very serious event, sometimes resulting in morbidity and mortality. Furthermore, foreign body aspiration is difficult to diagnose in children. Misdiagnosis as asthma and/or respiratory infection can delay the treatment. This causes an increase in complications. We aimed to discuss our clinical data of foreign body aspiration in children. Material and Method: The patient charts between January 2006 and May 2014 with the diagnosis of foreign body aspiration were analyzed retrospectively. During this period, a total of 67 children were admitted to our clinic with the diagnosis of foreign body aspiration. 44 of them were male and 23 were female. The mean age was 2,7 years. 94% of aspirated foreign bodies were pieces of food. Foreign bodies were removed from right (44.6%) in 29, left (44.6%) in 29 and main stem bronchus / trachea in 4 (6.1%) children. Postoperative subglottic edema developed in one of our cases (1.6%). Conclusion: The incidence of foreign body aspiration can be reduced by 35% with the public health education programs. Grain foods should not be given to children before the age of 4. Children should be fed in sitting position and during crying or laughing they should not be fed. Treatment algorithms with appropriate radiological imaging and bronchoscopic diagnosis will prevent complications and increase the diagnostic accuracy.

7.The Characteristics of Our Patients Who Underwent Fetal Echocardiography and Postnatal Echocardiography to Investigate the Accuracy of Prenatal Diagnosis
İbrahim Ece, Serdar Epçaçan, Abdurrahman Üner, Nesrin Ceylan, Nihat Demir, İlyas Aydın
Pages 96 - 99
Amaç: Bu çalışmada, kliniğimizde fetal ekokardiyografi yapılan gebelerin; başvuru nedenleri, fetal ekokardiyografi ve postanal ekokardiyografi sonuçları değerlendirilmiştir. Yöntem: Çalışmaya Ocak 2013 ile Şubat 2014 arasında herhangi bir nedenle fetal ekokardiyografi yapılan 326 olgu alındı. Bulgular: En sık başvuru nedeni obstetrik USG de konjenital kalp hastalığı şüphesi idi (%30.6). Gebelerin ortalama yaşları 27.8±6.1 (18-44), ortalama gebelik haftası 26.03±5.02 (14-39) idi. Fetal ekokradiyografi ile hastaların %62.3’ ü normal saptandı. Ventriküler septal defekt (%12.2) en sık saptanan fetal kardiyak anomali iken ikinci sıklıkta ise %7.4 ile hidrops fetalis izlemekteydi. Postnatal ekokardiyografi 192 (%58.9) yenidoğana yapılabildi. Bu hastaların %64.1’i normal bulunurken, en sık saptanan konjenital kalp hastalığı ventriküler septal defekt (%8.3) idi. Çalışmamızda doğumsal kalp hastalığı prevelansı %37.7 olarak tespit edilmiştir. Sonuç: Doğumsal kalp hastalıklarının erken tanınması gerekli tıbbi veya cerrahi tedavi yöntemlerinin önceden belirlenmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Günümüzde doğumsal kalp hastalıklarının prenatal tanısında fetal ekokardiyografi giderek artan sıklıkta kullanılmaktadır. Fetal ekokardiyografi ile tespit edilen doğumsal kalp hastalığı varlığında gerekli tedavi, aileye gerekli danışmanlık verilebilmekte ve doğum sonrası kardiyak açıdan yapılabilecekler için önceden tedbirler alınabilmektedir.
Aim: In this study, pregnant women who underwent fetal echocardiography in our clinic; cause of application, fetal echocardiography and postnatal echocardiography results are evaluated. Methods: 326 patients who underwent fetal echocardiography for any reason between January 2013 and February 2014 were included and postnatal echocardiography was done in neonatal period. Results: The most common reason for admission was suspicion of congenital heart disease detected in obstetric ultrasound (30.6%). The mean age and gestational week of the pregnant women were found 27.8±6.1 (18-44) and 26.03±5.02 (14-39), respectively. In 62.3% patients, fetal echocardiography results were within normal limits. Ventricular septal defect (12.2%) was the most common fetal cardiac anomalies detected in this study while the second was hydrops fetalis. 64.1% of patients who underwent postnatal echocardiography, echocardiographic results were within normal limits, most commonly detected congenital heart disease was ventricular septal defect (8.3%). In our study, congenital heart disease prevalence detected by fetal echocardiography was determined as 37.7%. Conclusion: Early recognition of congenital heart disease is of great importance in terms of pre-determining required medical or surgical treatment. Nowadays, fetal echocardiography in the prenatal diagnosis of congenital heart disease is being used with increasing frequency. Congenital heart disease detected by fetal echocardiography may require treatment or family counseling and postnatal cardiac precautions can be taken in advance.

8.The Use of Iron Prophylaxis in Infants Aged 0-1 Years and its Harmony
Özlem Suvak
Pages 100 - 103
Amaç: Demir eksikliği 0–12 aylık bebeklerde sık görülen ve önlem alınmadığında ciddi sorunlara yol açabilen önemli bir sağlık sorunudur. Bu çalışmanın amacı, 0-1 yaş bebeklerde oral demir profilaksisi kullanım durumu, profilaksiye uyumu ve yan etkilerinin değerlendirilmesidir. Metod: Ankara’da Ocak 2011-Aralık 2012 tarihleri arasında Keçiören Aşağıeğlence Aile Sağlığı Merkezlerine başvuran ve demir profilaksisi verilen 0-1 yaş arası sağlıklı bebeklerin ailelerine anket soruları yöneltildi. Bulgular: Yan etki görülenlerin %42.1’i erkek iken %57.9’u kadın idi. İlaçları önerilen doz ve şekilde kullanıp kullanmadıkları ile yan etki sıklığı değerlendirildiğinde doz uyumu olan grupla, olmayan grup arasında anlamlı fark izlenmedi. Bebeklerde en fazla görülen yan etki ağızda kötü tat, kusma ve kabızlık olarak saptandı. Sonuç: Sonuç olarak ülkemiz gibi demir eksikliği anemisi insidansının yüksek olduğu ülkelerde etkin ve uygulanması kolay olan demir profilaksisinin kullanımı tercih edilebilir.
Objective: Iron deficiency is an important and common health problem in infants aged between 0-12 months. It can lead to serious problems when no mesaures are taken. The aim of this study is oral iron prophylaxis in infants aged between 0-1 years, and to assess its compliance and side effects. Method: Between January 2011 and December 2012 in Kecioren Asagıeglence Family Health Center, survey questions were asked to the families applying for iron prophylaxis of healthy infants aged 0-1 year. Results: In terms of side effects, age and sex of the infants were not an important variable. Conclusion: As a result, iron deficiency anemia in countries with a high incidence like our country, effective use of iron prophylaxis may be preferred which is easy to implement.

9.Does chronic Prostatitis affect Prostate Specific Antigen levels in the same age group patients?
İbrahim Keleş, Soner Çoban, Erdal Benli, Ahmed Ömer Halat, Cavit Ceylan
Pages 104 - 107
Amaç: Prostat spesifik antigen (PSA) yüksekliği nedeniyle transrektal prostat biopsisi yapılan hastalarda kronik prostatit ile PSA arasındaki ilişkiyi araştırmak. Materyal ve Metod: Aralık 2011 ve Mayıs 2014 tarihleri arasında alt üriner sistem semptomları (AÜSS) nedeniyle Üroloji polkliniğine başvuran ve prostat biopsisi yapılan hastaların kayıtları retrospektif olarak incelendi ve 268 hasta çalışmaya dahil edildi. Prostat biopsi sonucu kanser gelen hastalar, daha önce geçirilmiş transuretral girişim veya cerrahi öyküsü olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Hastalar patoloji sonuçlarına göre benign prostat hiperplazisi (BPH) ve BPH+kronik prostatit olarak 2 gruba ayrıldı. Patoloji sonucunda 1 ve üzeri korda prostatit tanısı alan hastalar prostatit grubuna dahil edildi. Birinci grupta 185(%69), 2. grupta ise 83(%31) hasta mevcuttu. Hastaların serum total PSA, serbest PSA, serbest/total psa, yaş, prostat volümleri ve PSA dansiteleri arasındaki ilişki araştırıldı. Bulgular: Hastaların ortalama yaş, total psa, serbest psa ve prostat volümleri sırasıyla şu şekildeydi(65.17±7.99, 10.98±11.23, 2.25±2.35, 60.29±31.6) Her iki hasta grubunda yaşlar benzerdi. Prostat volümleri, serbest PSA ve serbest/total PSA oranları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık yokken, total PSA seviyeleri ve PSA dansiteleri 2. grupta anlamlı olarak yüksekti(p=0.016, p=0.007). Sonuç: Benign prostat patolojisine rağmen halen PSA yüksekliği devam eden ve parmakla rektal muayenesi normal olan hastalarda patolojik tanıda kronik prostatit odakları akılda tutulmalıdır.
Abstract Aim: We aimed to investigate the relationship between chronic prostatitis and prostate spesific antigen in patients who underwent prostate biopsies because of elevated levels of serum prostate specific antigen (PSA). Materials and Methods: Between December 2011 and May 2014, records of patients who underwent prostate biopsy because of elevated PSA levels were retrospectively analyzed and 268 patients were included in the study. Prostate cancer patients who previously underwent transurethral interventions or surgical history were excluded from the study. Patients were divided into 2 groups according to histopathological examination: group 1:Benign Prostatic Hyperplasia (BPH) and group 2:BPH+chronic prostatitis. 185(69%) patients constituted the first group, while 83(31%) patients the second group. The relationship between serum total PSA, free PSA, free/total PSA, age, prostate volume and PSA density was investigated. Results: Of the patients in this study, the mean values of age, total PSA, free PSA, and prostatic volume were 65.17±7.99 years, 10.98±11.23 ng/ml, 2.25±2.35 ng/ml, 60.29±31.6 cc respectively. Both groups were similar in age, prostate volumes, free PSA and free/total PSA ratio. However, total PSA values and PSA density were significantly higher in chronic prostatitis group (p=0.016, p=0.007). Conclusion: Although benign prostatic biopsy, PSA elevation still continues in patients with normal digital rectal examination, chronic prostatitis focus should be kept in mind in pathological diagnosis of the prostate.

OLGU SUNUMU
10.Oestrogen, Progesterone, and Her2/Neu Receptors Negative Invasive Lobular Pleomorphic Carcinoma: A Case Report
Yahya Avcı, Ulaş Alabalık, Uğur Fırat, Zuhat Urakçı, Cihad Hamidi, Hüseyin Büyükbayram
Pages 108 - 110
Pleomorfik karsinom, invaziv lobüler karsinomun nadir görülen ve agresif seyreden bir varyantıdır. Genelde östrojen, progesteron ve Her2/neu reseptörleri pozitif boyanır. Vakamız 5 aydır sağ memede kanlı akıntı ve ağrı şikayeti olan 43 yaşında kadın hastadır. Mikroskopik incelemede geniş eozinofilik sitoplazmalı, iri hiperkromatik çekirdekli, bazılarının nükleolusları belirgin, çok sayıda atipik mitoz içeren, çevresinde yaygın lobüler karsinoma insitu odakları bulunan tümöral oluşum izlendi. İmmünohistokimyasal olarak tümörün östrogen, progesteron, Her2/neu eksprese etmediği, Ki-67 proliferasyon indeksinin %30 civarında olduğu saptandı. Literatürde az sayıda olgunun bizim vakamızda olduğu gibi östrojen, progesteron ve Her2/neu reseptörlerini eksprese etmediği gösterilmiş ve vakamız bu yönüyle dikkate değer bulunmuştur.
Pleomorphic carcinoma, characterized by aggressive behaviour, is a rare variant of invasive lobular carcinoma. Generally the oestrogen, progesterone, and Her2/neu receptors stain positively. Our case is a 43 year-old female patient who has bloody discharge and pain complaints on her right mammary for 5 months. On microscopic examination, a tumoral formation, consisting of cells with abundant eosinophilic cytoplasms, large hyperchromatic nuclei, some with prominent nucleoli, featuring many atypical mitoses is observed containing lobular carcinoma in situ areas inside the tumor. Immunohistochemically, it was determined that the tumor did not express oestrogen, progesterone, and Her2/neu receptors, and the Ki-67 proliferation index was about 30%. For the reason that there are few cases not expressing oestrogen, progesterone, and Her2/neu receptors, our case is considered worthy for presentation.

11.A Rare Diagnosis For A Male Patient Applicant To Emergency Department With Chest Pain: Testicular Tumor
Çağdaş Can, Serdar Kalemci, Umut Gülaçtı, Ertuğrul Kurtoğlu
Pages 111 - 113
Yapılan başvurudaki ana şikayet ile altta yatan hastalık her zaman uyumlu olmayabilir. Bu olgu sunumunda göğüs ağrısı ile acil servise başvuran erkek hastada yapılan dikkatli genital muayene ve özgün laboratuar testleri ile ana şikayetten farklı önemli tanıların ortaya çıkarılabileceğini göstermek istedik. Rutinde erkek hastadan istenmeyen idrar ß-hCG testi, genişletilmiş fizik muayene ile birlikte, primer testis tümörünün acil serviste tanı almasını sağladı.
The main complaint of the patient may not be always compatible with the disease. In this case report, we aimed to present that a careful genital examination when combined with specific laboratory tests could reveal important underlying diseases which was not correlated with the main complaint of the patient who has presented with chest pain. A primary testicular tumor was succesfully diagnosed by a positive ß-hCG test in a male patient whose extended physical examination has arisen questions about the diagnosis.

12.Coexistence of Gastric Adenocarcinoma and Neuroendocrin Carcinoma, a Case Report and Review of the Literature
Yüksel Küçükzeybek, Murat Akyol, İbrahim Vedat Bayoğlu, Alper Can, Ahmet Dirican, Ahmet Alacacıoğlu, Çiğdem Erten, Lütfiye Demir, Suna Çokmert, Neşe Ekinci, Mustafa Oktay Tarhan
Pages 114 - 117
Mide kanseri erkeklerde dördüncü en sık kanser, kadınlarda beşinci en sık kanserdir. Mide kanseri erkeklerde ölüme neden olan kanserler arasında üçüncü sırada, kadınlarda beşinci sırada yer almaktadır. Mide kanserlerinin %95’ini adenokarsinomlar oluşturmaktadır. Nonendokrin epitelyal ve nöroendokrin tümörler gastrointestinal sistemin herhangi bir bölgesinde saptanabilmektedir. Midede nadiren birliktelik görülmektedir. Bu olgu sunumunda midede adenokarsinom ve nöroendokrin karsinom birlikteliği sunulmuştur.
Gastric cancer is the fourth most common cancer in men, and the fifth most common cancer in women. Gastric cancer is the third most common cause of death in men, and the fifth most common cause of death in women. 95% of gastric cancers are adenocarcinomas. Nonendocrine epithelial and neuroendocrine tumors can be detected at any site of the gastrointestinal tract. The association of these two tumors are rarely seen in the stomach. In this case report, the association of adenocarcinoma and neuroendocrine carcinoma of the stomach is presented.

13.Multiple Primary Tumor: A Case Report
Gökhan Yılmazer, Erkan Doğan, Maruf Nart
Pages 118 - 121
Multipl primer tümör kavramı ve risk faktörlerini vaka eşliğinde değerlendirmek. 72 yaşında bayan hasta şubat 2012’de yapılan intra kranial kitle operasyonu sonucunda Glioblastom Multiforme grade IV beyin tümörü tanısı alarak kliniğimize başvurdu. Hastaya eşzamanlı 75mg/m2’den temozolomid ile 3 boyutlu konformal kranial radyoterapi planlandı ve hastaya 6000 cGy eksternal radyoterapi uygulandı. Hastanın özgeçmişinde meme ve kolon karsinomu tanısı alarak gerekli tedaviler uygulanmıştı. Aile öyküsü pozitif olan hasta mayıs 2013’te ex oldu. Multipl primer tümörlerin ender görülmeleri nedeniyle bu hastalarda risk faktörleri ve uygulanan tedavilerin etkisi göz önünde tutularak literatürler eşliğinde gözden geçirilmiştir.
To access the definition of multiple primary tumor and family history by a case report. A 72 years-old female patient admitted to our clinic with a diagnosis of gliablastome multiforme grade IV after the operation of the intracranial mass performed at Febuary 2012. 75 mg/m2 of temozolomide and three dimensional conformal cranial radiotherapy were planned to the patient and 6000 cGy external radiotherapy was performed. The patient had a history of breast and colon carcinoma which were treated accurately. The patient also had a family histury and died at May 2013. The risk factors and the effect of the treatments on the rarely seen multiple primary tumors were discussed by reviewing the literature.

14.A Child Patient Who Drank a Hand Fungus Drug Which Was Prepared By A Herbalist
Kaan Demirören, Gülşah Köş Aksin, Halit Pulat
Pages 122 - 124
Bir aktarcının hazırladığı el mantarı ilacını kaza ile içme sonrası solunumu duran dört yaşındaki erkek hasta 10 gün yoğun bakımda izlenmişti. Ağızdan beslenme başlanınca kusmaları olduğu için bölümümüzden konsültasyon istendi. Ağız çevresinde yaraları olan hastada korozif madde içiminden şüphelenildi ve endoskopik inceleme yapıldı. Grade IIB özofajit ve yaygın erozif gastrit saptandı. Daha sonra içilen karışımın içerik bilgisi elde edildi ve asetik asit ile sülfürik asit bulunduğu anlaşıldı. Sonuç olarak, mevcut ilaçlar ve temizlik maddeleri gibi, aktarcıda hazırlanan karışımlar da çocuklardan uzak tutulmalıdır. Ağız çevresindeki yaralar ise korozif madde içiminin bir belirtisi olabilir ve ayırıcı tanıda akla gelmelidir.
A four-year-old boy was followed-up in intensive care unit for 10 days after he had drunk a hand fungus drug prepared by a herbalist. After oral nutrition was started, he suffered from vomiting for several times. He was consulted to our unit for this reason. Because the patient had wounds around his mouth in addition to his history, a corrosive substance intake was considered and endoscopic procedure was performed. Grade IIB esophagitis and widespread erosive gastritis were detected. Then, information about mixture’s content was obtained and acetic acid, and sulfuric acid were realized in it. In conclusion, children must be kept safe from the mixtures like medical drugs and household cleaners which are prepared by an herbalist. Wounds around the mouth may be a sign of corrosive substance intake, and they must be considered in differential diagnosis.

15.Head and Neck Tularaemia with Skin Fistula: Case Presentation
Mehmet Hafit Gür, Hakan Çankaya, Nazım Bozan, Mahfuz Turan, Köksal Yuca
Pages 125 - 127
Tularemi Kulak Burun ve Boğaz (KBB) kliniklerinde nadir olarak görülen bir zoonozdur ve çeşitli formları mevcutdur; ülseroglandüler, orofarengeal, pnömotik ve septik form. Tularemi, etkeni Francisella tularensis olan zoonotik bir hastalıktır. Francisella tularensis gram-negatif, hareketsiz bir kokobasildir. Hastalığın bulaş yolları; kirli sular, kemirgenler, tavşan, kene, sivrisinek, kaplumbağa, koyun, inek, kuşlar ve geyik gibi hayvanlardır. Bu çalışmamızda baş boyun cildine fistülize olmuş ve aldığı çeşitli antibiyoterapilere rağmen düzelmeyen ve kontamine su tüketimi hikayesi olan bir tularemi olgusu sunulmuştur.
Tularaemia is a zoonosis encountered rarely in otorhinolaryngology clinic and has several forms; ulcer glandular, oropharyngeal, pneumatic and septic tularaemia. Tularaemia is a zoonosis causd by Francisella tularensis. F. Tularensis is an immobile, gram-negative coccobacillus. The disease might be transmitted through contaminated water, rodents, lagomorphs, acaridaes, gnats, and tortoises, sheep, cows, birds and reindeers. In this study, a tularaemia case which has been fistulised to head and neck skin, which has not recovered despite various anti-biotherapies, and which has a contaminated water consumption history has been presented.

16.Rare Mass Tumour in the Mastoid Bone: Ossifying Fibroma
Mehmet Hafit Gür, Hakan Çankaya, Nazim Bozan
Pages 128 - 130
Baş ve boyun bölgesine lokalize ossifiye fibroma vakaları genellikle mandibula ve maksillada gözlenir. Nazal, ethmoid sinus, temporal ve oksipital kemikte ossifiye fibroma vakaları nadir olarak literatürde bildirilmiştir. Bu makalede mastoid bölgede ossifiye fibromu olan bir olgu sunulmuştur.
Ossifying fibroma cases localised in the head and neck area are generally observed in mandible and maxilla. Ossifying fibroma cases in nasal, ethmoid sinus, temporal, and occipital bone have rarely been stated in the literature. In this article a case of ossifying fibroma in the mastoid area was presented.

DERLEME
17.Applications of Mesenchymal Stem Cell in Orthopaedic Conditions
Abdurrahim Gözen, Seyyid Şerif Ünsal, Mehmet Ata Gökalp
Pages 131 - 137
Kök hücre, çoğalabilme ve farklılaşma potansiyeli taşıması sebebiyle birçok hücre tipine dönüşebilmektedir. Kök hücrenin bu özelliği birçok bilimsel araştırma konusu olmuştur. Günümüzde kök hücre miyokard enfarktüsü sonrası kullanılabildiği gibi ortopedide de birçok kullanım alanı mevcuttur. Mezenkimal kök hücreleri kemik kırıklarının kaynamasında, kıkırdak rejenerasyonunda, menisküs tamirinde, sinir onarımında, tendon ve kas onarımında başarılı olark kullanılmaktadır.
Stem cells have the potential of proliferation and differentiation due turning into many cell types. This property of stem cells has been the subject for many scientific researches. Nowadays, stem cells can be used for myocardial infarction in cardiology. Also mesenchymal stem cells can be used in Orthopaedics for fracture healing, cartilage regeneration, meniscal repair, nerve repair, tendon and muscle repair successfully.

LookUs & Online Makale