E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 24 (1)
Volume: 24  Issue: 1 - 2017
1.Cover

Pages I - II

ORIGINAL ARTICLE
2.Evaluation of the effect on perinatal outcomes of maternal body mass index in Cesarean Bİrths
Mehmet Emin Layık, Ali Demirci, Murat Ekin
doi: 10.5505/vtd.2017.02418  Pages 1 - 6
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada sezaryen operasyonu yapılan 143 hastanın klinik özellikleri ve beden kitle indeksinin maternal ve fetal etkilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’nde sezaryen doğum yapan hastaların medikal özgeçmişleri ve hasta dosyaları arşivden elde edilerek tarandı
BULGULAR: : Sezaryen sıklığı %38,57 olarak saptandı. Dosyasına ulaşılabilen hasta oranı %13,15 (143). ≥ 30 BKİ gebe sayısı 67 ve < 30 BKİ gebe sayısı 76 idi. < 30 BKİ ve ≥ 30 BKİ gruplarının yaş ortalamaları, sezaryen öncesinde servikal açıklık ve efesmanları, gebelik haftası, gravida ve parite, yatış süresi, HBsAg pozitifliği, hipertansiyon ve DM varlığı, Tüp Ligasyonu yapılma ortalamaları, sezaryen sonrası komplikasyon varlığı ve kan transfüzyonu ortalamaları, preop ve postop hemoglobin ortalamaları arasında anlamlı bir fark bulunmadı. <30 BKİ ve ≥ 30 gruplarından doğan bebeklerin USG ile yapılan tahmini ağırlık ortalamaları, doğum tartıları,1. ve 5. Dakika apgar skorları ve cinsiyetleri arasında anlamlı bir fark bulunamadı. Eski sezaryen tanısı ile sezaryen ameliyatı olma <30 BKİ gebelerde daha fazla bulundu. Fetal distress tanısı ile sezaryen ameliyatı olma ≥ 30 BKİ gebelerde daha fazla bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda maternal BKİ’nin <30 veya ≥ 30 olmasının perinatal sonuçlar üzerinde anlamlı bir etkisinin olmadığı görüldü. Sadece fetal distres tanısı ile sezaryen olma BKİ ≥ 30 bebelerde daha fazla bulundu.
INTRODUCTION: To evaluate clinical characteristics of 143 patients whom underwent cesarean surgery and the influence of body mass index on maternal and fetal effects
METHODS: : Patients made cesarean birth in Bakırköy Dr Sadi Konuk Education and Research Hospital Obstetrics and Gyneacology Clinic whom medical history and files were being obtained from the archieve.
RESULTS: : The frequency of cesaerean section was 38.57% (1087/2818). The study consisted of 143 patients. Number of pregnant women with > 30 BMI was 67 and the number of pregnant with <30 BMI was 76. Between > 30 BMI and <30 BMI groups; the mean age, CS at the time of effacement and dilation, gestational age, gravidity and parity, duration of hospitalization, HBsAg positivity, presence of hypertension and DM average, bilateral tubal ligation, after cesarean complications and blood transfusion, between preoperative and postoperative mean hemoglobin was not a significant difference statistically. > 30 BMI and <30 BMI groups of babies born USG estimates the average weight, birth weight, 1st and 5th minute Apgar scores and gender could not find a significant difference. Being diagnosed with previous cesarean section cesarean section <30 BMI was higher in pregnant women. Caesarean section for fetal distress is diagnosed with > 30 BMI was higher in pregnant women.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, maternal BMI <30 or ≥ 30 being the lack of a significant effect on perinatal outcomes were observed. Only with a diagnosis of fetal distress, cesarean BMI ≥ 30 was higher in infants.

3.Ovarian granulosa cell tumours: A Single Center Experience
Nurhan Önal Kalkan, Ergin Turgut, Ayşe Öter Almalı, Recep Yıldızhan, Ali Korusarı, Erkan Doğan
doi: 10.5505/vtd.2017.63634  Pages 7 - 11
GİRİŞ ve AMAÇ: Granüloza hücreli tümörler (GHT), overin epitelyal tümörlerine kıyasla nadir görülen daha iyi prognozlu düşük gradeli ve seks kord stromal kaynaklı tümörleridir. Tüm over kanserlerinin yaklaşık %5-8’ini oluştururlar. Biz bu çalışmamızda, kliniğimizce overin granüloza hücreli tanısıyla takip edilmiş olan hastaların klinik ve patolojik özeliklerini araştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2010 ile 2015 yılları arasında overin granüloza hücreli tümörü tanısı almış olan 16 hastanın, klinikopatolojik özellikleri ve uygulanan tedavileri ilgili verileri restrospektif incelendi.
BULGULAR: : Hastaların klinik evrelemesinde FIGO evrelemesi kullanılmıştır. Hastaların ortalama yaşı 45 (21-62)olarak saptandı. Hastalarımızdan 14 tanesi adult tipte iken 2 tanesi juvenil alt tipte idi. Makroskobik incelemede ortalama tümör çapı 7 cm (2-20 cm) idi. Hastaların %68’si premenopozal idi. En sık başvuru şikayeti karında kitle idi. Bu çalışmada cerrahi evre dışında hastalarımızın mitoz oranları, hücresel atipi durumları gibi diğer önemli prognostik faktörler açısından da değerlendirilmiştir. Hastalarımızın hiç birinde endometrial proliferasyon tespit edilmedi. Hastalarımızdan sadece 3 tanesine adjuvan kemoterapi verilmişti. Takipteki hiçbir hastamızda nüks veya metastaz izlenmemiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Overin granüloza hücreli tümörleri oldukça iyi prognozlu, nüks riski oldukça düşük tümörlerdir. Tedavi kararları multidisipliner olarak alınmalı ve hasta tedavi ile ilgili karar alma sürecine dahil edilmelidir
INTRODUCTION: Granulosa cell tumors (GHT), compared with ovarian epithelial tumor, are very rare, low grade, and have better prognosis. They are embriyogically sex cord stromal tumor origin. They constitute approximately 5-8% of all of ovarian cancers. In our study, we investigated the clinical and pathological features of patients who have been followed by our clinic with a diagnosis of ovarian granulosa cells tumours.
METHODS: Between January 2010 and February 2015, records of clinicopathological characteristics of 16 patients in whom diagnosed as granulosa cell tumour of ovary were retrospectively evaluated.
RESULTS: FIGO staging is used for clinical staging of patients. The median age of patients was 45 (21-62). Of patients, while 14 of them were adult type subtype and the other two of them were juvenile subtype. In the macroscopic examination, the average tumor size 7 cm (2-20 cm). In all of the patients % 68 was premenopausal. The most common symptom was abdominal mass. In this study, the rate of mitosis phase, cellular atypia situations beyond surgery was evaluated in terms of other important prognostic factors. Endometrial proliferation was not detected in none of our patients. Adjuvant chemotherapy was given to 3 of them. Recurrence or metastasis was not observed during the follow-up period.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The prognosis of ovarian granulosa cell tumors are quite good and they have very low risk of tumor recurrence. Treatment decisions should be taken by a multidisciplinary team. Patients themselves should be included in the decision-making process with regarding type of treatment

4.The Investigation of Impact of Stronsium Ranelat Application on Paraoxonase and Arylesterase Activities in Liver, Kidney and Muscle Tissues in Experimental Osteoporosis Rat Model
Mehmet Berköz, Özgün Sağır, Serap Yalın, Ülkü Çömelekoğlu, Fatma Söğüt, Pelin Eroğlu
doi: 10.5505/vtd.2017.03522  Pages 12 - 18
GİRİŞ ve AMAÇ: Yaptığımız bu çalışmada deneysel osteoporoz modeli oluşturulan sıçanlarda, post-menopozal tedavide yaygın olarak kullanılan stronsiyum ranelatın karaciğer, böbrek ve kas dokularındaki paraoksonaz (PON) ve arilesteraz (ARE) enzim aktiviteleri üzerindeki etkisi araştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada 35 adet dişi Wistar Albino sıçan kullanılmış ve her bir grupta 7 hayvan olacak şekilde 5 gruba ayrılmıştır. Bu gruplar kontrol grubu (Grup I), 3 ay boyunca sadece stronsiyum ranelat uygulanan grup (Grup II), sadece overektomi uygulanan grup (Grup III), overektomiden sonra profilaktik amaçla hemen stronsiyum ranelat tedavisine başlanan grup (Grup IV) ve overektomi yapıldıktan 3 ay sonra stronsiyum ranelat tedavisine başlanan grup (Grup V) olarak belirlenmiştir. Tüm gruplardaki hayvanların karaciğer, böbrek ve kas dokuları izole edilerek PON ve ARE aktivitelerine bakılmıştır. PON ve ARE değerleri bakımından gruplar arasındaki istatistiksel farklılıklar ANOVA ve alt grup karşılaştırmalarında Tukey çoklu karşılaştırma testleri kullanılarak değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Yaptığımız çalışmada tüm grupların karaciğer, böbrek ve kas PON ve ARE aktiviteleri kontrol grubuna kıyasla anlamlı ölçüde düşük olduğu tespit edilmiştir (p<0,05). Ayrıca Grup V’in karaciğer PON ve ARE aktivitelerinin Grup II, Grup III ve Grup IV’e göre anlamlı ölçüde yüksek olduğu tespit edilmiştir (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bulunan sonuçlar postmenopozal dönemin ve stronsiyum ranelat kullanımının karaciğer, böbrek ve kas dokularındaki PON ve ARE aktivitelerini azalttığını, dolayısıyla antioksidan sistemi zayıflattığını göstermektedir.
INTRODUCTION: In this study, we investigated the effect of stronsium ranelat, which is used extensively in the post-menopausal traetment, on paraoxonase and arylesterase in liver, kidney and muscle tissues of experimental osteoporosis rats.
METHODS: 35 female Wistar Albino female rats were were divided into 5 groups (7 animals in each group). Group I was the control group, Group II received only stronsium ranelat, Group III underwent only ovariectomy, Group IV was consisted of rats in which stronsium ranelat treatment was started just after ovariectomy, and Group V was consisted of rats in which stronsium ranelat treatment was started 3 months after ovariectomy. Liver, kidney, and muscle tissues of rats belonging to all groups were isolated and then PON and ARE activities were examined. The statistical differences in terms of PON and ARE values were evaluated by using ANOVA and Tukey Multiple Comparison for subgroups.
RESULTS: According to results obtained from this study, a statistically significant decrease in PON and ARE activities of liver, kidney and muscle of rats in all groups was determined compared to control group (p<0.05). Furthermore, a statistically significant decrease in PON and ARE activities was detected in Group V compared to Group II, Group III and Group IV (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: It can be concluded from this study that postmenopausal period and use of stronsium ranelat caused a decrease in PON and ARE activities in liver, kidney, and muscle tissues and therefore weakened the antioxidant system.

5.The Effect of Diode Laser Treatment on Generalized Aggressive Periodontitis
Abdullah SEÇKİN ERTUĞRUL
doi: 10.5505/vtd.2017.47966  Pages 19 - 23
GİRİŞ ve AMAÇ: Generalize agresif periodontitis tedavisinde diyot lazer etkinliğinin dişeti oluğu sıvısında IL-1β değişiminin ve klinik periodontal indeklerin değişiminin belirlenmesi ve karşılaştırılması bu çalışmanın amacıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza periodontal olarak generalize agresif periodontitis tanısı konulmuş 15 birey dahil edilmiştir. Çalışmaya katılan bireylerin sol mandibular bölgesine kök yüzeyi düzleştirmesi+940±15 diyot lazer ve sağ mandibular bölgesine sadece kök yüzeyi düzleştirmesi uygulanmıştır. Alınan örneklerde IL-1β analizi Enzyme-Linked ImmunoSorbent Assay yöntemi ile gerçekleştirilmiştir.
BULGULAR: Yapılan istatistiksel değerlendirme sonucuna göre generalize agresif periodontitis hastalarında sondlama cep derinliği, klinik ataçman kaybı, plak indeksi, gingival indeks ve sondlamada kanama indeksi ortalama değerleri tedavi öncesine göre tedavi sonrası istatistiksel olarak azalmıştır (p<0.05). Çalışmada grupların tedavi öncesi ve sonrası IL-1β seviyesi değerlendirildiğinde; diyot lazer uygulanan bölgede IL-1β miktarının azalması diğer bölgeye göre istatistiksel olarak fazla olduğu belirlenmiştir (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Diyot lazerlerin tedaviye ek uygulanması IL-1β miktarının azalmasını daha etkili olduğu belirlenmiştir. Generalize agresif periodontitis tedavisinde 940±15 diyot lazerler etkili şekilde kullanılabileceği düşünülmektedir. Bu sonuçların desteklenmesi için lazerler ve periodontal hastalıklar hakkında daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: The aim of this study is to determine and compare the suitability of the 940±15 nm Diode laser for the treatment of generalized aggressive periodontitis by measuring the IL-1β in gingival crevicular fluid.
METHODS: A total of 15 patients were included in this study. We performed scaling and root planing + 940±15 nm Diode laser in the left mandibular quadrant, and only scaling and root planing in the right mandibular quadrant. The presence of IL-1β was analyzed with a enzyme-linked immune-sorbent assay.
RESULTS: The mean values of site-specific periodontal indexes on probing in patients with generalized aggressive periodontitis significantly decreased following treatment when compared to prior treatment values. IL-1β levels of the study groups were evaluated, a decrease in IL-1β was observed in the quadrant where the Diode laser was applied in groups (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The use of the Diode laser decreased IL-1β levels. It is likely that the Diode laser is more suitable for the treatment of generalized aggressive periodontitis. To support these results, further studies are required regarding dental lasers and periodontal disease.

6.The Effects of Adjunctive Doxycycline in Initial Periodontal Therapy to The Gingival Crevicular Fluid Levels of Matrix Metalloproteinase-1
Burak Ak, Eylem Ayhan Alkan, Bülend İnanç
doi: 10.5505/vtd.2017.13008  Pages 24 - 28
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, kronik periodontitisli hastalarda başlangıç periodontal tedaviye ilave doksisiklin kullanımının dişeti oluğu sıvısında (DOS) matriks metalloproteinaz-1 (MMP-1) seviyesi üzerine etkisinin incelenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 19-59 yaş aralığında, 12 kadın ve 12 erkek olmak üzere toplam 24 kronik periodontitits (KP) hastası dahil edilmiştir. 12 KP hastası test grubu (TG) ve 12 KP hastası kontrol grubu (KG)’nu oluşturmuştur. Test grubundaki hastalara tüm ağız dezenfeksiyonuna (TAD) ilave olarak doksisiklin ilk gün 200 mg devamında ise 100 mg günde tek doz çalışma sonuna kadar reçete edilmiştir. Kontrol grubundaki hastalara sadece TAD uygulanmıştır. Plak indeksi (PI), gingival indeks (GI), sondlanabilir cep derinliği (SCD), sondlamada kanama(SK) ve klinik ataşman seviyesi (KAS) verilerini içeren klinik parametreler tedavi öncesi ve tedavi sonrası kaydedilmiştir. MMP-1 miktarları ELISA yöntemi ile değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Her iki grupta da klinik parametrelerde tedavi sonrasında tedavi öncesine göre istatistiksel olarak anlamlı azalma gözlenmiştir (p=0.001).Tedavi öncesinde test grubunda kontrol grubuna oranla anlamlı derecede daha az MMP-1 seviyesi tespit edilmiştir (P=0.001). MMP-1 seviyesi test grubunda tedavi sonrasında tedavi öncesine göre istatistiksel olarak anlamlı artış tespit edilmiştir(p=0.001) Tedavi sonrası test grubu ile kontrol grubu arasında MMP-1 seviyeleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamamıştır. (p=0.83)
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmanın sınırları dahilinde kronik periodontitis hastalarında ilave doksisiklin kullanımının MMP-1 seviyeleri üzerinde etkisinin olduğu belirlenmiştir. Bu konu hakkında daha fazla sayıda çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır.
INTRODUCTION: The aim of this study was to compare the effects of adjunctive use of doxycycline in chronic periodontitis patients on the GCF levels of MMP-1 during and after the periodontal treatment.
METHODS: Twenty-four chronic periodontitis patients (12 female and 12 male subjects with ages ranging between 19 to 59) were included in the study and assigned to test(TG) and control groups(CG) of twelve persons each. Patients in the CG received only full mouth disinfection (FMD) treatment whilst TG patients received 200 mg/day doxycycline for the 1st day and continued with a 100 mg daily dose for the rest of the treatment period. Plaque index (PI), gingival index (GI), pocket probing depth (PPD), bleeding on probing (BI), and clinical attachment gain (CAL) measurements were recorded before and after treatment periods. Matrix Metalloproteinase-1 (MMP-1) levels in the gingival crevicular fluid (GCF) were evaluated with Enzyme-Linked Immunosorbent Assay (ELISA).
RESULTS: The clinical parameters reflecting periodontal health were significantly improved in both groups following the treatment procedures (p=0.001). Before the treatment, the MMP-1 levels were lower in the test group compared to the controls. There was a significant increase on the the levels of MMP-1 between pre and posttreatment levels of MMP-1 in test group (p=0.001). There was not statistically significant difference on the levels of MMP-1 between the groups after the treatment (p=0.83).
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study demonstrates that adjunctive use of doxycycline effects the MMP-1 levels in chronic periodontitis patients. Further studies are needed to confirm these findings.

7.Antibiotic Use In The Adults Who Admit To A Family Health Center In Van City Center And Affecting Factors
Emine Ulu Botan, Esra Buse Ergün, Server Sena Ersarı, Samira Toupchizadegan, Tuba Aydın, Mustafa Kasım Karahocagil
doi: 10.5505/vtd.2017.28290  Pages 29 - 34
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma Van il merkezinde aile sağlığı merkezine başvuran kişilerin antibiyotik kullanımı hakkındaki bilgi düzeylerini değerlendirmeyi ve etkileyen faktörleri ortaya koymayı amaçlamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı tipteki çalışmanın evreni Van il merkezindeki bir Aile Sağlığı Merkezi’ne başvuran 18 yaş üstü erişkinlerdir. Araştırmacılar 30-31 Mart 2015 tarihlerinde aile sağlığı merkezine başvuran her bireye ulaşmaya çalışmıştır. Katılmayı kabul eden 154 katılımcıya literatür ışığında geliştirilen anket formu uygulanmıştır. Verilerin analizi SPSS 13.0’da yapılmıştır. İstatistiksel yöntem olarak tanımlayıcı istatistikler ve ki-kare testi kullanılmıştır.
BULGULAR: Katılımcıların106’sı kadın, 48’i erkekti. Son bir ay içerisinde antibiyotik kullananların %7,3’ü ilacı kendisinin eczaneden alarak kullanmaya başladığını, %92,7’si doktorun reçete ettiğini ifade etti. Katılımcıların %27,3’ü herhangi bir sebepten doktora başvurduğunda antibiyotik yazılmasını talep ettiğini; %39’u evde antibiyotik bulundurduğunu belirtti. Katılımcıların %95,5’i daha önce antibiyotik kullanımı ile ilgili herhangi bir eğitim almamıştı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Katılımcılar arasında doktordan antibiyotik reçete etmesini talep etme ve evde antibiyotik bulundurma oranları yüksek bulunmuştur. Antibiyotik kullanımı ile ilgili eğitim alan sayısı oldukça azdır. Topluma akılcı antibiyotik kullanımı konusunda eğitimlerin verilmesi, uygunsuz antibiyotik kullanımının azaltılmasına yönelik çalışmalar yapılması farkındalık oluşturulması açısından büyük önem taşımaktadır.
INTRODUCTION: This study aims to evaluate the knowledge of the people about antibiotic use who admit to family health center in Van city center and determine the affecting factors.
METHODS: Universe of this descriptive study was all of the people admitting to a family health center in Van city who were upper than 18 age. Researchers tried to reach everyone who admitted to family health center in 30-31 March 2015. A questionnaire was applied to all of the 154 participants who had consent to participate. Data analyses were made in SPSS 13.0. Descriptive statistics and chi square test were used for statistical method.
RESULTS: Of the participants, %68,8 were female, %31,2 were male. %7,3 of the participants who had used an antibiotic in the last one month, had started to use by getting the drug from a pharmacy by theirself. %92,7 of them said that a doctor offered it. %27,3 of the participants reported they requested for doctor to prescribe antibiotic when they had been admitted him for any reason. %39 reported they were stocking an antibiotic in their houses. %95,5 of the participants didn’t take any education about the antibiotic use before.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Rate of requesting for doctor to prescribe antibiotic and stocking antibiotic at home were found high in the participants. The number of the participants who had taken education about antibiotic use is quite a little. İt is significant to train people about rational antibiotic use and to carry on studies about decreasing the irrational antibiotic use.

8.Evaluation of thyroid functions in molar pregnancies
Erbil Karaman, Orkun Çetin, Numan Çim, Ali Kolusarı, Hatice Oruç, Esra Andıç, Recep Yıldızhan, İsmet Alkış, Sadi Elasan, Hanım Güler Şahin
doi: 10.5505/vtd.2017.36844  Pages 35 - 39
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmanın amacı, kliniğimizde komplet ve parsiyel molar gebelik tanısı konulan olguların klinik verilerini ve tiroid fonksiyonlarını karşılaştırarak, literatür bilgileri ışığında tartışılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yüzüncü Yıl Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’ nde Ocak 2007- Ocak 2016 tarihleri arasında, tedavi ve takibi yapılan toplam 242 komplet ve parsiyel molar gebelik olgusunun klinik verileri ve tiroid fonksiyon testleri retrospektif olarak incelendi. Hastalar 127 komplet molar gebelik olgusu ve 115 parsiyel molar gebelik olgusu olmak üzere iki gruba ayrıldı.
BULGULAR: Komplet mol tanısı konulan hastaların yaş ortalaması 33.87±12.14 iken, parsiyel mol tanısı konulan hastaların yaş ortalaması 31.73±10.12 idi. İki grup arasında yaş açısından istatiksel anlamlı fark bulunamadı (p: 0.139). Komplet mol tanısı konulan hastaların TSH değeri ortalamaları 0.5±0.9 mIU/ml iken, parsiyel mol olgularının TSH değeri ortalamaları 1.0±1.2 mIU/ml olarak bulundu. Parsiyel mol olgularının TSH değerleri, komplet mol olgularına göre daha yüksek bulundu (p: 0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızın sonuçları değerlendirildiğinde; molar gebelik olgularında klinik takip ve tedavi göz önüne alındığında, tiroid fonksiyon testlerinin anlamlı ölçüde etkilenmediği gözlenmektedir. Bu sonuç, hipertiroidinin ölümcül seyreden komplikasyonları olması sebebiyle, molar gebelik olgularında tiroid fonksiyonlarının değerlendirilmesine gerek olmadığı şeklinde yorumlanmamalıdır.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to discuss and compare the clinical outcomes and thyroid functions of complete and incomplete molar pregnancies in the highlights of the literature.
METHODS: The study was conducted at Yuzuncu Yıl University, Department of Obstetrics and Gynecology between January 2006 and January 2016. The clinical outcomes and thyroid function tests of 242 complete and incomplete molar pregnancies were reviewed retrospectively. The patients were divided into two groups as, 127 pregnancies with complete mole and 115 pregnancies with incomplete mole.
RESULTS: The mean maternal age of complete and incomplete mole pregnancies were 33.87±12.14 and 31.73±10.12, respectively. There was no significant difference between the groups (p: 0.139). The mean TSH values of complete and incomplete molar pregnancies were 0.5±0.9 mIU/ml and 1.0±1.2 mIU/ml, respectively. The mean TSH values were higher in incomplete molar pregnancies than in complete molar pregnancies (p: 0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The present study showed that thyroid functions were not affected clinically in molar pregnancies for the follow-up and management of the patients. However, we still recommended that the thyroid functions should be evaluated in molar pregnancies, to prevent the mortal complications of hyperthyroidism.

CASE REPORT
9.Candida Utilis and Candida Lusitaniae Meningitis in an Infant with Extraventricular Drainage
Fatma Mutlu Sarıgüzel, Ayşe Nedret Koç, Mustafa Öztürk
doi: 10.5505/vtd.2017.69783  Pages 40 - 43
Sekiz aylık erkek hasta menejit ve febril konvulziyon ön tanısı ile hastanemize kabul edilmiştir. Hastanemize kabulünden kısa bir sure sonra hidrosefali gelişmiş ve hastaya ekstraventriküler drenaj yapılmıştır. Ancak işlemden sonra hastanın ateşi 38 ºC yükselmiştir. Hastanın beyin omurilik sıvısı kültüründe maya üremesi olmuştur. İzole edilen mayalar Candida utilis ve Candida lusitaniae olarak tanımlanmıştır. Suşların flukonazol ve amfoterisin B için minimal inhibisyon konsantrasyonları sırası ile 2 μg/ml, 4 μg/ml and 0.75 μg/ml, 0.5 μg/ml olarak saptanmıştır. Hasta antifungal tedavi almış fakat mayanın izolasyonundan sonra 10. günde kaybedilmiştir. Postmortem beyin omurilik sıvısı ve kan kültüründe maya saptanmamıştır. Sonuç olarak, ekstraventriküler drenaj uygulandıktan sonra mantarlar, özellikle C. lusitaniae ve C. utilis, meydana gelen menejitlerin etiyolojik etkeni olarak düşünülmelidir.
The eight-month male infant was admitted to our hospital because of febrile convulsion and pre-diagnosis of meningitis. Hydrocephalus was observed shortly after the admission and extraventricular drainage was performed but then the patient had fever above 38 oC. Yeasts were detected in cerebrospinal fluid culture of the patient. These fungi were identified as Candida utilis and Candida lusitaniae. For these fungi, the minimal inhibitory concentrations of fluconazole and amphotericin B were 2 μg/ml, 4 μg/ml and 0.75 μg/ml, 0.5 μg/ml, respectively. The patient received antifungal treatment but on day 10 after the isolation of yeast, the patient died. The fungi were not detected in blood and cerebrospinal fluid culture of the postmortem of the patient. In conclusion, after performing extra ventricular drainage, fungi, especially C. lusitaniae and C. utilis, should be thought as etiological agents of developing meningitis.

10.A Rare Parotid Gland Tumors; Solitary Fibrous Tumor
Metin Yıldırım, Şeyda Belli, Şule Özsoy
doi: 10.5505/vtd.2017.52386  Pages 44 - 46
Soliter fibröz tümör genellikle plevra ve peritonda gelişen, nadir görülen iğsi hücreli neoplazidir. Soliter fibröz tümör ekstraserozal yüzeylerde görülür. Literatürde vakaların %6’ sı baş ve boyun yerleşimlidir. Parotiste yerleşim gösteren 26 olgu tanımlanmıştır. Bu çalışmadaki amaç nadir görülen parotis tümörüne bir olgu ile katkıda bulunmaktır. 37 yaşındaki bayan hastanın 3 aydır sol preauriküler bölgede, 2x2 cm büyüklüğünde, ağrısız, hiperemik olmayan, düzgün sınırlı, semimobil, şişlik şikayeti vardı. Lezyon cerrahi olarak çıkarıldı. Histopatolojik ve immünohistokimyasal analizler sonucunda soliter fibröz tümör tanısını aldı. Hastanın 2 yıllık takibinde nüks izlenmedi. Bu vaka sunumunda, soliter fibröz tümör, klinik bulguları, histopatolojik ve immünohistokimyasal özellikleri ve tedavi planlanması yönleriyle tartışıldı.
Solitary fibrous tumor is a rare spindle cell neplasm that usually develops in the pleura and peritoneum. Solitary fibrous tumor is seen in the extraserosal surfaces. The head and neck region is involved in only 6% of the cases. Only 26 cases located in the parotid gland were reported in the literature. The aim of this study is to report a rare case of solitary fibrous tumor originated from the parotid gland. The patient was a 37-year-old woman with a 2x2 cm, non-hyperemic, painless, properly limited, semimobil nodule in the left preauricular region. The lesion was excised surgically. Histopathological and immunohistochemical analysis showed solitary fibrous tumor. Recurrence was not detected during the two years of follow-up of. The clinical signs, histopathological, and immunohistochemical characteristics of the disease were discussed in terms of treatment.

11.The cause of persistent fever after the caesarean section: Overyan Ven Trombozu
Kerim Yıldız, Celaleddin Soyalp
doi: 10.5505/vtd.2017.98608  Pages 47 - 49
Obstetrik ve jinekolojik nedenlerle pelvik cerrahi yapılan hastalarda, post operatif dönemde düşmeyen ateşin ender nedenlerinden biride ovarian ven trombozu/septik pelvik trombozdur. Bu çalışmada 31 yaşındaki miadında gebe hastamızda ilerlemeyen eylem nedeniyle yaptığımız sezaryen sonrası gelişen ovarian ven trombozu vakası sunulmuştur. Ovarian ven trombozu /septik pelvik tromboflebit tanısı görüntüleme ile (BT, MR) ile konulur. Tedavide geniş spektrumlu antibiyotik ve heparin infüzyonu kullanılır. Tanıda gecikme olursa veya tanı atlanılırsa mortal seyredebilir.
In patients with pelvic surgery because of obstetric and gynecology reasons, the cause of rarely seen persistent fever is ovarian vein thrombosis/septic pelvic thrombosis in the period of post operation. In this study,due to not having a natural childbirth in our 31 years old full term pregnant patient a case of developing ovarian vein thrombosis/septic pelvic after our C-section operation is presented. The diagnosis of ovarian vein thrombosis/septic pelvic thrombophlebitis is placed with imaging( BT,MR). During the teratment, broad-spectrum antibiotics and heparin infusion are used. If any neglect or delay are seen in diagnosis, it may result in death.

12.Tuberculous appendicitis in a child
Gülsüm İclal Bayhan, Gönül Tanır, Türkan Aydın Teke
doi: 10.5505/vtd.2017.46855  Pages 50 - 52
Tüberküloz (TB) halen tüm dünyada en önemli enfeksiyon hastalıklarından biridir. Mycobacterium tuberculosis genellikle pulmoner hastalığa yol açmakla birlikte, TB vücutta tüm organları tutabilmektedir. Apendisit abdominal TB\'nin çok nadir görülen bir formudur. Biz burda TB apendisiti tanısı alan ve cerrahi ve anti-TB tedavi ile düzelen sekiz yaşında kız olguyu sunduk.
Tuberculosis (TB) remains among the most important infectious diseases worldwide. Although Mycobacterium tuberculosis is readily aerosolized from the environment and usually leads to pulmonary disease, TB can involve any organ of the body, and abdominal TB is a form of extrapulmonary TB. Appendicitis is a very rare presentation of abdominal TB. Herein we present an 8-year-old female patient diagnosed as TB appendicitis that was treated with anti-TB medication and surgical intervention.

13.Giant Splenic Artery Aneurysm: CT Findings
Mustafa Koç, Selami Serhatlıoğlu
doi: 10.5505/vtd.2017.44154  Pages 53 - 55
İç organ arter anevrizmaları nadir olmakla birlikte, sıklıkla yaşamı tehdit eden acil bulgularla ortaya çıktıklarından önemlidirler. Kadın cinsiyet, ateroskleroz, travma, infeksiyonlar sebep ve predispozan faktörlerdir. Splenik arter anevrizmaları, iç organ arter anevrizmaları arasında sıklıkla gözükebilmekle birlikte, 3 cm den büyük anevrizmalar nadirdir. Biz bu yazıda, 60 yaşında kadın hastada, 8x10 cm boyutta, insidental saptanan, dev splenik arter anevrizmasının bilgisayarlı tomografi bulgularını sunduk.
Visceral artery aneurysms are uncommon but important as they frequently present as life-threatening emergencies. Causes and predisposing conditions are female, atherosclerosis, trauma, infection. Although splenic artery aneurysms (SAA) are the frequently occurring aneurysms of the visceral arteries, giant aneurysms of more than 3.0 cm are uncommon.
In this case, we present computed tomography findings of giant SAA (10x8 cm) in 60-year-old woman that was found incidentally.

14.Right hydronephrosis secondary to swallowing veil needle
Erdal Benli, Ercan Öğreden, Abdullah Çırakoğlu, Ali Ayyıldız, Ahmet Yüce
doi: 10.5505/vtd.2017.40085  Pages 56 - 58
Üreter de oluşan obstrüksiyon hidronefroza neden olabilir. Hidronefroza bağlı hastalarda en sık yakınmalar ağrı, batında kitle, idrar yolu enfeksiyonlarıdır. En sık nedenleri arasında uretero-pelvik bileşke darlığı, vezikoureteral reflu, üreter taşları bulunur. Nadir nedenlerinden biri de yutulan yabancı cisimlerdir. Çoğu asemptomatikdir ve fekal yolla atılmaktadır. Bazen yutulan yabancı cisimler gastrointestinal traktan komşu organlara migrate olarak komplikasyonlara neden olmaktadırlar. Yan ağrısı ile gelen bayan hastalarda başörtüsü iğnesi akılda olmalıdır.
Obstruction formed in ureter may cause hydronephrosis. Patient having hydronephrosis complains about side pain, mass in the abdomen and urinary tract infections. The most commen causes are uretero-pelvic junction obstruction, vesico-ureteral reflux and ureter stones. Hydronephrosis rarely orginates from swallowed foreing bodies. And most of these cases are asymptomatic and are thrown through feacal. Sometimes, these bodies cause complications by migrating to adjacent organs from gastrointestinal system. In female patients having abdominal/side pain, scarfpin should be recalled.

INVITED REVIEW
15.Application of Low-Level Laser Therapy In Temporomandibular Joint Disorders: Literature Review
Cennet Neslihan Eroğlu, Erkan Feslihan
doi: 10.5505/vtd.2017.09609  Pages 59 - 65
Temporomandibular eklem rahatsızlıklarının cerrahi olmayan tedavi seçenekleri arasına son yıllarda düşük seviyeli lazer terapisi de eklenmiştir. Etkinliği konusunda farklı sonuçlara ulaşılırken, farklı uygulama teknikleri, seans sayıları, lazer parametrelerindeki farklılık literatürde halen standart bir lazer protokolü oluşmadığını göstermektedir. Bu literatür derlemesinde temporomandibular eklem rahatsızlıklarının tedavisinde 2005-2016 yılları arasında yapılan düşük seviyeli lazer terapi uygulamalarının sonuçları sunulmuştur.
Low-level laser therapy has recently been included among the non-surgical treatment options of temporomandibular joint disorders. In addition to obtained different outcomes regarding its efficacy, differences in application techniques, session numbers, and laser parameters indicate that there is still no standard laser protocol in the literature. This literature review presents the outcomes of low-level laser therapy performed for the treatment of temporomandibular joint disorders between 2005 and 2016.

LookUs & Online Makale