E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 25 (3)
Volume: 25  Issue: 3 - 2018
1.Cover

Pages I - II

ORIGINAL ARTICLE
2.Practices of the General Surgery Nurses Towards Catheter-Related Urinary Tract Infections: An observational Study
Sevilay Erden, Sevban Arslan, Derya Gezer, Gülhan Cömert
doi: 10.5505/vtd.2018.04274  Pages 274 - 281
GİRİŞ ve AMAÇ: Üriner Sistem Enfeksiyonları sağlık bakım ilişkili enfeksiyonlar arasında en sık görülmekte ve yaklaşık %60-80’i katetere bağlı olarak gelişmektedir. Bu enfeksiyonların önlenmesine ilişkin alınan önlemlerin morbidite ve mortalite oranlarını azaltacağı bilinmektedir. Bu çalışma genel cerrahi kliniklerinde çalışan hemşirelerin KİÜSE (Kateter İlişkili Üriner Sistem Enfeksiyonları) önlenmesine yönelik uygulamalarını belirlemek amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırma, 25 Mart-15 Nisan 2016 tarihleri arasında Adana’da bir üniversite hastanesinin genel cerrahi kliniklerinde çalışan Araştırma, Adana’da bir üniversite hastanesinin genel cerrahi kliniklerinde çalışan hemşirelerle yapılmıştır. Veriler anket formu ve gözlem formu aracılığıyla toplanmıştır. Gözlem formu KİÜSE’nın önlenmesine yönelik “Kateterin Yerleştirilmesi (10 uygulama)”, “Kateter Bakımı (7 uygulama)” ve “İdrar Torbası Kullanımı (8 uygulama)” olmak üzere toplam 25 kanıta dayalı uygulamadan oluşmaktadır. Veriler katılımlı gözlem yöntemi ile toplanmıştır. Hemşireler uygulamaları yaparken 3’er kez gözlenmiş ve her uygulamaya bir(1) puan verilmiş, ortalama puan hesaplanmıştır. Değerlendirme sonunda total uygulama puanı (0-75) hesaplanmıştır.
BULGULAR: Hemşirelerin yaş ortalaması 27,6±7,1(19-40), %81,2’si kadındır. Katılımcıların kateterin yerleştirilmesine, kateter bakımına ve idrar torbası kullanımına ilişkin puan ortalamaları sırasıyla: 27,2±1,4; 17,6±2,6; 19,1±2,6 olup, KİÜSE önlenmesine ilişkin toplam puan ortalamaları 64,0±4,6 (54-72)’dir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hemşirelerin puan ortalaması orta-iyi olmasına rağmen enfeksiyon kontrol uygulamaları bütün olarak düşünülmelidir. Kateterin takılmasından çıkarılmasına kadar tüm aşamalarda enfeksiyon kontrol uygulamalarından sorumlu olduğu unutulmamalıdır.
INTRODUCTION: Urinary tract infections are the most common healthcare-related infections, and about 60 to 80% of these infections occur related to the catheter. Precaution steps which can be taken to prevent these infections are known to reduce morbidity and mortality rates. This study aims to investigate the practices towards prevention catheter-related urinary tract infections (CRUTIs) for the nurses working in general surgery clinics.
METHODS: This study was conducted in a tertiary setting with the participation of nurses who work in general surgery clinics. The data were collected by observation form consists of 25 evidence-based practices, named "Placement of Catheter (10-practice)", "Catheter Care (7-practice)" and "Usage of Urine Bag Application (8-practice)" towards prevention of CRUTIs. The data were collected using an interactive observation method; nurses were observed three times while practicing and scored once for each practice. Then, the mean score of each practice were calculated and after evaluation, this score was found between 0-75.
RESULTS: The mean age of the nurses was 27,6±7,1(19-40) years, and 81,2% of them were females. The mean scores of the nurses for catheter placement, catheter care, and usage of urine bag were 27,2±1,4; 17.6±2.6; 19.1±2.6, respectively. In addition, the mean of total score for prevention of CRUTIs was 64,0±4,6 (range: 54 to 72).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although the scores of nurses were medium-good, practices towards prevention of infection should be taken as a whole. Thus, nurses should kept in mind that they are responsible from catheter placement to removal.

3.Examination of Intramuscular Injection Practices of Midwifery and Nursing Department Students
İlkay Güner, Selver Karaaslan, Reyhan Orhun
doi: 10.5505/vtd.2018.48030  Pages 282 - 288
GİRİŞ ve AMAÇ: : İntramüsküler enjeksiyon ebe ve hemşirelerin en temel görevlerindendir. Basit ve temel bir uygulama olarak görülmesine rağmen literatürlerde hatalı intramüsküler uygulamaların neden olduğu pek çok komplikasyon bildirilmiştir. Bu çalışma Van Sağlık Yüksek okulu ebelik ve hemşirelik bölümü öğrencilerinin intramüsküler enjeksiyon uygulamalarına yönelik bilgilerinin değerlendirilmesi amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: : Kesitsel tipte bir araştırma olup, araştırmanın evrenini 2014-2015 Eğitim Öğretim yılı Bahar Döneminde, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Van Sağlık Yüksekokulu’nda Ebelik ve Hemşirelik Bölümlerinde öğrenim gören öğrenciler oluşturmuştur (n= 577). Araştırmaya katılmaya kabul eden, toplam 378 öğrenci araştırmanın örneklemini oluşturmuştur. Araştırma verilerinin toplanmasında araştırmacılar tarafından literatür doğrultusunda hazırlanmış soru formu kullanılmıştır. Soru formunda, öğrencilerin demografik özelliklerine, eğitim ve bölümlerine ilişkin soruların yanında, intramüsküler enjeksiyonun hazırlanması ve uygulanmasına yönelik sorular yer almıştır.
BULGULAR: Öğrencilerin %70,4’ü genç erişkinlerde dorsogluteal bölge, %72,0’ı yenidoğanda rektusfemorisi en çok tercih ettikleri bölge olarak belirtmişlerdir. Öğrencilerin %95,2’sinin enjeksiyon sırasında derin nefes alıp vermeyi önerdikleri, %46,6’sının hızlı ve sert bir şekilde uygulanan enjeksiyonu doğru bulduğu belirlenmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hemşirelik ve ebelik öğrencilerinin intramüsküler enjeksiyon uygulamalarına yönelik bilgilerinin yeterli düzeyde olmadığı, geleneksel bilgiler yerini güncel ve kanıt temelli bilgilerin alması gerektiği düşünülmekledir.
INTRODUCTION: Intramuscular injection is one of the fundamental duties of the nurses and midwives. Despite it was seen as a simple and basic application, many complications caused by wrong intramuscular applications were reported in the literature. This study was conducted in order to evaluate the intramuscular injections given by the nursing and midwifery students at Van Yuzuncu Yil University, Health School.
METHODS: This study is a fractional study. The participants involved in the research is made up of the nursing and midwifery students at Van Yuzuncu Yil University Health School, in 2014, spring term (n=577). 378 students who accepted to participate in the study constitute the sample of this research. In line with the literature question forms were prepared by the researchers and used for data collection. In the question form, along with the questions related to demographic characteristics, education and department information, the preparation of injection and its application were asked too.
RESULTS:
70,4% of the students stated that they preferred dorsolateral area as the injection site for adults and rektusfemoris for newborn (72%). It was determined that 95,2% of the students recommended patients to take a deep breath durig the injection and 46,6% of the students approved quick and firm injection.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It is believed that the knowledge of nursing and midwifery students about the intramuscular injection is not at the required level. In this sense, traditional approaches should be replaced by current and evidence based knowledge.


4.Evaluation of knowledge levels of of family physicians about headache in primary care of Van district
Ergin Karakaya, Aysel Milanlıoğlu, Vedat Çilingir, Abdullah Yılgör, Aydın Çağaç
doi: 10.5505/vtd.2018.47135  Pages 289 - 295
GİRİŞ ve AMAÇ: Birinci basamak sağlık hizmetlerinde baş ağrısı şikâyeti ile sıklıkla karşılaşılmaktadır. Primer baş ağrıları sağlık bakım hizmetlerinin sık kullanılmasına ve hastalarda yüksek oranda işgücü kaybına neden olmaktadır. Bu çalışmanın amacı Van ili birinci basamak sağlık hizmetlerinde görev yapan aile hekimlerinin baş ağrıları hakkında bilgi düzeylerinin değerlendirilmesidir.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya dahil edilen 120 aile hekimi primer baş ağrısı sendromlarından sık görülen baş ağrılarının tanısal özellikleri ve tedavileri hakkında bilgi düzeyleri, tutum ve davranışlarını içeren sorulardan oluşan çalışma anketini doldurmuştur. Çalışma anketi yayınlanan tedavi rehberlerine ve International Headache Society (IHS) tanı kriterlerine uygun bir şekilde hazırlanmıştır.
BULGULAR: 120 hekimin sadece %4.2’sinin aile hekimliği ihtisası vardı, diğerleri genel pratisyen hekimdi. Hekimlerin %29.2’si baş ağrısı tanı ve tedavisinde bilgi ve tecrübelerini yeterli bulmaktaydı. Katılımcıların %73.3’ü baş ağrısıyla ilgili mezuniyet öncesinde aldıkları eğitimin yetersiz olduğunu düşünmekteydi. Hekimlerin sadece %55’i primer baş ağrıları tanısında anamnezin en önemli tanısal araç olduğunu düşünmekteydi. Hekimler migren tanı ve tedavisi hakkındaki soruların %6.7-47.5’ine, gerilim tipi baş ağrısı sorularının %11.7-40.8’ine, küme tipi baş ağrısı hakkındaki soruların ise %16.7-37.5’ine doğru yanıt vermişti. Hekimlerin %70’i baş ağrısıyla ilişkili düzenli eğitim programlarının olması gerektiğini düşünüyordu. Hekimlerin baş ağrıları hakkında en fazla ihtiyaç duydukları kaynaklar online kaynaklardı (%67,5).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma Van ili birinci basamak sağlık hizmetlerinde baş ağrılarına yaklaşımla ilgili önemli bilgiler sağlamış ve bu konuda sürekli eğitimin gerekliliğine ışık tutmuştur.
INTRODUCTION: Headache is a common presentation in primary care. Primary headaches cause more disability and necessitate high utilisation of health care. The aim of this study was to investigate the knowledge level of family physicians about headache in primary care of Van district.
METHODS: A total of 120 family physicians completed a questionnaire relating to their knowledge, attitude and experience about diagnostic features of common primary headache syndromes and their treatment. The questionnaire was prepared according to IHS diagnostic criteria and published treatment guidelines.
RESULTS: Only 4.2% of 120 physicians had family medicine specialty, the others were general practitioners. 29.2% of the physicians thought that they have sufficient knowledge and experience for diagnosis and treatment of headache. 73.3% of the participants thought that the education they had received before the graduation related to headache was inadequate. Only 55% of physicians thought that anamnesis was the most important diagnostic tool for primary headache. Physicians responded correctly to questions of 6.7-47.5% in the management of migraine, 11.7-40.8% in tension type headache, and 16.7-37.5% in cluster type headache. 70% of physicians stated that they need for regular training programs related to headaches. The resource that physicians most needed for headaches was online source (67.5%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The study provides important information relating to the management of headache in primary care in Van district and highlights the need for continuing medical education.

5.The Longterm Effect Of Van Earthquake On Medical Student
Sinemis Çetin Dağlı, Selin Tunalı Çokluk, Abdullah Sert, Ayşe Yüksel
doi: 10.5505/vtd.2018.58076  Pages 296 - 301
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma YYÜ Tıp Fakültesi öğrencilerinden 2011 Van depremini yaşayanlarda depremin yol açtığı eğitim ve sağlık sorunlarını belirlemek amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı tiptedir. Çalışma Van depremini yaşayan 210 öğrenciye yapılmıştır. 23 soruluk anket uygulanmıştır. Veri analizleri SPSS 22.0’da yapılmış, istatistiksel analizlerde tanımlayıcı istatistikler, ki-kare ve Fisher’in kesin testi kullanılmış, p değerinin 0,05’in altında olması anlamlı kabul edilmiştir.
BULGULAR: Çalışmaya katılanların %70,6’sı erkek, %29,4’ü kadındır. Katılımcıların %50,5’i oturduğu yerin az hasar, %30,4’ü ağır hasar gördüğünü belirtmiştir. Katılımcıların %2,8’i depremden sonra psikolojik problemler yaşadığını, %18,3’ü herhangi bir bağımlılık ve %36,5’inde herhangi bir korku geliştirdiğini belirtmiştir. Öğrencilerin %76,9’u deprem nedeniyle eğitiminde aksama yaşamış, %10,6’sı eğitimine ara vermiş, %3,8’i eğitimine başka bir tıp fakültesinde devam etmiş, %27,3’ü okul başarısında düşüş olduğunu belirtmiştir. Kız öğrencilerin eğitimlerinde aksama ve okul başarısında düşüş erkek öğrencilere göre anlamlı olarak fazla bulunmuştur (sırası ile p=0,01, p=0,04). Deprem sonrası maddi sıkıntı yaşayan öğrencilerin okul başarısındaki düşüş, maddi sıkıntı yaşamayanlara göre anlamlı olarak daha fazladır (p=0,02).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda depremin yarattığı en önemli sonuç eğitimin aksamasıdır. YYÜ kampüsündeki öğrencilerde yapılacak kesitsel bir çalışma olağandışı durumların uzun dönem etkileri konusunda daha aydınlatıcı bilgiler verebilir.
INTRODUCTION: The purpose of this study is to determine the education and health problems of medicine school students of YYU caused by the earthquake in Van 2011.
METHODS: The type of study is descriptive. The study was conducted to 210 students were living in Van when the earthquake had happened. A questionnaire of 23 questions was applied. SPSS 22.0 was used to analysis the data, and it was considered meaningful that p value less than 0.05 and descriptive statistics, chi-square and Fisher's exact test were used in statistical analysis.
RESULTS: 70.6% of the participants were male, 29.4% were female. 50.5 % of participants stated that, the residence had little and 30.4% severely damaged. 2.8% had experienced psychological problems after the earthquake, 18.3% had any addiction and 36.5% had developed any fear. 76.9% of the students experienced disruption in their education due to the earthquake, 10.6% stopped the education, 3.8% continued their education in another medical faculty, and 27.3% stated that the school achievement was in decline. The disruption in girls' education and the decline in school achievement were significantly higher than male students (p=0.01, p=0.04, respectively). The decrease in the school achievement of the students experiencing financial distress after the earthquake was significantly higher than that of those who did not experienced financial distress(p=0.02).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The most important result of the study was the disruption of education that the earthquake was caused. A cross-sectional study of students at the YYU campus may provide more informative information on the long-term effects of unusual circumstances.

6.A Research on the Reproductive Health of Male Workers in the Cement Industry
Savaş Kanbur, Ali Kemal Eyüboğlu
doi: 10.5505/vtd.2018.07379  Pages 302 - 306
GİRİŞ ve AMAÇ: Çimento fabrikalarında, tesislerinin üretim kısımlarında çalışanların maruz kaldığı gürültü, toz ve sıcaklık gibi farklı türden risk etmenlerine bağlı sağlık sorunlarının ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu araştırma, bir çimento fabrikasında çalışan evli erkeklerin üreme sağlığı durumlarının tespiti amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bilimsel bu araştırmayı yapmak için gerekli etik izin, ilgili kurum tarafından alınmıştır. Bu çalışmada, bir çimento fabrikasında çalışan 304 kişilik çalışan grubundan 70 evli erkek ile ofis ortamında çalışan 70 evli erkek araştırma örneklemine alınarak elde edilen veriler kategorize edilip ki-kare testi ile test edilmiş ve anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak alınmıştır.
BULGULAR: Çimento sanayinde çalışan evli erkeklerin üreme sağlığı ile ilgili olarak eşte doğumsal anomali öyküsü, eşte ölü doğum öyküsü, eşte gebe kalma süresi ve eşte erken doğum öyküsü parametrelerinde istatistiksel olarak anlamlılık gözlenmiştir. Üreme sağlığı ile ilgili göstergelerin BMI, alkol kullanımı, sigara kullanımı ve kronik hastalıklar ile olan anlamlılıkları da istatistiksel olarak incelenmiştir. Alkol kullanımının, eşte erken doğum öyküsü ile olan anlamlılığı da istatistiksel olarak görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yapılan anketler ve istatistiksel çalışmalar neticesinde çalışma koşulları ve demografik özelliklerine bağlı olarak çimento fabrikasında çalışan erkeklerin üreme sağlığı etkilenimlerinin ofis ortamında çalışan erkeklere göre (p<0,05) düzeyinde anlamlı bulunmuştur
INTRODUCTION: It is known that in cement factories health problems arise due to different kinds of risk factors such as noise, dust and temperature, which workers are exposed to in manufacturing parts of their facilities. This research was conducted to determine the reproductive health status of married men working in a cement plant.
METHODS: The ethical permit required to conduct this scientific inquiry has been obtained by the relevant institution. In this study, 70 married men working in a cement factory and 70 married men working in the office environment were categorized and tested by chi-square test. The level of significance was taken as p <0,05.
RESULTS: Regarding the reproductive health of married men working in the cement industry, statistical significance was observed in the parameters of birth congenital anomaly, maternal birth history, maternal period of pregnancy and maternal preterm birth. Statistical significance of BMI, alcohol use, smoking and chronic diseases were also examined for reproductive health-related indicators. Significance of alcohol use, as well as preterm birth, was also statistically significant
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result of the questionnaires and statistical studies, the reproductive health effects of men working in the cement plant were found to be significantly higher than those working in the office environment (p <0.05), depending on working conditions and demographic characteristics

7.The importance of D-dimer test in the follow up of patients with deep venous thrombosis
Meral Ekim, Hasan Ekim
doi: 10.5505/vtd.2018.65487  Pages 307 - 311
GİRİŞ ve AMAÇ: Derin ven trombozu (DVT) tedavi edilebilir bir hastalık olmasına rağmen, nüks etmeye kuvvetli bir eğilim gösterdiğinden, pulmoner emboli ve post-trombotik sendrom gibi ciddi komplikasyonlara yol açabilmektedir. Hastalığın tekrarlanmasından kaçınmak için, coumadin tedavisinin süresi uzatılabilir. Ne yazık ki, DVT hastalarında antikoagülan tedavinin optimal süresi belirsizdir. Antikoagülan tedavi tamamlandıktan bir ay sonra yapılan D-dimer testi hastalığın rekürrens riski hakkında fikir verebilir. Çalışmamızın amacı coumadin tedavisi sonlandırıldıktan sonra idiyopatik DVT rekürrenslerini değerlendirmede D-dimer testinin prediktif değerini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız Bozok Üniversitesi Hastanesinde idiyopatik DVT tanısı konulan 70 hastayı kapsamaktadır. DVT tanısı Wells Skorlama sistemi ve D-dimer testiyle kondu ve venöz Doppler ultrasonografiyle kesinleştirildi. Tüm hastalar da coumadin kesildikten yaklaşık bir ay sonra D-dimer testi uygulandı ve 18 ay süreyle izlendiler.
BULGULAR: Hastalarımızın 36’sı erkek ve 34’ü kadın olup, yaşları 32 ile 76 arasında değişmekteydi (ortalama 54.3±13.2 yıl). D-dimer testi 21 (%30) hastada pozitif bulundu. Venöz Doppler ultrasonografik incelemede D-dimer testi pozitif olan bu 21 olgunun 12’sinde (%57,4) rezidüel venöz obstruksiyon (RVO), D-dimer negatif olan 49 olgunun ise ancak 10’unda (%20,4) RVO tespit edildi. Hem D-dimer testi pozitif ve hem RVO olan 12 olguda, antikoagülan tedavi 6 ay süreyle uzatıldı. Antikoagülan tedavi süresi uzatılmayan geri kalan 58 hastanın 8’inde (%13,8) rekürrens gelişti. Rekürrens gelişen olguların sadece birinde homozigot FVL polimorfizmi tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: DVT olan hastalarda coumadin tedavisi kesildikten bir ay sonra yapılan D-dimer testi rekürrens olaylarını tahmin etmede yararlı olabilir. D-dimer testi pozitif olan hastalarda antikoagülan tedavinin tekrar başlanması faydalı olabilir. Bununla birlikte D-dimer seviyelerini etkileyen diğer klinik durumlarda göz önüne alınmalıdır.
INTRODUCTION: Although deep venous thrombosis (DVT) is a treatable disease, it has a strong tendency to recur leading to serious complications such as pulmonary embolism and post-thrombotic syndrome. D-dimer testing one month after the completion of anticoagulant therapy may give an idea about the risk of recurrence of disease. The aim of this study was to investigate the predictive value of D-dimer testing for recurrent events after withdrawal of coumadin therapy in patients with DVT.
METHODS: This study included 70 patients with unprovoked DVT. The diagnosis of DVT was confirmed by venous Doppler ultrasonography. All patients underwent D-dimer testing approximately one month after coumadin withdrawal and they were followed 18 months.
RESULTS: There were 36 male and 34 female patients with age range 32-76 years and mean age 54.3±13.2 years. Twenty one (30%) patients had positive D-dimer testing. While 10 (20.4%) of the 49 patients with negative D-dimer testing had residual venous obstruction (RVO), 12 (57.4%) of the 21 patients with positive D-dimer testing had RVO. In 12 patients with positive D-dimer testing and RVO, duration of coumadin therapy was prolonged for 6 months. In the remaining 58 patients, DVT recurred in 8 (%13,8) patients, of whom one was found to be homozygous FVL polymorphism.
DISCUSSION AND CONCLUSION: D-dimer testing should be useful to predict recurrent events one month after the discontinuing of coumadin therapy in patients with DVT. Resumption of anticoagulation therapy may be useful in patients with positive D-dimer testing. However, other clinical conditions affecting the D-dimer levels should be taken into consideration.

8.The effect of Lomber Disc Hernia on anxiety and depression in adults.
Erhan Gökçek, Ayhan Kaydu
doi: 10.5505/vtd.2018.20981  Pages 312 - 316
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada toplumda sık görülen lomber disk hernisi(LDH) nedeniyle bel ve bacak ağrısı şikayeti bulunan hastalarda anksiyete/depresyon düzeylerini saptamayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: LDH nedeniyle Algoloji polikliğine başvuran 120 hasta (60 erkek,60 kadın) ve kontrol grubu olarakta 30 erkek ve 30 kadın alındı. Hastalar 2 gruba ayrıldı; grup 1 hastanemiz ağrı polikliniğine başvuran LDH li hastalar, grup 2 ise kontrol grubu olarak değerlendirilen hastalardı. Gruplar arasında anksiyete ve depresyon düzeyini incelemek amacıyla Beck depresyon ve Beck anksiyete skalası kullanılmıştır.
BULGULAR: Erkeklerde Beck depresyon skalasından alınan toplam skorlar grup 2’de 9,10±6,93 iken; grup 1’de 18,37±9,40 olarak saptandı.(p<0.05).Beck anksiyete skalasından alınan toplam puanların ortalamasına bakınca grup 2’de 9,00±6,29 iken grup 1’de 16,92±7,96 olarak saptandı.(p<0.05). Kadın hastalarda de hem BDS hem de BAS’dan alınan ortalama skorlar grup 2’de grup 1’e göre istatiksel olarak anlamlı oranda yüksek saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Erkeklerde Beck depresyon skalasından alınan toplam skorlar grup 2’de 9,10±6,93 iken; grup 1’de 18,37±9,40 olarak saptandı.(p<0.05).Beck anksiyete skalasından alınan toplam puanların ortalamasına bakınca grup 2’de 9,00±6,29 iken grup 1’de 16,92±7,96 olarak saptandı.(p<0.05). Kadın hastalarda de hem BDS hem de BAS’dan alınan ortalama skorlar grup 2’de grup 1’e göre istatiksel olarak anlamlı oranda yüksek saptandı.
INTRODUCTION: To evaluate the effect of the leg and back pain due to lomber disc hernia on the anxiety and depression in adults.
METHODS: 60 male and 60 female patients who were diagnosed for low back pain due to lomber disc hernia admitted to algology clinic were included in this study (group 1). 30 male and 30 female healthy patients (without low backpain) were included as control group (group 2). To compare the anxiety and depression level between two groups, Beck depression scale (BDS) and Beck anxiety scale (BAS) were used. A p level of <0.05was statistically significant and Student t test was used to compare groups.
RESULTS: BDS test was 9,10±6,93 in group 2 male patients and 18,37±9,40 in group 1 male patients (p<0.05). BAS test was 9,00±6,29 in group 2 male patients and 16,92±7,96 in group 1 male patients (p<0.05). BDS and BAS tests was significantly higher in group 2 female patients than group 1 female patients (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We found that there was higher anxiety and depression level in patients with low back and leg pain due to lomber disc hernia.

9.Horizontal Mattress Sutures with Gauze Support for the Closure of Primary Non-closable Skin Defects: A Simple and Inexpensive Technique
Ömer Cengiz, Ferdi Dırvar, Necdet Demir, Oytun Derya Tunç
doi: 10.5505/vtd.2018.53215  Pages 317 - 322
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, primer kapatılamayan cilt defektlerinin primer ya da kademeli kapatılmasında, germe kuvvetlerinin daha geniş bir alana yayılmasını ve mekanik sürünme ile ciltteki gerilimden faydalanılmasını esas alan yatay matris sütür tekniğinin gazlı bez desteği ile uygulanmasının fizibilitesinin incelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Toplamda sekiz hastada bulunan 15 primer kapatılamayan yara çalışmaya alındı. Yaraların hiçbirinin direkt kapatılması mümkün değildi; bu yüzden gazlı bez desteğiyle yatay sütür tekniğine başvuruldu. Gazlı bez sütür materyali ile cilt arasına yerleştirilerek basıncın daha geniş bir alana yayılması amaçlandı. Defektler primer veya kademeli olarak kapatıldı.
BULGULAR: Yaraların boyutu 1.5 x 1.5 x 17 cm ile 11 cm arasında değişmekteydi. Söz konusu teknik ile olguların tamamında yara dudaklarının karşılıklı getirilmesi mümkün oldu. Müteakip dönemde bir hastada apozisyonun yetersiz kalması nedeniyle greft uygulandı. Böylelikle, diğer hastalarda cilt greft/flepleri veya sekonder iyileşme gibi geleneksel yöntemlerden kaçınılmış oldu. Yaraların iyileşmesi sonrasında, ortalama sekiz aylık takip süresi boyunca hiçbir hastada yarayla ilişkili bir komplikasyon görülmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu basit tekniğin elde edilen ilk bulguları, tekniğin primer kapatılamayan yaraların kapatılmasında uygulanabileceğini ve takip eden süreçte bir komplikasyon gelişmeyeceğini göstermektedir.
INTRODUCTION: The study examined the feasibility of a suturing technique involving the use of horizontal mattress sutures with gauze support, which is based on the distribution of tensile forces over a wider area and the use of mechanical creep and stress relaxation of skin, for primary or staged closure of skin defects.
METHODS: A total of 15 wounds of eight patients were included. Direct wound closure was not possible in any of these wounds and all wounds were closed using horizontal sutures supported by gauzes where a gauze was placed between suture material and skin to spread the pressure over a wider area. Defects were closed either primarily or gradually.
RESULTS: Size of the wounds ranged between 1.5 x 1.5 cm and 17 x 11cm. Successful skin edge apposition could be successfully accomplished in all fifteen wounds using the technique described herein. In one patient, skin apposition failed subsequently, and the patient was managed with skin grafting; thus, conventional methods including skin grafts/flaps or secondary healing could be avoided in the remaining patients. No scar-related complications occurred during follow-up (mean duration, 8 months) after wound healing.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Preliminary results of this simple technique suggest that the technique has the potential to be used for the closure of primary non-closable wounds with low complication rate.

10.Insulin Misusage And Affect of Insulin Education in the Elderly
Mesut Gümüşsoy, Remzi Bahşi, Deniz Mut Sürmeli, Tuğba Turgut, Hande Selvi Öztorun, Volkan Atmış, Murat Varlı, Sevgi Aras
doi: 10.5505/vtd.2018.03164  Pages 323 - 331
GİRİŞ ve AMAÇ: Diyabetes Mellitus yaşlılarda önemli morbidite ve mortalite nedeni olan kronik bir hastalıktır. Yaşlı diyabetik hastalarda insülin kullanım hataları glisemik kontrolü etkileyebilir. Yaşlı diyabetiklerin insülin eğitiminden fayda görüp görmedikleriyle ilgili yeterli çalışma bulunmamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya insülin kullanan, çalışmaya katılmaya gönüllü, Temmuz 2015 ve Nisan 2016 tarihleri arasında polikliniğe başvuran 65 yaş üstü 112 diyabetik hasta dâhil edildi. Hastaların insülin kullanımı ‘İnsülin Kullanım Değerlendirme Formu’ ile değerlendirildikten sonra insülin eğitimi verildi. Dört hafta sonra hastaların insülin kullanımı yeniden değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 71,85 ± 6,36 olarak saptandı. Çalışmaya katılan hastaların %76,8’i daha önce insülin kullanma eğitimi almıştı. % 29,1’i son bir yıl içinde eğitim alırken %70,9’u bir yıldan önce eğitim almıştı. Buna rağmen hastaların hepsinin insülin kullanım basamaklarından en az bir tanesinde hata yaptığı görüldü. Eğitim sonrası ise hatalı uygulamalarda anlamlı oranda düzelme saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada yaşlı diyabetiklere insülin eğitimi verilmesi ile insülin kullanım hatalarının büyük ölçüde azaldığı görülmüştür. Doğru insülin kullanımının kalıcı olması için bu eğitimin belli aralıklarla tekrarlanmasını önermekteyiz. Tekrarlı insülin eğitimi ile uzun dönem laboratuar verilerinde iyileşme sağlanacağını ve diyabetle ilgili komplikasyon oranlarının azalacağını düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Diabetes Mellitus is a chronic illness that cause significant morbidity and mortality in the elderly. In older diabetic patients, insulin misusage could effect the glycemic control. There is insufficient evidence that elderly diabetics benefit from insulin education.
METHODS: A total of 112 diabetic patients over 65 years of age who voluntarily participated in the study, who were taking insulin, and who applied to the outpatient clinic between July 2015 and April 2016 were included. The insulin use of the patients was assessed with 'Insulin Use Evaluation Form' and then insulin education was given. Four weeks later, patients were re-evaluated for insulin use.
RESULTS: In our study the mean age was 71,85 ± 6,36. Of the patients, 76.8% had previously been trained to use insulin. 29,1% of patients were educated in the last one year and 70,9% were educated a year ago. However, all of the patients were found to have made at least one mistake in the insulin use steps. After training, significant improvement was observed in faulty applications.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The results of our study demonstrated that educating elderly diabetic patients about insulin treatment may remarkably decrease insulin administration errors. We recommend that this training be repeated at regular intervals so that proper insulin use is permanent. We believe that long-term laboratory data will be improved with repeated insulin training and the complication rates related to diabetes will decrease.

11.The Prevalence of Cigarette Smoking and Knowing Status for Diseases Caused by Smoking among Students of University
Sıdıka Oğuz, Gülşah Çamcı, Mahsum Kazan
doi: 10.5505/vtd.2018.02411  Pages 332 - 337
GİRİŞ ve AMAÇ: Üniversitesi öğrencilerinin sigara kullanım sıklığı ve sigaranın neden olduğu hastalıkları bilme durumunu incelemek amacıyla kesitsel ve tanımlayıcı olarak planlandı
YÖNTEM ve GEREÇLER: Eylül 2014-Haziran 2015 tarihleri arasında, bir üniversitenin Sağlık Bilimleri ve Sosyal Bilimlerinde öğrenim gören ve araştırmaya katılmayı kabul eden 602 öğrenci çalışmanın örneklemini oluşturdu. 30 soruluk bir anket formu ile veriler toplandı. Elde edilen veriler yüzde, frekans, ortalama, ki-kare, standart sapma ile analiz edildi. İstatistiksel anlamlılık p<.05 alındı.
BULGULAR: Araştırmaya katılan öğrencilerin %30.7’si erkek, %69.3’ü kadın olup yaş ortalaması 20.05±1.70 bulundu. Öğrencilerin %20.6‘sı sigara içmekteydi. Araştırmamızda erkeklerin, sosyal bilimlerde okuyanların ve ailesinde sigara içilen öğrencilerin sigara içme oranının daha yüksek olduğu belirlendi. Sigara içen öğrencilerin başlıca sigara içme nedenleri belirgin bir soruna bağlı, merak, arkadaşlardan etkilenme ve özenti olduğu belirlendi. Öğrencilerin %97.8’i sigaranın kardiyovasküler hastalıklarına, %97.0’ı akciğer kanserine, %95.3’ü gırtlak kanserine, %94.9’u serebrovasküler hastalıklarına, %92.7’si Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığına neden olduğunu bilmektedir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sağlık bilimlerindeki öğrenciler sosyal bilimlerdeki öğrencilere göre daha az sigara kullanmaktaydı. Öğrencilerin büyük bir çoğunluğu sigaranın neden olduğu hastalıkları bilmektedir.
INTRODUCTION: It was planned as cross sectional and descriptive desing to determine the prevalence of smoking and knowing status for diseases caused by smoking among students of university.
METHODS: 602 students who volunteered to participate in the study of simple selected students, studied at Faculty of Health Sciences and Faculty of Social Sciences of a university between September 2014-June 2015. Data were collected with using a questionare of 30 questions. Percentages, frequency, mean, chi-square, standart deviation calculations are performed on collected data. Statistical significance is taken p<.05.
RESULTS: 30.7% of students were male, % 69.3 were female. Mean age of students were 20.05±1,7. Students smoking prevalence was 20.6%. In our study, it was determined that the rate of smoking was higher in men, in social sciences, and in smokers in the family. The main reasons for smoking were depending to a specific problem, curiosity, the influence of friends and affectation. 97.8% and 97.0% and 95.3% and 94.9% and 92.7% of the students knew that smoking was related with diseases of cardiovascular diseases and lung cancer and laryngeal cancer and diseases of cerebrovascular and Cronic Obstructif Pulmoner Disease.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Smoking prevalence was less among the students at faculty of Health than at faculty of Social. Most of Students knew diseases caused smoking.

12.Total Laparoscopic Hysterectomy Experience in Eastern Anatolia Retrospective Results of a Tertiary Center
Nur Gozde Kulhan, Cenk Naykı
doi: 10.5505/vtd.2018.27879  Pages 338 - 343
GİRİŞ ve AMAÇ: Total Laparoskopik Histerektomi (TLH) operasyonunun uygulanabilirliğini, avantaj ve dezavantajlarını göstermek ve Doğu Anadolu’da bulunan kliniğimizde yapılan TLH olgularının postoperatif bulgu ve komplikasyonlarını literatür ışığında tartışmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Toplam 25 hasta TLH yöntemi ile ameliyat edildi. Enerji modalitesi olarak LigaSure ve harmonik kullanıldı. Ortalama ameliyat süresi, intraoperatif kanama miktarı, hemoglobin konsantrasyonunda düşme, majör ve minör postoperatif komplikasyonlar ve Laparatomiye geçiş oranları incelendi.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 52,20±8,17 ±SD olup en yaşlı hasta 73, en geç hasta ise 40 yaşında idi. TLH için en sık endikasyon %24 oranıyla Servikal intraepitelyal lezyon (CIN) idi. Ortalama ameliyat süresi 105,12±26,33 ±SD olup, bir (%4) hastada mesane yaralanması, 1 (% 4) hastada ise transfüzyon gerektirecek hemoraji major komplikasyon olarak oluştu. Yalnızca 1 (%4) hastada alt segment yerleşimli myom ve ciddi barsak yapışıklıkları nedeni ile TLH’dan laparatomiye geçildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: TLH güvenle uygulanabilecek bir prosedürdür. Hasta seçimi ve deneyimli bir cerrahi ekip, TLH esnasında oluşabilecek komplikasyonları minimalize etmeye yardımcı olabilir.
INTRODUCTION: To demonstrate the feasibility, advantages and disadvantages of Total Laparoscopic Hysterectomy (TLH) operation and to discuss the postoperative findings and complications of TLH cases in our clinic in Eastern Anatolia.
METHODS: Twenty-five patients underwent TLH surgery. LigaSure and harmonics were used as energy modalities. Mean operative time, intraoperative bleeding amount, decrease in hemoglobin concentration, major and minor postoperative complications, and laparatomy transition rates were evaluated.
RESULTS: The mean age of the patients was 52,20 ± 8,17 ± SD, the oldest patient was 73, the latest patient was 40 years old. Cervical intraepithelial lesion (CIN) was the most frequent indication for TLH with 24%. Mean operative time was 105,12 ± 26,33 ± SD, one (4%) patient had bladder injury, and 1 (4%) patient had hemorrhage requiring transfusion were seen as the major complications. Only 1 patient (4%) underwent laparotomy from the TLH due to myoma located in the lower segment and severe bowel adhesions.
DISCUSSION AND CONCLUSION: TLH is a procedure that can be safely applied. Patient selection and an experienced surgical team can help to minimize the complications that may occur during TLH.

13.Parameters Affecting Hospitalization and Mortality in Patients with Upper Gastrointestinal Hemorrhage: Evaluation of 71 cases
Harun Düğeroğlu, Yasemin Kaya, Muhammet Özbilen
doi: 10.5505/vtd.2018.43265  Pages 344 - 348
GİRİŞ ve AMAÇ: Servisimizde üst gastrointestinal sistem kanama tanısı ile yatırılıp tedavi edilen hastaların hastanede yatış süresini ve mortaliteyi etkileyen parametreleri tespit etmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ordu Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi İç Hastalıkları servisinde, 2015-2017 yılları arasında üst gastrointestinal kanama nedeni ile yatırılıp tedavi gören 71 hastanın arşiv kayıtları retrospektif olarak incelendi. Hastalar yaş, cinsiyet, ek hastalık varlığı, kanamaya sebep olabilecek ilaç kullanım öyküsü, başvuru anındaki hemogram değerleri, kanamanın şekli, kayıtlı endoskopik tanıları, hastanede yatış süreleri ve hastalara yapılan kan transfüzyon miktarları açısından değerlendirildi.
BULGULAR: Endoskopik tanı olarak en sık Duedonal ülser(%42,2), ikinci sıklıkda Gastrik ülser(%25,3), üçüncü sıklıkta akut eroziv gastrit(%15,4) idi. Hastaların 56’sında(%78,8)Nonsteroid analjezik ilaç kullanımı, 12’sinde(%16,9) antikougulan ilaç kullanım öyküsü mevcuttu. Hastanede en uzun süre yatan hastaların ileri yaşda (81 yaş ve üzeri ortalama yatış süresi 5,8±2,6 gün)ve beraberinde ek yandaş hastalıkları olduğu görüldü.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastalarımızda en sık üst gastrointestinal kanama sebebi Duedonal ülser, ikinci sıklıkda Gastrik ülser olarak bulunmuştur. Nonsteroid analjezik ilaç kullanım öyküsü, kanamada önemli bir riskfaktörü olarak saptandı. Ayrıca, üst gastrointestinal sistem kanaması ile gelen hastaların hastanede yatış süresini ve mortaliteyi etkileyen faktörlerin başında, ileri yaş ve beraberinde eşlik eden komorbid hastalık varlığının bir risk faktörü olarak saptadık
INTRODUCTION: We aimed to determine the duration of hospitalization and the parameters affecting mortality of the patients hospitalized with upper gastrointestinal bleeding diagnosis in our service
METHODS: Archive records of 71 patients hospitalized and treated for upper gastrointestinal bleeding between 2015-2017 were retrospectively reviewed at Ordu University Medical School Training and Research Hospital Internal Medicine Service. Patients were evaluated for age, gender, presence of additional illness, history of drug use that could lead to bleeding, hemogram values at presentation, shape of bleeding, recorded endoscopic diagnosis, length of stay in hospital and blood transfusion volume
RESULTS: The most frequent endoscopic diagnoses were duodenal ulcer (%42,2), gastric ulcer in second frequency(%25,3) and acute erosive gastritis in third frequency(%15,4). Nonsteroidal analgesic drug use was used in 56 (%78.8) patients and anticoagulant drug use was used in 12 (%16.9) patients. Patients who were hospitalized for the longest time in the hospital were found to have additional comorbid diseases in the elderly (average age of 81 years and over was 5,8 ± 2,6 days).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The most common cause of upper gastrointestinal bleeding in our patients is duodenal ulcer, the second most common gastric ulcer. Nonsteroid analgesic drug use history was found to be a significant risk factor for bleeding. We also found that patients with upper gastrointestinal bleeding were at the beginning of hospitalization and factors affecting mortality, older age and accompanying comorbid disease as a risk factor.

14.Cataract Surgery Outcomes: Comparison of 2.4 mm and 2.8 mm Clear Corneal Incisions
Bilal Kavşut, Sait Coşkun Özcan, Zehra Tunçbilek, Nilgün Solmaz, Feyza Önder
doi: 10.5505/vtd.2018.70894  Pages 349 - 354
GİRİŞ ve AMAÇ: 2.4 mm ve 2.8 mm saydam korneal insizyon ile yapılan katarakt cerrahisi sonuçlarının karşılaştırılması.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma retrospektif bir çalışma olup, katarakt cerrahisi yapılan; 2.4mm ve 2.8mm korneal giriş yeri olan 2 grup hasta grubunu kapsamaktadır. 72 hastanın 80 gözü çalışmaya dahil edilmiş olup, takibi 3 ay sürmüştür. Tüm yapılan cerrahi müdahaleler kendiliğinden kapanan temporal kesi ile yapılmıştır. İntraoperatif olarak ölçülen parametreler; fakoemülsifikasyon zamanı, ortalama kümülatif ultrasound enerjisi ve total kullanılan dengeli tuz solüsyonu miktarıdır. Keratometrik değerler, speküler mikroskopi ve makuler kalınlık preoperatif, postoperatif 4. hafta ve 3. ay ölçülmüştür. Cerrahi ile indüklenmiş astigmatisma vektör analizi kullanılarak değerlendirilmiştir. İstatistik programı olarak Spss 15.0 kullanılmıştır.
BULGULAR: İntraoperatif ultrasound enerjisi, total fakoemülsifikasyon zamanı ve kullanılan dengeli tuz solusyonu miktarı parametreleri değerlendirildiğinde gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulunmamıştır (p>0.05). Karşılaştırılan postoperatif makuler kalınlık ve endotelyal hücre kaybı parametrelerinde postoperatif 1. ve 3. ayda gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulunmamıştır.(p>0.05). Ortalama cerrahi ile indüklenmiş astigmatisma 1. ve 3. ayda grup 1’de grup 2’ye göre düşük bulunmuştur (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: 2.4mm korneal insizyon ile yapılan katarakt cerrahileri daha az cerrahi ile indüklenmiş astigmatisma ile sonuçlanabilmektedir.

INTRODUCTION: To compare clinical outcomes of cataract surgeries with 2.4 mm and 2.8 mm clear corneal incisions.
METHODS: This retrospective study comprised 2 groups of cataract surgery cases with different wound lenghts of group 1; 2.4 mm and group 2; 2.8 mm. We evaluated 80 eyes of 72 patients with 3-month follow-ups. Procedures carried out using the temporal self-sealing incision technique. Measured intraoperative parameters included phacoemulsification time, mean cumulative dissipated ultrasound energy and total volume of balanced salt solution used. Keratometric data, specular microscopy and macular thickness were evaluated preoperatively, and postoperative 1 and 3 months. Vector analysis calculated the surgically induced astigmatism.
RESULTS: There were no significant differences in intraoperative ultrasound energy, total phacoemulsification time and volume of balanced salt solution analyzed between two groups (p>0.05). There were no statistically difference between two groups in macular thickness alteration and endothelial cell loss (ECL) (p>0.05). The mean surgically induced astigmatism was significantly less in group 1 in each visit (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Phacoemulsification surgery through a 2.4 mm incision size appeared to be safe and less surgically induced astigmatism.

15.Hirschsprung Disease: Duhamel-Martin Experiences
Veli Avci, Burhan Beger
doi: 10.5505/vtd.2018.02170  Pages 355 - 359
GİRİŞ ve AMAÇ: : Kliniğimizde Hirschsprung Hastalığı tedavisinde uygulanan Duhamel ameliyatının Martin modifikasyonu ile ilgili deneyimlerimizi sunmak
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2012 ile Ekim 2017 tarihleri arasında Hirschsprung Hastalığı tanısı alan hastaların yaş, cinsiyet, başvuru zamanı, semptom-bulgular, konjenital anomaliler, tedavi metodları, rezeke edilen barsak uzunluğu, ameliyat sonrası ilk defekasyona kadar geçen süre, nazogastrik dekompresyon süresi, oral beslenmeye geçiş zamanı, ameliyat sonrası komplikasyonlar, hastanede yatış günü ile morbidite-mortalite açısından geriye dönük değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmadaki 53 hastanın 38’i erkek, 15’i kız idi. En sık başvuru nedeni kronik kabızlıktı (% 81). Hastaların % 15’inde ek konjenital anomali vardı. Tanı konulan hastaların % 24’ünün yaşı bir aydan küçüktü. Tüm hastalara Duhamel-Martin yöntemi ile definitif cerrahi gerçekleştirildi. Ortalama 21 cm barsak rezeksiyonu yapıldı. Gaita çıkışları ameliyattan ortalama üç gün sonra gözlendi. Nazogastrik sonda ile takip süresi ortalama dört gündü.
Aganglionik barsak segmenti en sık rekto-sigmoid (% 71) bölgede görüldü. Ameliyat sonrası en sık gelişen komplikasyon anal bölge enfeksiyonları (%25) idi. Bir hasta sepsis nedeni ile kaybedildi. Hastanede toplam yatış süresi ortalama 17 gündü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hirschsprung Hastalığının tedavisinde uygulanan Duhamel-Martin tekniğinde morbidite ve mortalite oranlarının düşük olması nedeni ile kliniğimizde yıllarca güvenle uygulanan cerrahi bir yöntem olmuştur.
INTRODUCTION: To present our experience about Martin modification of Duhamel method which is used in Hirschsprung's Disease treatment.
METHODS: Between January 2012 and October 2017, patients which are diagnosed as Hirschsprung's Disease in our clinic were retrospectively evaluated according to age, sex, application time, symptom-signs, congenital anomalies, treatment methods, length of resected bowel, time of first post-operative defecation, duration of nasogastric decompression, first oral feeding time, postoperative complications, hospitalization time and morbidity-mortality.
RESULTS: Of the 53 patients in the study, 38 were males and 15 were females. The most common cause of appy was chronic constipation (81%). 15% of the patients had additional congenital anomalies. 24% of the patients were younger than one month old. All patients underwent definitive surgery with Duhamel-Martin method. Mean bowel resection length was 21 cm. Defecation were observed after an average of three days after surgery. Follow-up period with nasogastric was four days on average. The aganglionic bowel segment was most commonly seen in the recto-sigmoid (71%) region. The most common postoperative complication was anal zone infections (25%). One patient died because of sepsis. The average length of hospitalization time was 17 days.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Due to the low morbidity and mortality rates in the Duhamel-Martin technique applied in the treatment of Hirschsprung's Disease, it has been a safe surgical method applied for years in our clinic.

16.Evaluation of the smile esthetic index of patients in Van Yüzüncü Yıl University Faculty of Dentistry
Hacer Şahin Aydınyurt, Ersen Bilgili
doi: 10.5505/vtd.2018.50103  Pages 360 - 366
GİRİŞ ve AMAÇ: Estetik algı, kişiden kişiye değişmektedir. Kişisel deneyimler ile sosyal çevrenin bireyin estetik algısında etkili olduğu kabul edilmektedir. Yüz estetiğinde ise gözler kadar ağız bölgesinin de önemli olduğu literatürde belirtilmektedir. Estetik özelliklerin dentofasiyal yapılara uygulanmasında değişik yöntemler kullanılmaktadır. Bu yöntemlerden en yenisi Rotundo ve ark. tarafından geliştirilen gülüş estetik indeksi (GEİ) değerlendirilmesidir. Bu çalışmanın amacı Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’ne başvuran hastaların gülüş estetiğinin GEİ kullanılarak değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 50 kadın, 50 erkek olmak üzere toplam 100 hasta dahil edilmiştir. Hastalardan alınan fotoğraflar üzerinde GEİ kriterlerine bağlı kalarak gülüş estetiği değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Çalışmadan elde edilen sonuçlara göre erkeklerin GEİ skorları kadınlara göre istatistiksel olarak anlamlı olmasa da daha yüksek bulunmuştur. Yaş grupları arasında GEİ skoru açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmamıştır. Çalışmaya katılan toplam 100 bireyin GEİ skoru 6.545 olarak hesaplanmıştır. Bu çalışmaya katılan bireylerin en sık karşılaştığı ve estetiği olumsuz etkileyen faktörlerin; doğru yüz orta hattına sahip olunmaması, diş kron uyumsuzlukları, diastema ve interdental papil kaybına bağlı olduğu tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: GEİ, klinikte uygulanabilen, yumuşak ve sert dokuları bir arada değerlendiren ve en önemlisi objektif değerler ortaya koyan bir indekstir. Bu çalışma GEİ’ nin klinik olarak uygulandığı, kadın-erkek ve yaş grubuna göre değerlendirmelerinin karşılaştırıldığı literatürdeki ilk çalışmadır. Gülüş estetiğinin hem sağlık hem de sosyal ihtiyaçların belirlenmesinde önemli bir faktör olduğu göz önüne alınmalıdır ve bu konuda daha fazla literatür çalışmasına ihtiyaç olduğu düşünülmektedir.
INTRODUCTION: Aesthetic perception varies from person to person. It is accepted that personal experience and social environmental are influential on the aesthetic perception of the person. Various methods are used to apply aesthetic properties to the dentofacial structure. The most recent of these methods is the evaluation of the smile esthetic index (SEI). The purpose of this study is to evaluate the smile aesthetics of patients by using SEİ in Van Yüzüncü Yıl University.
METHODS: A total of 100 patients, 50 female and 50 male, were included in this study. The smile aesthetics were evaluated according to the criteria of SEI on the photographs taken from the patients.
RESULTS: According to the results obtained, men's SEI scores were found to be higher than women, although not statistically significant. There was no statistically significant difference between the age groups in terms of SEI score. Mean SEI score was calculated as 6.545 in this study. Factors that are most frequently encountered by the individuals participating in this study and which negatively affect aesthetics were; absence of the correct facial midline, correct toot/crown alignment, existence of visible diastema and interdental papillary loss.
DISCUSSION AND CONCLUSION: SEI is a clinically applicable index that evaluates soft and hard tissues together and most importantly reveals objective values. This is the first study in the literature SEI with clinically applied, comparing male-female and age-group assessments. It should be considered that smile aesthetics is an important factor and it is thought that further literature study is needed.

17.Determination of Blood Pressure and Pulse Values of Individuals Attending to Faculty of Dentistry
Levent Ciğerim, Volkan Kaplan
doi: 10.5505/vtd.2018.63626  Pages 367 - 373
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı diş hekimliği fakültesine başvuran bireylerin ortalama kan basıncı ve nabız değerlerinin belirlenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 18 yaş ve üzeri bireylerden, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesine Mayıs-Eylül 2017 tarihleri arasında başvuran gönüllü 1598 kişi çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalara ait yaş, cinsiyet, meslek, boy, kilo, kan basıncı ve nabız bilgileri formlara kaydedilmiş ve elde edilen veriler istatistiki olarak analiz edilmiştir.
BULGULAR: Çalışmaya katılan 1598 bireyin %54,7’si (n=874) kadın, %45,3’ü (n=724) erkek olarak tespit edilmiştir. Bireylerin yaşları 18 ile 91 arasında değişmekte olup, ortalama yaş 37,24±13,37 yıl olarak saptanmıştır. Yaşı 18-35 arasındaki bireylerin sistolik ve diyastolik kan basıncı değerleri, 36-50 yaş, 51-65 yaş ve 66 ve üzeri yaş grubundaki bireylerinkine göre anlamlı düzeyde düşük bulunmuştur (p<0,01). Erkek bireylerin diyastolik kan basıncı değerleri kadınlara göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek tespit edilmiştir (p<0,05). Erkek bireylerin nabız değerleri kadınlara göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek saptanmıştır (p<0,01). VKİ (Vücut Kitle İndeksi)’si normal olan bireylerin sistolik ve diyastolik kan basıncı değerleri fazla kilolu ve obez bireylerinkine göre anlamlı düzeyde düşük bulunmuştur (p<0,01).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Diş hekimliğine fakültesine başvuran bireylerin kan basıncı değerleri yaş ve vücut kitle indeksi ile doğrudan ilişkilidir. Erkek bireylerin diyastolik kan basıncı ve nabız değerleri daha yüksektir. Girişimsel işlem gerektiren durumlarda olası riskler göz önünde bulundurulmalıdır.
INTRODUCTION: The aim of this study is to determine the average blood pressures and pulse rates of individuals who are referred to the intended dentistry faculty.
METHODS: A total of 1598 volunteers from 18 years of age and older, who applied to the faculty of dentistry of Van Yüzüncü Yıl University between May-September 2017 were included in the study. The age, gender, occupation, height, weight, blood pressures and pulse information of the patients were recorded and the obtained data were analyzed statistically.
RESULTS: Of the 1598 individuals participating in the study, 54.7% (n=874) were female and 45.3% (n=724) were male. The ages of the individuals ranged from 18 to 91 years with an average age of 37.24 ± 13.37 years. The systolic and diastolic blood pressures of the 18-35 age group were significantly lower than those of the 36-50, 51-65 and 66 and over age groups (p<0,01). Diastolic blood pressure values of male subjects were found to be statistically higher than female (p <0,05). Pulse values of male subjects were found statistically significantly higher than female (p <0,01). Systolic and diastolic blood pressure values of individuals with normal BMI (Body Mass Index) were significantly lower than those of overweight and obese individuals (p <0,01).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The blood pressure values of the individuals who applied to the faculty of dentistry are directly related to the age and body mass index. Male individuals have higher diastolic blood pressure and pulse rate values. Potential risks must be considered in situations requiring interventional procedures.

18.Retrospective analysis of patients admitted to our pediatrics outpatient clinic between 2011 and 2015 with a complaint of diarrhea with adenovirus and/or rotavirus positivity
Ercan Çubuk, Fesih Aktar, Kamil Yılmaz, Muhammed Nurullah Sabaz, Murat Solmaz, Muhammet Asena, Mehmet Celal Devecioğlu
doi: 10.5505/vtd.2018.38802  Pages 374 - 380
GİRİŞ ve AMAÇ: Çocukluk çağı ishalleri sıklıkla virüslerden kaynaklanır. Enterik virüsler (özellikle rotavirüs ve adenovirüs) bakteriyel olmayan akut gastroenteritlerin en sık nedeni olarak bildirilmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 129 hasta ve 130 kontrol grubu olmak üzere toplam 259 çocuk dâhil edildi. Çalışma grubundaki vakalar rotavirüs pozitif, adenovirüs pozitif ve hem rotavirüs hem de adenovirüs pozitif olmak üzere üç gruba ayrıldı.
BULGULAR: Çalışma grubundaki olguların yaş ortalamaları 21,7 ± 30,0 ay ve %60,5’i erkek idi. Kontrol grubundaki vakalarda ishal varlığı (p = 0,023) ve 0-10 arasındaki ishal sayısı (p = 0,001) istatistiksel olarak daha yüksek iken, çalışma grubunda 11-15 arasındaki ishal sayısı (p = 0,001) çalışma grubunda daha fazla idi. Çalışma grubundaki olguların %71,3’ünde rotavirüs, %20,2’sinde adenovirüs ve %8,5’inde hem rotavirüs hem de adenovirüs antijen pozitifliği vardı. Rotavirüs pozitif gruptaki hastaların üre, albümin ve CRP değerleri arasında istatistiksel yönden kuvvetli ve anlamlı bir ilişki varken, Adenovirüs ve hem Rotavirüs hem de Adenovirüs pozitif gruptaki hastaların beyaz küre sayısı, üre, albümin ve CRP değerleri arasında istatistiksel yönden kuvvetli ve anlamlı bir ilişki vardı (p < 0,05). Rotavirüs pozitif, adenovirüs pozitif ve hem rotavirüs hem de adenovirüs pozitif olan üç gruptaki vakalarda ishal, kusma, karın ağrısı ve iştahsızlık ile aralarında istatistiksel yönden kuvvetli ve anlamlı bir ilişki vardı (p < 0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Özellikle viral gastroenteritlerden rotavirüs ve/veya adenovirüs enfeksiyonunda üre ve albumin ile sekonder enfeksiyon açısından beyaz küre sayısı ve CRP düzeylerinin de yakın takip edilmesi gerektiği kanısındayız.
INTRODUCTION: Childhood diarrheas are mostly caused by viruses. Enteric viruses (particularly rotavirus and adenovirus) are the most common culprits of acute gastroenteritis.
METHODS: A total of 259 children were included in the study, and the patients were divided into two groups: patient group (n = 129) and control group (n = 130). The study group was also sub-divided in three as rotavirus positivity, adenovirus positivity, and both rotavirus + adenovirus positivity.
RESULTS: The mean age of the patient group was 21.7 ± 30.0 months, and 60.5% were males. While the presence of diarrhea (p = 0.023) and the number of diarrhea between 0 and 10 (p = 0.001) were statistically higher in the control group, the number of diarrhea between 11 and 15 was statistically higher in the patient group. Rotavirus was positive for 71.3%, adenovirus was positive for 20.2%, both rotavirus + adenovirus were positive for 8.5% in the patient group. There was a statistically strong and significant relation with white blood cell, urea, albumin and C-reactive protein (CRP) values for the patients with rotavirus positivity (p < 0.05). There was a statistically strong and significant relation with diarrhea, vomiting, abdominal pain, and lack of appetite for both three subgroups with rotavirus positivity, adenovirus positivity, and both rotavirus + adenovirus positivity (p < 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Based on our study results, we believe that patients with viral gastroenteritis caused by rotavirus and/or adenovirus should be monitored for the development of secondary infections, considering urea, albumin levels, white blood cells, and CRP values.

19.Assesment of Central Corneal Thickness Using Corneal Dynamic Scheimpflug Analyzer Corvis ST, Sirius Kombine Scheimpflug-Placido Disk System and RTVue Anterior Segment Optical Coherence Tomography in Normal Eyes
Mustafa Kosker, Sinan Çalışkan, Osman Çelikay, Aysun Sanal Doğan, Abdullah Kaya, Canan Gürdal
doi: 10.5505/vtd.2018.90377  Pages 381 - 385
GİRİŞ ve AMAÇ: Merkezi kornea kalınlığının (MKK) değerlendirilmesinde Sirius Kombine Scheimpflug-Plasido Disk Sistemi (Sirius), RTVue ön segment optik koherens tomografi (OKT) ve Corvis ST biomekanik ön segment analiz sisteminin (Corvis) tekrarlanabilirliğinin ve birbiriyle uyumunun araştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kırk normal hastanın sağ gözü çalışmaya alındı. Aktif göz patolojisi olan ve oküler travma öyküsü olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Tüm ölçümler saat 12-15 arasında yapıldı. Ölçümler aynı kişi tarafından 15 dakika arayla yapıldı.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 35,5±2,3 olup 22’si kadın, 18’i erkekti. Sınıf içi korelasyon katsayısı Corvis’te 0.993, OKT’de 0.998 iken Sirius’ta 0.990 idi. MKK’yı OKT Corvis’den 8.4u, Sirius’tan +4u daha ince ölçmekteydi. Cihazların birbiriyle uyum aralığı Corvis ve Sirius arasında -6,7u ile 14.7u, OKT ve Corvis arasında -25.6u ile 8.8u, OKT ve Sirius arasında -19.9u ile 13.0u aralığında idi. Uyum aralığı en dar olan yani birbiriyle uyumu en iyi olan iki cihaz Sirius ile Corvis idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Üç cihazında MKK değerlendirilmesinde tekrarlanabilirliklerinin çok iyi olduğu görüldü. Sirius ile Corvis’in birbiriyle uyumu daha iyiydi. Bu nedenle MKK değerlendirilmesinde günlük pratikte birbirinin yerine kullanılabilirler. MKK değerlendirilmesinde OKT’deki ölçümler diğer cihazlara göre daha ince olduğu için MKK ölçümündeki küçük değişimlerin kritik olduğu durumlarda OKT’nin de günlük pratikte kullanılması faydalıdır.
INTRODUCTION: To examine the repeatability of central corneal thickness (CCT) measurements by corneal dynamic Scheimpflug analyzer Corvis ST (Corvis), RTVue anterior segment optical coherence tomography (OCT) and Sirius corneal topography (Sirius) in normal eyes and compare the agreement of devices with each other.
METHODS: Forthy right eyes of 40 patients were included in the study. Patients with active ocular pathology and a history of ocular trauma were excluded. All measurements were performed from 12: 00 to 15: 00 by the same physician.
RESULTS: The mean age of the subjects was 35,5±2,3 and 22 were males and 18 were females. Interclass correlation coefficient was 0.993 for Corvis, 0,998 for OCT and 0.990 for Sirius. CCT was 8,4u thinner in OCT compared with CORVIS and 4,0u thinner compared with Sirius. Limits of Agreement (LoA) of devices was -6,7 to 14.7u for Corvis and Sirius, -25.6u to 8.8u for Corvis and OCT, -19.9 to 13.0u for Sirius and OCT. Two devices which had the narrow LoA (which means the best agreement with each other) were Sirius and Corvis.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It has been observed that repeatibility of all three devices were very good for CCT measurement. Agreement of Sirius and Corvis was better when compared with other devices. Thus, Corvis and Sirius can be alternatively used in clinical practice. Since measurements performed by OCT were thinner than other devices, OCT can be used in clinical practice when minor changes are critical in CCT measurement.

20.Comparison of Ultrasound Guided Deep and Superficial Joint Injections
Ahmet Yalçın, Gökhan Polat, Mesut Özgökçe
doi: 10.5505/vtd.2018.75437  Pages 386 - 390
GİRİŞ ve AMAÇ: Glenohumeral eklem enjeksiyonu ile tibotalar eklem enjeksiyonu üzerinden derin ve yüzeyel eklem enjeksiyonlarının başarı ve ekstravazasyon oranlarını karşılaştırarak ultrasonografinin etkinliğinin eklemlerin yapısıyla bağlantısını irdelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmada 114 hastanın omuz MR artrografisi ve 86 hastanın ayak bileği MR artrografisi incelenmiş ve işlemin başarı ve ekstravazasyon oranları istatistiksel olarak karşılaştırılmıştır.
BULGULAR: Glenohumeral ekleme enjeksiyon yapılan hastalarda enjeksiyon trasesinde ekstravazasyon oranı tibitalar eklem enjeksiyonuna göre anlamlı olarak yüksekti (p: 0.026). Glenohumeral eklem enjeksiyonunda ekstravazasyonu olan hastalardan 6 (%5.2) tanesinde eklem aralığına kontrast madde geçişi izlenmezken tibiotalar enjeksiyonların tümünde hastalarda eklemde kontrast izlendi (p: 0.038).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Eklem içi enjeksiyonlarda kapsül ile cilt mesafesi ve kapsül ile eklem kıkırdağı mesafesi eklem enjeksiyon başarısını etkileyen unsurlardır. Bu nedenle derin eklemlerde ve kapsül eklem kıkırdağı mesafesinin az olduğu eklemlerde enjeksiyonun başarı oranı daha düşük ve ekstravazasyon oranı daha yüksektir.
INTRODUCTION: We aimed to evaluate the effectiveness of ultrasound and its association with joint structure by comparing success and extravasation rates of the glenohumeral joint and the ankle joint injections.
METHODS: MR arthrography examinations of 114 glenohumeral joints and 86 tibiotalar joints were assessed in this retrospective study and, success and extravasation rates were compared statistically.
RESULTS: Extravasation rate at the injection site was significantly higher in patients with glenohumeral injection compared to tibiotalar injection (p: 0.026). There was no contrast material within the joint space along with extravasation in 6 (5.2%) patients in glenohumeral injection group whereas contrast material was seen within the joint space in all patients in tibiotalar injection group (p: 0.038).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In intra-articular injections, the success rate of articular injection is affected by the distance of capsule to skin and capsule to cartilage. For this reason, higher extravasation rates with lower success rates were encountered in deep located joints and joints with the reduced capsule to cartilage distance.

21.A Simple Algorithm For The Reconstruction Of Nasal Defects: A Single Center Study
Ömer Faruk Koçak, Daghan Isik, Bekir Atik
doi: 10.5505/vtd.2018.10438  Pages 391 - 398
GİRİŞ ve AMAÇ: Burun defektleri çoğunlukla kanser cerrahisi sonrası oluşan ancak travma sonrasıda gelişebilen ve rekonstrüksiyonu önem arz eden defektlerdir. Burnun yüzün ortasında konumlanması nedeni ile burun defektlerinin onanırımın kozmetik sonuçlarının kişinin sosyal hayatını etkilemesinin kaçınılmaz olduğu unutulmamalıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 40 erkek 36 kadın hasta burunda çeşitli nedenlerle oluşan defektler sonucu opere edildi. Defekt boyutları, defektin yerleşim yeri, cerrahi sınır güvenliği gibi faktörlere bağlı olarak burun defektlerinde kullanılabilecek basit, kolay ve güvenilir bir algoritma oluşturuldu.
BULGULAR: Hastaların en küçüğü 3 yaşında xeroderma pigmentosum tanısı alan ve burunda bazal hücreli kanseri bulunan kız çocuk, en büyüğü 92 yaşında burun ucunda bazal hücreli kanseri bulunan kadın hastaydı. Ortalama yaş 57,75 di.
Cerrahi sonrası oluşan en büyük defekt 10x7 cm (kitle 8x5 cm) di. Bu defektin kapatılması için radial ön kol serbest flebi uygulandı. Oluşan en küçük defekt 0.6 cm (6 mm- lezyon 3mm) di ve bu defekt primer kapatıldı. En büyük lezyonun tanısı bazosquamöz hücreli karsinom, en küçük lezyonun tanısı bazal hücreli kanserdi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Burun dorsum, yan nazal duvarlar, tip. alar kanatlar, soft triangle, kolumella gibi subunitlerden oluşan kompleks bir yapıdır. Bu alt birimlerde oluşan defektler belirli bir algoritma içerisinde değerlendirilip rekonstrüksiyon yapıldığında sonuçlar daha iyi olacaktır.
INTRODUCTION: Nasal defects occur mostly after cancer surgery or as a result of trauma, and are of importance in reconstructions. It is highly likely that the cosmetic consequences of nasal defect reconstructions will affect the individual’s social life as the location of the nose is in the middle zone of the face.

METHODS: 40 male patients and 36 female patients who underwent operations on nasal defects for various reasons, such as trauma, cancer surgery etc. Depending on several reasons, including size, the location of the defect and surgical border. A simple, easy and reliable algorithm that could be used in nasal defects was developed
RESULTS: The youngest patient, a 3-year-old girl with xeroderma pigmentosum and she has a basal cell carcinoma in her nose and the eldest patient at the age of 92, who had basal cell carcinoma at the tip of the nose. The mean age is 57.75.
The largest defect after surgery is 10x7 cm (mass 8x5 cm). Radial forearm free flap was applied to close this defect. The smallest defect was 0.6 cm (6 mm-lesion 3 mm) and this defect was closed primarily. The diagnosis of the largest lesion was basosquamous cell carcinoma, the smallest lesion was basal cell carcinoma.

DISCUSSION AND CONCLUSION: The nose is a complex structure that is made up of such sub-units as the dorsum, lateral nasal walls, type, alar wings, soft triangle and columellate. If a reconstruction is performed after the defects in these sub-units are evaluated according to a certain algorithm, better results could be obtained.


22.The Value of High Resolution Computed Tomography in Detecting the Causes of Conductive Hearing Loss
Fatma Beyazal Çeliker, Suat Terzi, Mehmet Beyazal, Metin Çeliker, Abdulkadir Özgür, Mehmet Fatih İnecikli, Arzu Turan, Engin Dursun
doi: 10.5505/vtd.2018.79095  Pages 399 - 402
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı iletim tipi işitme kaybı nedeni ile tanısal timpanotomi yapılan normal kulak zarına sahip olgularda orta kulak kemikçik patolojilerini değerlendirmede yüksek çözünürlüklü bilgisayar tomografinin (YÇBT) etkinliğini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada normal kulak zarına sahip iletim tipi işitme kaybı nedeni ile orta kulak eksplorasyonu yapılan 80 hastanın temporal kemik YÇBT görüntüleri retrospektif olarak değerlendirildi. Orta kulak ve kemikçik yapılara ait patolojik bulgular ve anatomik varyasyonlar belirlendi. Bu bulgular hastaların intra-operatif bulgularıyla karşılaştırıldı.
BULGULAR: En yaygın görülen operatif tanı stapedial otosikleroz;35 (%43) ve inkus uzun kolunda defekte bağlı inkudostapedial eklem bütünlüğünde bozulma;25 (%31) idi. Diğer patolojiler; erode inkus ve stapes 14 (%17), timpanoskleroza bağlı malleus inkus fiksasyonu 6 (%7) hastada saptandı. YÇBT nin bu patolojiler için sensitivitesi otosikleroz için % 85, inkus uzun kolu defekti için %88, erode inkus ve stapes için %92 ve malleus inkus fiksasyonu için ise %66 olarak saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: En yaygın görülen operatif tanı stapedial otosikleroz;35 (%43) ve inkus uzun kolunda defekte bağlı inkudostapedial eklem bütünlüğünde bozulma;25 (%31) idi. Diğer patolojiler; erode inkus ve stapes 14 (%17), timpanoskleroza bağlı malleus inkus fiksasyonu 6 (%7) hastada saptandı. YÇBT nin bu patolojiler için sensitivitesi otoskleroz için % 85, inkus uzun kolu defekti için %88, erode inkus ve stapes için %92 ve malleus inkus fiksasyonu için ise %66 olarak saptandı.
INTRODUCTION: The purpose of this study is to evaluate the efficacy of high resolution computed tomography (HRCT) in assessing middle ear ossicular pathologies in cases with normal eardrum who underwent diagnostic tympanotomy due to conductive hearing loss.
METHODS: In this study, temporal bone HRCT images of 80 patients with normal eardrum who underwent middle ear exploration due to conductive type hearing loss were evaluated retrospectively. Pathologic findings and anatomic variations of middle ear and ossicular structures were determined. These findings were compared with the intraoperative findings of the patients.
RESULTS: The most common operative diagnosis, stapedial otosclerosis was;35 (43%), and deterioration of the integrity of the incudostapedial joint due to the incus long-arm defect was;25 (31%). As of the other pathologies, erode incus and stapes was detected in 14 patients (17%), and tympanosclerosis-related malleus incus fixation was detected in 6 patients (7%). Sensitivity for HRCT for these pathologies was determined 85% for otosclerosis, 88% for incus long-arm defect, 92% for erode-incus and stapes, and 66% for malleus incus fixation.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Temporal bone HRCT is an effective and easily applicable imaging method with high sensitivity in detecting the cause of conductive hearing loss in patients with normal eardrums.

23.Comparison Of Two Different Imaging Techniques In The Determination Of Inferior Alveolar Nerve Position Before Posterior Mandibular Dentoalveolar Surgery Treatments
Serap Keskin Tunç, Nazlı Zeynep Aplarslan Yaylı, Gülter Devrim Kaki, Rodi Mızrak
doi: 10.5505/vtd.2018.90958  Pages 403 - 410
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı rutin dentoalveolar cerrahi işlemler sırasında karşılaşılan inferiyor alveolar sinir (İAS) komplikasyonlarının oluşmasını önlemek için sık kullanılan radyolojik iki farklı tekniğin (Konik ışınlı bilgisayarlı tomografi (KIBT) ve panoramik radyografi (ortopantomogram (OPG)) güvenilirliğinin karşılaştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimize başvuran hastalar arasından, tedavileri sırasında hem OPG hem de KIBT görüntüleri alınmış 50 rastgele hasta seçildi. Seçilen hastaların KIBT görüntüleri eXamVisionQ programı kullanılarak, 2. alt premolar dişlerinin apekslerinin, 1. alt molar dişlerinin mezial ve distal apekslerinin, 2. alt molar dişlerinin mezial ve distal apekslerinin inferiyor alveolar sinire ve 3. alt molar dişlerin mandibular kanala en yakın olan uzaklığı ölçüldü. Daha sonra bu hastaların OPG görüntüleri üzerinden 0.1 mm hassasiyetle ölçüm yapabilen elektronik bir kumpas ile aynı ölçümler tekrarlandı. KIBT ve OPG görüntülerinden alınan mesafe ölçümlerinin değerlendirilmesinde Paired Samples test ve uyumlarının değerlendirmesinde ise Intraclass Korelasyon Katsayısı kullanıldı.
BULGULAR: üm dişler için KIBT ve OPG görüntülerine göre yapılan mesafe ölçümleri istatistiksel olarak anlamlı farklılık gösterdi. OPG görüntüleri üzerindeki mesafe ölçümlerinin, KIBT görüntüleri üzerinden yapılan ölçümlere göre daha yüksek olduğu belirlendi. 48 (p=0.011) ve 38 (p=0,013) no.lu dişlerin ölçümlerinde farklı p değerleri gözlenmesine rağmen diğer tüm ölçümlerde p=0,001 olarak saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmanın ışığında, KIBT görüntüsünün, OPG görüntüsüne göre, rutin dentoalveolar cerrahi işlemler sırasında İAS yaralanması riskini azaltacağı ve operasyonun daha güvenli sınırlar içinde yapılmasını sağlayacağı söylenebilir.
INTRODUCTION: The purpose of this study is to compare the reliability of two commonly used radiological techniques (Cone Beam Computerized Tomography (CBCT) and Orthopantomograme (OPT)) to prevent the occurrence of inferior alveolar nerve (IAN) injuries during routine dentoalveolar surgery.

METHODS: Among the patients admitted to our clinic, 50 random patients that have both OPG and CBCT images during their treatment were selected. The distance between the apexes of second lower premolar teeth, the mesial and distal apexes of the first lower molar teeth, the mesial and distal apexes of the second molar teeth and the inferior alveolar nerve and the distance of the third molar teeth from the mandibular canal were measured using the CBCT images eXamVisionQ program of the selected patients. Then the same measurements were repeated with an electronic caliper capable of measuring with 0.1 mm precision over these patients' OPG images. Paired Samples test was used in evaluating distance measurements taken from CBCT and OPG images and Intraclass Correlation Coefficient was used in evaluating their compliance.
RESULTS: For all the teeth, distance measurements made according to CBCT and OPG images showed a statistically significant difference. The distance measurements on the OPG images were found higher than the measurements made on the CBCT images.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In the light of this study, it can be said that the CBCT image, according to the OPG image, will reduce the risk of IAN injuries during routine dentoalveolar surgery and allow the operation to be performed within more secure boundaries.

24.Mıcroınvasıve Breast Carcınoma: A Clınıcopathologıcal Evaluatıon Of Twenty-Seven Cases
Betül Bolat Küçükzeybek, Emel Tekin, Seyran Yiğit, Murat Kemal Atahan, Ayşegül Akder Sarı, Demet Etit, Gülden Ballı, Ahmet Alacacıoğlu, Yüksel Küçükzeybek
doi: 10.5505/vtd.2018.47450  Pages 411 - 417
GİRİŞ ve AMAÇ: Mikroinvaziv meme karsinomu (MİMK) Dünya Sağlık Örgütü tarafından 1mm’ye eşit veya daha küçük boyutta meme stromasını infiltre eden bir veya birden fazla mikroskopik odak ile karakterize lezyon olarak tanımlanmıştır. Bu çalışmada MİMK tanılı hastalarda klinik ve patolojik parametrelerin, rekürrens, uzak metastaz gelişimi ve prognoz üzerindeki etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2006-Aralık 2014 tarihleri arasında meme kanseri tanısı konulan hastalar retrospektif olarak incelendi. MİMK tanısı konulan hastalar çalışmaya dahil edildi. Histopatolojik olarak invaziv meme karsinomunun tipi, nükleer derecesi, mikroinvaziv odak sayısı, lenf nodu metastazı varlığı, hormone reseptör durumu, insitu komponentin çapı, derecesi ve hormon reseptör durumu değerlendirildi. Ayrıca lokal rekürrens, uzak metastaz ve sağkalımlar ve histopatolojik parametrelerle ilişkisi değerlendirildi.
BULGULAR: MİMK tanılı 27 hasta çalışmaya dahil edildi. Bütün hastalar kadın cinsiyetteydi. Medyan tanı yaşı 56(25-78), medyan takip süresi 51(15-130)aydı. MİMK tanılı 27hastanın 25’inde klinik takip bilgilerine ulaşılabildi. Hastaların hiçbirisine neoadjuvan kemoterapi uygulanmadı. Hastaların 1/3’üne telle işaretleme ile eksizyon, 1/3’üne meme koruyucu cerrahi, 1/3’üne modifiye radikal mastektomi uygulandığı saptandı.. Olguların 13’ünde (%48,1) tek invaziv odak, 14’ünde (%51,9) birden çok invaziv odak mevcuttu. Duktal Karsinoma İn Situların medyan çapı 2,5(0,5-10)cm olarak hesaplandı. Yirmi hastanın hormon reseptör (östrojen ve progesteron) bilgilerine ulaşılabildi. Hormon reseptörleri 13 (%48,1) hastada pozitif, 7(%25,9) negatifti. Medyan 51 aylık izlemde 2(%8) hastada rekürrens meydana geldi,2(%8) hasta kaybedildi. Beş yıllık hastalıksız sağkalım%86.7, 5yıllık genel sağkalım %91.4 saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: MİMK tanılı olguların çoğunluğuna komedonekroz bulunan yüksek nükleer dereceli duktal karsinoma in situ eşlik etmekteydi. Mikroinvaziv odak sayısı, duktal karsinoma in situ çapı, nükleer derece ve hormon resptör ekspresyonunun rekürrens ve sağkalımlar ile ilişkisi saptanmadı.
INTRODUCTION: The World Health Organisation defines microinvasive breast carcinoma (MIBC) as a lesion characterized by a single or multiple microscopic foci infiltrating the breast stroma, equal to 1 mm in size or smaller. The present study aims to investigate the impact of clinical and pathological parameters on the recurrence, metastasis, and prognosis in patients with the MIBC.
METHODS: A group of patients diagnosed with breast cancer from January2006 to December2014 were examined retrospectively. Patients diagnosed with the MIBC were included in the study. A histopathological examination included the type of the invasive breast carcinoma, nuclear grade, number of microinvasive foci, presence of a lymph node metastasis, and hormone receptor status, diameter and grade and hormone receptor status of insitu component. In addition, local recurrence, distant metastasis, and survival characteristics and their relationship to the histopathological parameters were evaluated
RESULTS: Twenty-seven patients with the MIBC were included in the study. All the patients were female. Median age was 56(25-78). Median follow-up duration was 51(15-130)months. Among 27cases of MIBC, clinical follow-up information was availiable in 25cases. There were only one invasive focus in 13 (48.1%) and multiple invasive focus in 14 (51.9%) patients. Five year disease free survival was 86.7% and 5year overall survival was91.4%. The number of microinvasive foci and ductal carcinoma in situ diamater and nuclear grade and hormone receptore expression were not related to recurrence and survival.

DISCUSSION AND CONCLUSION: The number of microinvasive foci and ductal carcinoma in situ diamater and nuclear grade and hormone receptore expression were not related to recurrence and survival.

CASE REPORT
25.Juvenile myelomonocytic leukemia: Rare case
Hadi Geylan, Kamuran Karaman, Mecnun Çetin
doi: 10.5505/vtd.2018.66588  Pages 418 - 420
Juvenilmiyelomonositik lösemi (JMML) erken çocukluk çağında görülen, pediatrik lösemilerinin %2 kadarını oluşturan, hematopoetik kök hücrenin klonal bozukluğu sonucu monositik ve granülositik hücrelerin aşırı proliferasyonu ile karakterize habis bir hastalıktır. Günümüzde olguların %85-%90’ında moleküler patoloji ortaya çıkarılabilir. Aşağıda döküntü ve mukozitle başvuran 2.5 yaşında bir kız hasta sunulmuştur. Muayenesinde hepatosplenomegali ile ciltte peteşiyel döküntü ve laboratuvar tetkiklerinde ise lökositoz, trombositopeni ve HbF düzeyi yüksekliği saptanmıştı. Periferik yayma ve kemik iliği aspirasyonu değerlendirilmesi JMML ile uyumluydu. Sitogenetik tetkiklerde; PTPN 11 mutasyonu saptanmıştır. JMML’li olguların doğal seyri kötüdür.
Juvenile myelomonocytic leukemia (JMML) is a malignant disease characterized by excessive proliferation of monocytic and granulocytic cells resulting in clonal defect of the hematopoietic stem cell, which accounts for about 2% of pediatric leukemia in early childhood. İn nowadays; molecular pathology in 85-90% of cases can be detected. Below we present a 2.5 years old girl who was admitted to our clinic with complaints of rash on the skin and mucositis in the mouth. On the examination of the patient; hepatosplenomegaly with skin petechial rash and laboratory tests; leucocytosis, thrombocytopenia and high levels of HbF were detected. In evaluation of peripheral blood smear and bone marrow aspiration were compatible with JMML. In cytogenetic examinations; PTPN 11 mutation was detected. The natural course of case with JMML is poor.

26.Bilateral Renal Vein Thrombosis with Inutero Onset in a Preterm Newborn: A Case Report
Fatma Hilal Yilmaz, Nazlı Dilay Gültekin, Nuriye Tarakçı, Hüseyin Altunhan
doi: 10.5505/vtd.2018.39206  Pages 421 - 423
Reno-vasküler tromboembolik komplikasyonlar yenidoğan döneminde renal kanlanmadaki azalma, doğal antikoagülan seviyelerinin düşük olması, artmış kan viskositesinin ve hiperosmolalite nedeniyle daha sık görülmektedir. Kateterle ilişkisiz trombozlar içinde renal ven trombozu (RVT) %16-20 ile en fazla prevalansa sahiptir. Perinatal asfiksi öyküsü, maternal diabetes mellitus, prematürite, dehidratasyon, siyanotik konjenital kalp hastalığı, enfeksiyon ve tromboza yatkınlık yapan genetik defektler (Protein C, protein S ve antitrombin eksikliği, faktör V Leiden mutasyonu, protrombin ve metilen tetra hidro folat redüktaz gen mutasyonları) risk faktörleri içinde yer almaktadır. Yönetim sürecinde antikoagülan ve fibrinolitik yer almaktadır. Uzun dönem komplikasyonlar içinde yaygın böbrek disfonksiyonu ön plana çıkmaktadır. Burada sahip olduğu risk faktörleri, ortaya çıkış zamanı ve şekliyle literatürde nadir rastlanan bilateral renal ven trombozu olgusu paylaşılmıştır.
Reno-vascular thromboembolic complications are observed more frequently in newborn period due to decreasing renal blood build-up, low natural anticoagulant levels, and increased blood viscosity and hyperosmolality. Among the thrombosis cases that are irrelevant with catheter, Renal Vein Thrombosis (RVT) has the highest prevalence with 16-20%. Perinatal asphyxia history, maternal diabetes mellitus, prematurity, dehydration, cyanotic congenital heart disease, infection and genetic defects that give rise to predisposition to thrombosis (Protein C, protein S and antithrombin deficiency, factor V Leiden mutation, prothrombin and methylene tetra hydro folate reductase gene mutations) are among the risk factors. There are anticoagulant and fibrinolytic treatments during the management. Widespread kidney dysfunction comes to the forefront among the long-term complications. In the present study, a bilateral Renal Vein Thrombosis case that is rare in the literature with the emergence time and form and relevant risk factors is presented.

27.Different Strategies and Our Approach for Treatment of Mitral Valve Thrombosis; Treatment with Alteplase
Ata Niyazi Ecevit, Özgür Altınbaş, Hakan Çomaklı, Deniz Sarp Beyazpınar, Zafer Büyükterzi, Kadir Durgut
doi: 10.5505/vtd.2018.54366  Pages 424 - 426
Protez kapak replasmanı sonrası obstruktif kapak trombozu hayatı tehdit eden bir problemdir.Bu tür klinik vakalara acil medikal veya cerrahi müdahale gerekmektedir. Bu çalışmada, mekanik mitral kapağın tek leafletinde trombüse bağlı efor dispnesi şikayetiyle hastanemize başvuran 55 yaşında bir erkek hastayı sunduk.Böyle bir durumda cerrahi tedavi veya trombolitik tedavinin birinci seçenek olması gerekip gerekmediği hâlâ tartışmalıdır. Trombolitik tedavinin ciddi komplikasyonlarına rağmen, izole mekanik kapak trombozlu, yüksek riskli hastalarda trombolitik ajanların yavaş infüzyon şeklinde uygulanarak başarılı sonuçlar alınabileceği düşüncesindeyiz.
Obstructive valve thrombosis after prosthetic valve replacement is a life-threatining problem.Immediate medical or surgical intervention may be life-saving in such clinical cases.In this study we presented a 55-year-old male patient who admitted to our hospital with the complaint of effort dyspnea due to thrombus on single leaflet of mechanical mitral valve. It is still a question whether surgical treatment or thrombolytic therapy should be first choice in this situation. Although serious complications of thrombolytic therapy, we suppose that in high-risk patients with isolated mechanical valve thrombus, successful results can be achieved by applying slow rate infusion of thrombolytic agents.

28.Mushroom Poisoning Imitating Stroke. Report of a Case and a Brief Review of the Literature
Erdinç Şengüldür, İskender Aksoy, Celal Katı, Türker Yardan, Ahmet Baydın
doi: 10.5505/vtd.2018.09821  Pages 427 - 429
Mantar zehirlenmeleri günlük acil servis pratik uygulamasında zehirlenmeler içinde önemli bir yere sahiptir. Hastalar mantara ve toksinin türüne göre farklı klinik tablolar ile hastaneye başvurabilirler. Pantherina sendromu, serebrovasküler hastalıklarla karışabilen bir klinik tablodur. Aynı aileden üç hasta, yeni gelişen bilinç bulanıklığı, afazi ve midriyazis belirtileri ile acil servise başvurdu. İlk hasta değerlendirildiğinde, mevcut semptomlarla birlikte hipertansif ensefalopati tanısı konuldu. Bununla birlikte, benzer semptomlara sahip ikinci ve üçüncü hastada anamnezin derinleştirilmesi ile mantar yemekten kuşkulanıldı. Hastalar acil yoğun bakım ünitesinde tedavi edildi. İki hasta 24 saat içinde düzeldi ve bir hastanın semptomları 72 saate kadar devam etti. Pantherina sendromu erken başlangıçlı, konfüzyon, afazi ve midriyaz gibi nörolojik semptomlarla karakterize bir klinik durumdur. Tedavi genellikle destek tedavisidir. Mide yıkama ve aktif kömür erken dönemde faydalı olacaktır. Benzodiazepinler aşırı ajitasyon durumunda kullanılabilir. Pantherina sendromu, akut konfüzyonel bir durumla başvuran hastalarda klinisyenlerin düşünmesi gereken tanılardan biridir.
Mushroom poisoning has an important place in the poisonings applied to emergency department (ED). Patients may present with different toxoids according to the fungus and toxin fecalin. Pantherina syndrome is a tablature that can interfere with cerebrovascular diseases due to clinical presentation. Three patients from the same family were admitted to our ED with newly developed symptoms of confusion, aphasia and mydriasis. When the first patient was evaluated, the diagnosis of hypertensive encephalopathy was first considered with the current symptoms. However, after the application of the second and third patients with similar symptoms, the anamnesis was deepened and the story of eating a mushroom was questioned. Patients are treated in the emergency ICU. Two patients recovered within 24 hours, and the symptoms of one patient continued for up to 72 hours. Pantherina syndrome is a toxicoma characterized by early onset, confusion, neurological symptoms such as aphasia and mydriasis. Treatment is generally supportive treatment. Stomach lavage and activated charcoal will be useful in the early period. Benzodiazepines can be used in extreme agitation. Pantherina syndrome is one of the diagnoses that clinicians should actually have in patients presenting with an acute confusional condition.

INVITED REVIEW
29.Demanding Patient
Erol Ozmen, Erol Ozan
doi: 10.5505/vtd.2018.05658  Pages 430 - 436
Doktorlar günlük uygulamalarında zor hasta olarak nitelendirdikleri çok sayıda hasta ile karşılaşmaktadırlar. Hekimlerin zor hasta olarak nitelendirdikleri bu hastaları sınıflandırma konusunda belli bir görüş birliği bulunmamaktadır. Ancak bazı işlem ve incelemeleri yapması ya da yaptırması için doktorları zorlayan ‘ısrarcı’, ‘talepkâr’ ya da ‘üsteleyici’ hastaları bir grup olarak ele almak mümkün gibi görünmektedir. Bu yazıda bu hastalar ‘üsteleyici hasta’ başlığı altında ele alınmaktadır. Üsteleyici davranışta doktorun açıklamalarına karşın hastanın ısrarcı olması, inanmaz bir yaklaşım göstermesi, her türlü açıklamaya karşın isteğini yineleyici bir şekilde gündeme getirmesi ve zorlayıcı bir yaklaşım içinde olması söz konusudur. Üsteleyici davranışlar çok değişik nedenlerle ortaya çıkabilmektedir. Üsteleyici davranışın ortaya çıkmasında en belirleyici etmenler hastanın kişilik yapısı ve stresle baş etme gücüdür. Ancak doktorun davranışları ya da görünümü de üsteleyici davranışı arttırabilmektedir. Üsteleyici davranış gösteren bir hasta ile karşılaştığında doktorun bu davranışla baş edip edemediği konunun diğer boyutunu oluşturmaktadır. Üsteleyici hasta ile baş etmeye çalışan doktorlar kendi kişilik özelliklerini ve hastasının biyopsikososyal özelliklerini dikkate alarak hastasına yaklaşmalıdır.
Physicians encounter many patients in their daily practice often described as difficult patient. However, there is no specific consensus on the classification of these patients which physicians describe as difficult patient. However, it seems possible to describe patients as 'insistent', 'demanding' or 'persistent’ when they force the physicians or have the physicians force other medical staff to conduct some operations and investigations. Such patients decribed in this paper are listed under the heading of ‘demanding patient’. In demanding behavior, the patient's insistence, distrustful approach, and repeated requests continues despite the physician’s explanation. Demanding behavior can occur for a variety of reasons. The most significant factors in the occurrence of demanding behavior are the patient’s personality traits and ability to cope with stress. However, the physician’s appearance and behavior may also increase the patients’ demanding behavior. Another dimension of the issue is the coping ability of the physician when faced demanding patient. Physicians who try to cope with demanding patients should approach their patients by taking into account their own personality traits and the patient's biopsychosocial characteristics.

30.Futıle Treatment and Effects on Intensıve Care Nursing
Mahinur Durmuş İskender
doi: 10.5505/vtd.2018.16056  Pages 437 - 440
Yüksek teknolojinin tıbbın içine girmesi, ilerleyici ya da ölümcül hastalıklarda hastalığın iyileşmesini değil, ölümün ertelenmesini sağlamakta ve yaşam sonuna ilişkin başka sorunları da beraberinde getirmektedir. Özellikle kritik bakımın verildiği yoğun bakım ünitelerinde teknolojinin ulaşılabilir olması teknolojik müdahale yöntemlerinin kullanımının artmasına neden olmaktadır. Bu durum, hem hastalar ve yakınları hem de sağlık hizmetini sunanlar açısından hastaya yapılan girişimlerin yararsız olarak algılanmasını ve yaşamın sonuna ilişkin kararlarda önemli bir sorun olan yararsız tedavi kavramını ortaya çıkarmaktadır. Yararsız tedavi kavramı, hastaların içinde bulunduğu durumu düzeltme olasılığı olmayan ya da çok düşük olan veya halen uygulanmakta olan tedaviden daha yararlı olması beklenmediği halde daha pahalı ya da daha riskli olan tedaviler için kullanılmaktadır. Hastalığın seyrinin olumlu yönde ilerlemesi hemşireler için ödül iken, hastanın sadece ölüm sürelerini uzatmaya yönelik bakım, stres ve hayal kırıklığına neden olabilmektedir. Hemşirelerin yararsız olduğunu düşündüğü tedaviyi sürdürmeleri zamanla hemşirelerde ahlaki sıkıntı, merhamet yorgunluğu ve tükenmişliğe neden olabilmektedir. Makalede yararsız tedavinin hemşireler üzerindeki etkisine literatür eşliğinde yer verilecektir.
Entering high technology involves not only the recovery of the disease in progressive or terminal illness, but also the provision of postponement of death and other options for the end of life. Especially in critical care units where critical care is provided, the availability of technology leads to increased use of technological intervention methods. This situation reveals useless perception of the attempts made to the patient in terms of patients and their relatives as well as healthcare providers and the concept of futile treatment, which is an important problem in the decisions regarding the end of life. The concept of futile treatment is used for treatments that are more expensive or more risky if the patients are unlikely to be able to correct the situation or are less likely to be more beneficial than currently available treatment. While the progress of the disease progression is a reward for the nurses, it can cause the care, stress and frustration to extend the life of the patient only. Continuing the treatment that nurses think is useless can cause moral distress, compassion fatigue and burnout in nurses over time. The effect of the useless careless treatment on the nurses will be included in the literature.

LookUs & Online Makale