E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 27 (2)
Volume: 27  Issue: 2 - 2020
1.Cover

Pages I - II

ORIGINAL ARTICLE
2.Do Nursing Students Coping Methods Affect Test Anxiety?
Pınar Irmak Vural, Gülşah Körpe
doi: 10.5505/vtd.2020.92653  Pages 118 - 124
GİRİŞ ve AMAÇ: Sınav kaygısının öğrencilerin akademik başarısı üzerinde olumsuz etkileri vardır. Özellikle üniversite eğitiminde sosyal ve bireysel beklentilerin artmasıyla kaygı düzeyi de artabilmektedir. Öğrenciler kaygı ile baş edebilmek için bir baş etme yöntemi bulurlar ve hayatı boyunca diğer birçok kaygı verici konuyla baş etmede bu yönteme başvururlar. Bu çalışmanın amacı ise; hemşirelik öğrencilerinin Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği Uygulama dersi uygulama sınavı öncesi kaygı düzeylerinin belirlenmesi ve sınav kaygısı ile nasıl baş etmeye çalıştıklarının belirlenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı türdeki bu çalışma Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği Uygulama dersi alan hemşirelik öğrencilerinde 2017-2018 eğitim öğretim döneminde 139 öğrenci ile yürütülmüştür. Öğrenci bilgi formu, Durumluk ve Sürekli Kaygı Envanteri (STAI Form TX I-II), Beck Anksiyete Envanteri (BAI) ve Öznel Rahatsızlık Birimi (SUDS) ölçüm araçları kullanılmıştır.
BULGULAR: Öğrencilerin STAI Form TX I-II, BAI ve SUDS ölçekleri puan ortalamaları ile cinsiyet, yaş, ailenin yaşadığı yer, anne-baba birliktelik durumu arasında istatistiksel olarak fark bulunmamıştır. Öğrencilerin %44.6’sı sınav kaygısı ile baş etme de bir yöntem kullanmaktadır. Herhangi bir baş etme yöntemi kullanan öğrencilerin STAI Form TX I-II ve SUDS puan ortalamalarının kullanmayanlara göre daha düşük olduğu saptandı. Baş etme yöntemi olarak en çok nefes egzersizi (%14.4) yaptıkları saptandı. Ölçek puan ortalamalarında STAI Form TX I ve II arasında pozitif yönde orta şiddette istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki, STAI Form TX I ve SUDS ölçeği arasında pozitif yönde zayıf istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, sınav kaygısıyla herhangi bir baş etme yöntemi olmayan öğrencilerin kaygı düzeylerinin diğerlerine göre daha yüksek olduğu belirlendi.
INTRODUCTION: Test anxiety has negative effects on students' academic success. Especially in university education, the level of anxiety can increase with the increase of social and individual expectations. The students find a way to cope with anxiety and apply this method to deal with many other worrying issues throughout their life. The aim of this study is; determining the anxiety levels of nursing students before the practice of Women Health and Diseases Nursing Practice course and how they cope with the test anxiety.
METHODS: This descriptive study was carried out with 139 students in the 2017-2018 academic year in nursing students who took Women’s Health and Diseases Nursing Practice course. Student information form, State and Trait Anxiety Inventory (STAI Form TX I-II), Beck Anxiety Inventory (BAI) and Subjective Units of Distress Scale (SUDS) measurement tools were used.
RESULTS: There was no statistically significant difference between the mean scores of STAI Form TX I-II, BAI and SUDS scales and gender, age, family place and parental association. 44.6% of students use a method to cope with test anxiety. The mean STAI Form TX I-II and SUDS scores of the students who used any coping method were lower than those who did not. The most common method was breathing exercise (14.4%). There was a statistically significant positive correlation between STAI Form TX I-II furthermore STAI Form TX I and SUDS.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, it was determined that the anxiety levels of the students without any coping methods were higher than the others.

3.Postural stability and fall risk in adult patients with familial mediterranean fever
Ayhan Kul, Hülya Uzkeser, Köksal SARIHAN, Fatih Baygutalp, Kamber Kasali
doi: 10.5505/vtd.2020.65299  Pages 125 - 133
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA) olan erişkin hastalarda düşme için olası risk faktörleri ile birlikte objektif bilgisayarlı bir teknik kullanılarak postural stabilite ve düşme riskinin değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya AAA hastalığı tanısı konulan 45 hasta (ortalama yaş: 31±10 yıl, yaş aralığı; 17-53 yıl) ile yaş ve cinsiyetleri benzer olan 40 sağlıklı kontrol (ortalama yaş: 31±9 yıl, yaş aralığı: 18-50 yıl) dâhil edildi. Düşme etkinliğinin değerlendirilmesi için uluslararası düşme etkinliği ölçeği (U-DEÖ) kullanıldı. Hastalık şiddeti skoru değerlendirildi. Bilgisayarlı posturografi cihazı ile; postural stabilite için stabilite indeksi (Sİ) ile ağırlık dağılım indeksi (ADİ) ve düşme riski analizi yapıldı.
BULGULAR: Son 1 yıldaki düşme öyküsü hasta grupta yüksekti (p<0.05). Bilgisayarlı sistem kullanılarak ölçülen Sİ ve ADİ değerlerinde gruplar arasında anlamlı fark bulundu (p<0.05). Hasta grupta daha yüksek düşme riski tespit edildi ( p<0.05). Ancak kadın cinsiyet hariç yaş, vücut kitle indeksi, hastalık süresi, son 1 yıl içindeki düşme öyküsü, U-DEÖ ve hastalık şiddeti gibi ilişkili faktörler ile Sİ, ADİ ve düşme riski arasında herhangi bir ilişki bulunamadı (r<0.3 ve p>0.05). Ayrıca Sİ’nin tüm parametrelerinde düşme riski ile arasında anlamlı pozitif bir ilişki tespit edilirken (r>0.3 ve p<0.001), ADİ ile düşme riski arasında gözler kapalı-baş ekstansiyonda iken (HB-ADİ) (r= 0.003, p<0,001) hariç bir ilişki bulunamadı (r<0.3 ve p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: AAA hastalığında postural stabilitenin bozulduğu ve düşme riskinin arttığı anlaşıldı. Bu sonuç AAA hastalığından veya dengeyi etkileyebilen diğer birçok faktörden kaynaklanmış olabilir.
INTRODUCTION: In this study, our purpose was to determine the postural stability and fall risk by an objective computerized technique in patients with Familial Mediterranean Fever (FMF), together with their relevant potential risk factors for falls.
METHODS: 45 patients diagnosed with FMF (mean age 31±10 years; range 17 to 53 years) and 40 healthy controls (mean age 31±9 years; range 18 to 50 years) were included in the study. We used the Falls Efficacy Scale (FES-I) for assessment of fall efficacy. The disease severity score was assessed. Stability Index (SI), Weight Distribution Index (WDI), and fall risk analysis were performed by the computerized posturography device.
RESULTS: The rate of falls in the last year was higher in the patient group (p<0.05). Significant differences were found between groups regarding SI and WDI values (p<0.05). A higher fall risk was determined in the patient group (p<0.05). However, except female gender, no significant relationships were found between SI, WDI, and fall risk and disease-related factors such as age, body mass index, duration and severity of the disease, the last 1-year fall history, and FES-I (r<0.3, p>0.05). Moreover, while significant positive correlations were determined between all parameters of SI and fall risk (r>0.3, p<0.001), no relationship was found between WDI and fall risk (r<0.3, p>0.05) except close eyes-head extended (HB-WDI) (r= 0.003, p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Postural stability was impaired and fall risk increased in FMF. This result might result from FMF disease or many other factors being capable of affecting the balance.

4.Comparison of Modification of Diet in Renal Disease and Cockroft-Gault Equations in Detection of Glomerular Filtration Rate Alterations in Coronary Artery Visualized Patients
Yusuf Turkmen, naci babat
doi: 10.5505/vtd.2020.84704  Pages 134 - 138
GİRİŞ ve AMAÇ: Kontrast madde kullanımının ardından kontrast nefropatisi (KN) görülebilmektedir. KN’sinin önlenmesi için gerçek glomerüler filtrasyon hızının (GFR) hesaplanması oldukça önemlidir. GFR hesaplamada en çok kullanılan Cockroft-Gault (CG) ve Modification of Diet in Renal Disease (MDRD) denklemleridir ancak koroner anjiografi yapılan hastalarda GFR değişikliğinin tespitinde birbirine olan üstünlüğü bilinmemektedir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 165 hasta dahil edildi. Koroner anjiografi işlemi öncesi ve beşinci gününde tüm hastaların serum üre, kreatinin ve sistatin C düzeyleri ölçüldü. Serum sistatin C düzeyindeki değişiklik referans olarak alındı ve her iki formüle göre olan değişiklik referans değişiklik ile karşılaştırıldı.
BULGULAR: İşlem sonu serum sistatin C düzeyindeki artış her iki denklemdeki GFR düşüşü ile ilişkili bulundu (p¬=0.042). Ancak GFR değişikliğini tespit etme açısından denklemler birbirine üstün bulunamadı (CG ve MDRD denklemleri için sırasıyla r¬= -.276 ve r= -.275).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Koroner anjiyografi uygulanan hastalarda GFR değişikliği tespitinde hem CG hem de MDRD denklemleri kullanışlı olup birbirine üstünlükleri yoktur. Literatür kayıtlarına göre çalışmamız koroner arter görüntülemesi yapılan hastalarda GFR değişikliğinin tespiti adına MDRD ve CG denklemlerini karşılaştıran ilk çalışma özelliğini taşımaktadır.
INTRODUCTION: Contrast induced nephropathy (CIN) may arise after the use of contrast agents. Estimating of real glomerular filtration rate (GFR) is very important in order to prevent CIN. The most used GFR estimating equations are Cockroft-Gault (CG) and Modification of Diet in Renal Disease (MDRD) but their superiority to each other is unknown in contrast media used patients.
METHODS: : Total of 165 patients enrolled to our study. Serum urea, creatinine and cystatin C levels of all patients were measured just before and fifth day of coronary angiography/angioplasty procedure. Alteration in serum cystatin C level was accepted as reference and GFR changes according to both equations were compared with serum cystatin C level variations.
RESULTS: Decreased GFR values according to both formulas were related with an increasing in serum cystatin C levels (p¬=0.042). However, there wasn’t any superiority of formulas to each other in terms of GFR alterations (r¬= -.276 and r= -.275 for CG and MDRD equations respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Both CG and MDRD equations are useful to detect the GFR changes in coronary angiography performed patients and there was not superiority of them to each other. To our knowledge, this is a first study about the comparison of MDRD and CG equations in coronary artery visualized patients.

5.Evaluation of Retinopathy Severity According to the Premature Stage in Premature Retinopathy
Gülistan Oyur, Leyla Hazar, Esra Vural, Yakup Acet, Oğuz Celik
doi: 10.5505/vtd.2020.62347  Pages 139 - 143
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada amaç, prematüre retinopati (PR) tarama sonuçlarını analiz ederek, prematüre evresinin retinopati şiddeti ile ilişkisini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: ….Hastanemizde, Haziran 2017- Eylül 2018’de kliniğimize başvuran prematür bebeklerden 431 olgunun 862 gözüne ait veriler retrospektif olarak değerlendirildi. Olgular gestasyonel yaş ve doğum ağırlıklarına göre sınıflandırıldı. Olgular ileri derece, orta derece ve geç prematüre diye ayrıldı. Çoğul doğumlar kaydedildi. Retinopati şiddeti ile prematüre derecesi ve çoğul doğum ilişkisi değerlendirildi.
BULGULAR: Olguların 234’ü (%54,3) kız, 197’si (%45,7) erkek olup, doğum haftaları 23-36 hafta (31,9±2,77), doğum ağırlıkları ise 510-3500 gr (1746±476) arasındaydı. Herhangi bir evrede PR olguların 137’sinde (%31,8) olup, 294 (%68,2) olguda PR bulgusu saptanmadı. Evre 1 PR 80 olguda (%58,4), Evre 2 PR 42 olguda (%30,7), Evre 3 PR 13 olguda (%9,5), Evre 4 PR ise 2 olguda (%1,5) tespit edildi. Herhangi bir evrede PR bulgusu olan olguların ortalama doğum ağırlığı ve doğum haftası istatistiksel olarak anlamlı daha küçük idi (p < 0,05). Herhangi bir evrede PR saptanan hastaların %64,9 oranında doğum haftası ≤32 iken, >32 haftalık infantlarda bu oran %35,1 olarak görüldü. Doğum haftası >32 hafta olan 6 (%4,32) olguda Evre 3 ve Evre 4 PR saptandı. Çoğul doğum ile PR arasında anlamlı ilişki bulunamadı. (p=0,908)
TARTIŞMA ve SONUÇ: Orta derece ve geç prematürlerde de ileri evre PR olabileceği her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. Prematüre retinopatisinde tarama, tüm prematürlerde dikkatle yapılmalıdır.
INTRODUCTION: The aim of this study is to analyze the relationship between the stage of prematurity and retinopathy severity by analyzing the results of premature retinopathy (PR) screening.
METHODS: In state Hospital 862 eyes of 431 cases who were admitted between June 2017 and September 2018 were evaluated retrospectively. Cases were classified according to gestational ages and birth weights. The cases were divided into advanced, intermediate and late premature. The relationship between the severity of retinopathy and the degree of premature and multiple births was evaluated
RESULTS: Two hundred thirty four (54.3%) of the cases were female and 197 (45.7%) were male. Birth weeks were 23 to 36 weeks (31.9 ± 2.77), and birth weights were 510-3500 gr (1746 ± 476). PR was detected in 137 (31.8%) of the cases at any stage, and no sign of PR was found in 294 (68.2%) cases. Stage 1 PR was detected in 80 cases (58.4%), stage 2 PR in 42 cases (30.7%), stage 3 PR in 13 cases (9.5%), and stage 4 PR in 2 cases (1.5%). The mean birth weight and gestational week were statistically significantly lower in patients with PR at any stage (p <0.05). Stage 3 and Stage 4 PR were detected in 6 (%4,32) cases with a gestational age of >32 weeks. No significant relationship was found between multiple births and PR. (P = 0.908)
DISCUSSION AND CONCLUSION: It should always be considered that there may be advanced stage PR in moderate and late premature.

6.Lung Hydatid Cyst Surgical Treatment: Our Clinical Experience
Erhan Durceylan, Duygu Mergan iliklerden
doi: 10.5505/vtd.2020.87699  Pages 144 - 149
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda Van Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesinde, akciğer kist hidatiği nedeni ile opere edilen 29 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mayıs 2015-Ekim 2017 tarihleri arasında Van Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde akciğer kist hidatiği tanısı ile ameliyat olan hastalar yaş, cinsiyet, kist lokalizasyonu ve boyutu, başvuru sırasındaki semptomları, cerrahi teknik, postoperatif yatış süreleri açılarından değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların 20’si (%69) erkek, 9’u (%31) kadındı. Yaş ortalaması 21,5 olarak tespit edildi (8-58). Başvuru sırasında en sık karşılaşılan semptom öksürük (%58,6), ikinci sırada göğüs ağrısı (%51,7) olarak saptandı. Hidatik kist 16 hastada sağ (%55,2), 13 hastada sol hemitoraksta (%48,8) yerleşimli olarak saptandı. 22 hasta (%75,9) kistotomi ve kapitonaj; 3 hasta (%10,3) enükleasyon ve kapitonaj yöntemi ile opere edildi. 4 hastada (%13,8) ise kapitonajsız kistotomi yöntemi kullanıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Akciğer hidatik kistinde tedavi yöntemi kontrendike olmadığı sürece cerrahidir. Cerrahideki temel prensipler kist içeriğinin çıkarılması, bronş ağızlarının kapatılması ve sonrasında kalan potansiyel boşluğun yönetimi şeklinde olmalıdır. Postoperatif albendazole kullanımı nükslerin önlenmesinde etkilidir.
INTRODUCTION: In this study, the data of 29 patients who undervent surgery for pulmonary hydatid cyst in Van Regional Training and Research Hospital were analyzed retrospectively
METHODS: Patients who underwent surgery with the diagnosis of hydatid cyst in Van Regional Training and Research Hospital between May 2015 and October 2017 were evaluated in terms of age, sex, localization and size of the cyst, symptoms at admission, type of surgery and postoperative hospital stay.
RESULTS: Twenty patients (69%) were male and 9 (31%) were female. The mean age was found to be 21.5 (8-58).The most common symptom was cough (58.6%) and chest pain (51.7%). Hydatid cyst was localized in right (55.2%) in 16 patients and in left hemithorax (48.8%) in 13 patients. 22 patients (75,9%) were operated by cystotomy and capitonage; 3 patients (10,3%) were operated by enucleation and capitonage. Cystotomy without capitonage was used in 4 patients (13,8%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The treatment of pulmonary hydatid cyst is surgical unless it is contraindicated. The basic principles of surgery should be the removal of the cyst content, the closing of the bronchial openings and the management of the remaining potential cavity. The use of postoperative albendazole is effective in preventing recurrences.

7.Determination of Some Antioxidan Enzyme Activities in Fresh and Dry Grapes (Vitis vinifera L.)
Halit Demir, Ayhan GÜLER, Canan Demir
doi: 10.5505/vtd.2020.66742  Pages 150 - 154
GİRİŞ ve AMAÇ: Meyve ve sebzelerdeki fenolik bileşikler serbest radikalleri ortadan kaldırma yönleriyle çok önemlidir. Fenolik bileşiklerin çoğunun antioksidan aktiviteye sahip olduğu ve serbest radikallerin sebep olduğu oksidatif hasara karşı hücreleri koruduğu bilinmektedir. Hidroksinnamik asitler, flavonoller ve antosiyaninler gibi çeşitli fenolik bileşikleri içerdiği bilinen üzüm meyvesinin, yüksek polifenolik içeriğinden dolayı antioksidan aktiviteye sahip olduğu bildirilmiştir. Bundan dolayı bu çalışmada, üzüm meyvesinde bulunduğu düşünülen bazı enzim aktiviteleri saptandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, Ege ve Marmara bölgelerinde yetişen yaş ve kuru üzüm tanesinde bulunan bazı antioksidan enzim aktivitelerinin belirlenmesine yönelik olarak temin edilen üzüm ekstraktlarında, süperoksit dismutaz (SOD) ve katalaz (CAT) gibi bazı enzimler spektrofotometrik yöntem ile belirlenerek, antioksidan enzim aktiviteleri tayin edilmiştir. Elde edilen bulgular istatistik yöntemler kullanılarak analizleri yapılmış ve sonuçları yorumlanmıştır.
BULGULAR: Yaş üzüm tanesinde süperoksit dismutaz (SOD) enzim aktivitesi ortalama olarak Ege ve Marmara bölgelerinde sırasıyla 11,70 U/L, 6,6 U/L, Katalaz (CAT) enzim aktivitesi 6,32 U/L ve 3,82 U/L olarak bulunmuştur. Kuru üzüm tanesinde süperoksit dismutaz (SOD) enzim aktivitesi ortalama olarak Ege ve Marmara bölgelerinde sırasıyla 6,05 U/L, 5,05 U/L, Katalaz (CAT) enzim aktivitesi 4,17 U/L ve 3,12 U/L olarak bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Araştırmada elde edilen sonuçlar üzümün önemli bir antioksidan deposu olduğunu göstermiştir. Bu nedenle araştırma sonucunda, üzümün hem besin olarak hem de insan sağlığı açısından oksidatif strese karşı güçlü bir antioksidan olduğu söylenebilir.
INTRODUCTION: Phenolic compounds in fruits and vegetables are very important in terms of eliminating free radicals. Most phenolic compounds are known to have antioxidant activity and can help protect cells against oxidative damage caused by free radicals. Grape fruit, known to contain various phenolic compounds such as hydroxynnamic acids, flavonols and anthocyanins has been reported to have antioxidant activity due to its high polyphenolic content. Therefore, in that study, it is aimed to determine some enzyme activities which are thought to be present in grape fruit.
METHODS: In this study, enzymes antioxidant as superoxide dismutase (SOD) and catalase (CAT) enzymes were determined by spectrophotometric method in fresh and raisin extracts grown in Aegean and Marmara regions. The findings were analyzed using statistical methods and the results were interpreted.
RESULTS: Superoxide dismutase (SOD) enzyme activity in fresh grape fruits were found to be 11.70, 6.6 U/L in Aegean and Marmara regions, respectively, while catalase (CAT) enzyme activity were found to be 6.32 and 3.82 U/L, respectively. Superoxide dismutase (SOD) enzyme activity in raisin fruits were found to be 6.05 and 5.05 U/L in Aegean and Marmara regions respectively, while Catalase (CAT) enzyme activity 4.17 and 3.12 U/L, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The results of our study showed that grapes are an important antioxidant store. Therefore, as a result of our research, it can be said that grapes are a powerful antioxidant against oxidative stress both in terms of food and human health.

8.Evaluation of theSusceptibility of Mycobacterium tuberculosis Complex Isolates Isolated from Clinical Specimens to Primer Antituberculous Drugs
Yeliz Tanriverdi Çaycı, Tuğba Avan, Kemal Bilgin, ASUMAN BIRINCI
doi: 10.5505/ejm.2020.74317  Pages 155 - 159
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, 2014 ve 2017 yılları arasında laboratuvarımızda izole edilen Mycobacterium tuberculosis kompleks izolatlarının antitüberküloz ilaçlara duyarlılıkları retrospektif olarak incelenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tüberküloz ön tanısı ile gönderilen örnekler Ehrlich-Ziehl-Neelsen yöntemi ile boyanarak, mikroskobik olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca Löwenstein-Jensen besiyeri ve BACTEC MGIT 960 (Becton Dickinson, ABD) otomatize kültür sistemine ekimleri yapılmıştır. Üreme görülen kültür tüplerinde Mycobacterium tuberculosis kompleks tanımlaması ve streptomisin, izoniazid, rifampisin, etambutol duyarlılıkları BACTEC MGIT 960 (Becton Dickinson, ABD) otomatize sisteminde çalışılmıştır.
BULGULAR: Çalışmaya 78 Mycobacterium tuberculosis kompleks izolatı dâhil edilmiştir. Her hasta için tek bir suş çalışmaya alınmıştır. İzoniazid, streptomisin ve etambutole direnç oranları sırasıyla %1,2, %8,9, %1,2 olarak saptanmış olup rifampisine direnç olmadığı tespit edilmiştir. Hastaların %82’si tüm antibiyotiklere duyarlı olup, antimikobakteriyel ilaçlar içinde en yüksek direnç streptomisin için saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızdaki tekli ilaç direnç oranları ülkemiz 2017 tüberküloz raporu verilerine göre düşük olmakla birlikte, bölgeler arası farklılıklar olabilmektedir.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to investigate antituberculosis drug susceptibility of the Mycobacterium tuberculosis complex isolates, between 2014 and 2017 retrospectively.
METHODS: The specimens from patientswith a pre-diagnosis of tuberculosis were stained with Ehrlich-Ziehl-Neelsen method and evaluated microscopically. After then, specimens were inoculated onto Löwenstein-Jensen medium and BACTEC MGIT 960 (Becton Dickinson, USA) automated culture system. If bacterial growth was detected, Mycobacterium tuberculosis complex typing was done and antituberculosis drug susceptibilities for streptomycin, isoniazid, rifampicin and ethambutol were tested at BACTEC MGIT 960 (Becton Dickinson, USA).
RESULTS: Totally 78 Mycobacterium tuberculosis complex isolates were enrolled in the study. A single strain for each patient was taken to the study. Resistance rates of isoniazid, streptomycin and ethambutol were determined as 1.2%, 8.9% and 1.2%, respectively and no resistance to rifampicin was detected. 82% of the isolates were susceptible to all drugs and the highest resistance among antimycobacterial drugs was determined for streptomycin.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The single drug resistance that determined in our study was lower than 2017 tuberculosis report however it is known that there might have been differences between the regions.

9.Stress Levels of Parents of Infants in the Neonatal Intensive Care Unit and Coping Methods
Yasemin Keklikçi, Bayram Ali Dorum, Aylin Vatansever
doi: 10.5505/vtd.2020.50465  Pages 160 - 165
GİRİŞ ve AMAÇ: Beklenmedik bir şekilde gerçekleşen bir doğum ve ardından bebeğin yoğun bakım ünitesine yatışı, aileler için büyük bir kaygı ve stres kaynağıdır. Bu çalışmada, yenidoğan yoğun bakım ünitesine (YYBÜ) bebeği yatan ebeveynlerin stres düzeyleri, etmenleri ve stres ile baş etme yöntemlerinin ortaya konması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu tanımlayıcı çalışmaya, bir üniversite hastanesi 3. düzey YYBÜ’de, Ocak 2017- Ocak 2018 tarihleri arasında bebeği yatan ebeveynler dahil edilmişlerdir. Veri toplama aracı olarak; anne-baba tanıtım formu, bebek tanıtım formu ve “YYBÜ Anne-Baba Stres Ölçeği” kullanılmıştır.
BULGULAR: Çalışmaya toplam 81 ebeveyn katılmıştır. Ebeveynlerin YYBÜ Anne-Baba Stres Ölçeği Görüntü ve Sesler alt grubu puan ortalaması 3.32±0.6 (orta derecede stresli), Bebeğin Görünümü ve Davranışları alt grubu puan ortalaması 3.58±0.5 (çok stresli), Anne-Baba Rolü alt grubu puan ortalaması 3.51±0.7 (çok stresli), genel puan ortalaması da 3.51±0.6 (çok stresli) olarak bulunmuştur. Öncesinde düşük yapan annelerin, prematüre bebeklerin ailelerinin, doğum kilosu 1500 gram ve altı olan bebek ebeveynlerin, bebeği solunum cihazına bağlanmış olan ebeveynlerin daha stresli olduğu saptanmıştır. Ailelerin stresle baş etme yöntemi olarak en çok bebeklerin bakımına katılma istekleri ve daha fazla bilgi almak istedikleri görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: YYBÜ’ne bebeklerinin yatışı aileler tarafından çok stresli bir durum olarak tanımlanmaktadır. Ebeveynlerin YYBÜ’lerinde bebeklerinin bakımlarına daha fazla katılımlarının sağlanması ve daha fazla bilgilendirilmeleri üzerlerindeki stresin azalmasını sağlayabilir.
INTRODUCTION: An unexpected birth and then the admission of the baby to the intensive care unit is a great source of anxiety and stress for families. In this study, aimed to reveal the stress levels, and the stress factors of the parents of the infants hospitalized in the neonatal intensive care unit (NICU) and the methods of coping with these.
METHODS: Research environment of this descriptive study consisted of parents of infants who were hospitalized in a tertiary NICU of a university hospital. For the data collection, Parents and Infants Description Form, Parental Stressor Scale: Neonatal Intensive Care Unit were used.
RESULTS: A total of 81 parents participated in the study. The mean scores of parents obtained from sights and sounds subgroup were 3.32±0.6 (moderately stressful), from infant behavior and appearance subgroup were 3.58±0.5 (very stressed), from parental role subgroup were 3.51±0.7 (very stressed), and the overall score average was found to be 3.51±0.6 (very stressed). It has been determined that parents of premature babies, parents of infants with a birth weight of 1500 grams or less, and parents of intubated infants are more stressed. Parents, as ways of coping with stress, have indicated that they want to take care of babies and want to know more about their infants and intensive care environment.
DISCUSSION AND CONCLUSION: More inclusion of the parents to care for their babies in NICU and more information may help to reduce the stress on them.

10.The Frequency of Factor V Leiden in Type 2 Diabetic Patients
meral ekim, Hasan Ekim
doi: 10.5505/vtd.2020.60420  Pages 166 - 170
GİRİŞ ve AMAÇ: Multifaktöriyel ve poligenik bir hastalık olan diabetes mellitus, dünya çapında önemli bir sağlık sorunudur. Faktör V Leiden (FVL) mutasyonu taşıyan diyabetik hastalarda tromboembolik ve aterosklerotik hastalıkların gelişmesi için artmış bir risk olduğu bildirilmiştir. Bundan dolayı FVL mutasyonu taşıyan diyabetik hastaların tespit edilmesinin önemli olduğunu düşünüyoruz. Çalışmamızın amacı, diyabetli hastalarda FVL mutasyonu sıklığını araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya diabetes mellituslu 67 hasta dahil edildi. Tüm hastalarda FVL mutasyonu araştırıldı. Çalışmamızda SNaPshot® multiplex system (Applied Biosystems Inc. Switzerland) kullanıldı. Heterozigot ve homozigot genotipik dağılımlar ve yüzdeleri tespit edildi.
BULGULAR: Çalışmamızda yaşları 32 ile 88 arasında değişen (ortalama yaş 61.6 ± 11.1 yıl) 37 kadın ve 30 erkek hasta vardı. Genetik analizde hiçbir hastada homozigot FVL mutasyonu tespit edilmedi. Sekiz hastada (%11.9) heterozigot FVL mutasyonu tespit edildi. FVL mutasyonu saptanan sekiz hastanın beşinde (%62.5) hipertansiyon, dördünde (%50) asemptomatik periferik arter hastalığı ve birinde (%12.5) koroner arter hastalığı da mevcuttu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Diyabetik hastalarda FVL mutasyonu sıklığı fazla olmamakla birlikte; diyabetiklerde cerrahi girişim, uzun süreli yatak istirahati veya travma gibi riskli durumlarda tromboprofilaksi uygulanması ihmal edilmemelidir.
INTRODUCTION: Diabetes mellitus, a multifactorial and polygenic disease, is a major health problem worldwide. An increased risk for the development of thromboembolic and atherosclerotic diseases has been reported in diabetic patients with Factor V Leiden (FVL) mutation. Therefore, we think that it is important to detect diabetic patients with genetic polymorphism. The aim of our study was to investigate the frequency of FVL mutation in patients with diabetes mellitus.
METHODS: This study included 67 patients with diabetes mellitus. FVL mutation was investigated in all patients. The SNaPshot® multiplex system (Applied Biosystems Inc. Switzerland) was used. The heterozygous and homozygous genotypic distributions and percentages were determined.
RESULTS: There were 37 females and 30 males, ranging in age from 32 to 88 years with a mean age of 61.6 ± 11.1 years. There were no patients with homozygous FVL mutation. The heterozygous FVL mutation was detected in eight patients (11.9%). Of these eight patients with FVL mutation, five (62.5%) had hypertension, four (50%) had asymptomatic peripheral artery disease, and one (12.5%) had coronary artery disease.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although the frequency of FVL mutation is not high in diabetic patients; thromboprophylaxis should be performed in diabetic patients in risky conditions such as surgery, long-term bed rest or trauma.

11.Relationship between histopathological and clinical features and age factor in patients who are undergone prostate biopsy
Rahmi Aslan, Kerem Taken, Recep Eryılmaz, Murat Demir, Mehmet Sevim, Kasım Ertaş
doi: 10.5505/vtd.2020.98360  Pages 171 - 176
GİRİŞ ve AMAÇ: Prostat biyopsisi yapılan hastaların klinik ve histopatolojik verilerini karşılaştırarak yaş faktörü ile biyopsi sonuçları arasındaki ilişkiyi analiz etmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde ocak 2013-şubat 2019 yılları arasında prostat kanseri ön tanısıyla prostat biyopsisi yapılan 1213 hastanın dosyası geriye dönük olarak incelendi. Toplam 309 hasta çalışmaya alındı. PSA> 2.5 ng/dl ve/veya anormal parmakla rektal muayene bulguları olan hastalara biyopsi yapıldı. Grup 1’e 50 yaşından küçük (n=96) hastalar, grup-2’ye 70 yaşından büyük (n=213) hastalar alındı. Tüm hastaların klinik ve demografik verileri kaydedildi. Tüm hastalara 12 kor biyopsi protokolü uygulandı ve tek patolog tarafından incelendi. Daha önce prostat biyopsi öyküsü olan, dosyalarında yetersiz veri olan, bilinen üriner ya da genital malignensi, kanama diyatezi, aktif üriner sistem enfeksiyonu olan hastalar ile şiddetli ağrı ve benzeri nedenler ile işlemin erken sonlandırıldığı hastalar çalışma dışı bırakıldı.
BULGULAR: Ortalama PSA, prostat hacmi ve UPSS verileri Grup 1'de (<50 yaş hastalar) Grup 2'ye (> 70 yaş arası) göre anlamlı olarak düşüktü. Ancak, Ortalama VAS skoru Grup 1'de Grup 2'den anlamlı olarak yüksekti. Biyopsi sonuçlarında Prostat kanseri tanısı alan hasta oranı Grup 2'de Grup 1'den anlamlı olarak yüksekti. Yine Gleason skoru ≤ 6 olan hasta sayısının Grup 1'de Grup 2'den anlamlı oranda yüksek olduğunu belirledik. Öte yandan, Grup 2'de Gleason skoru ≥7 olan hasta oranın Grup 1'den anlamlı derecede daha fazla olduğunu tespit ettik.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Genç erişkin hastalarda görülen prostat kanserlerinin daha olumlu patolojik özelliklere (düşük gleason skoru) sahip olduğu görülmektedir. Bundan dolayı yaş faktörün bu hastalar için tedaviye karar verirken önemli bir parametre olduğunu düşünüyoruz
INTRODUCTION: We aimed to reveal out the relation of the age factor with biopsy results by comparing clinical and histopathological data of the patient who underwent prostate biopsy
METHODS: The records of 1213 patients who underwent prostate biopsy between January 2013 and February 2019 in our clinic were retrospectively reviewed. A total of 309 patients were included in the study. Biopsy was performed in patients with PSA> 2.5 ng / dl and / or abnormal rectal examination findings. Group 1; included younger adult patients (<50 years) and group-2; included patients older than 70 years.
Clinical and demographic data of all patients were recorded. All patients underwent a 12-core biopsy protocol and reviewed by same pathologist. Patients with a history of prostate biopsy, insufficient data, urogenital malignancy, bleeding diathesis, active urinary tract infection were excluded from the study. Also, patients who were terminated early due to severe pain were excluded from the study.

RESULTS: Mean PSA, prostate volume and IPSS data were significantly lower in Group 1 than Group 2. Prostate cancer rates were significantly higher in Group 2 than Group 1. We determined that the number of patients with gleason score ≤ 6 is higher in Group 1 than Group 2. On the other hand, there were significantly more patients with Gleason score ≥7 in Group 2 than Group 1
DISCUSSION AND CONCLUSION: Prostate cancers seen in young adult patients have more positive pathological features. Therefore, we think that age factor is an important parameter when deciding treatment.

12.Evaluation of Orbital Blood Flow in Age-Related Macular Degeneration by Color Doppler Ultrasonography
Mine Karahan, Deniz Kilic, Mehmet Emin Dursun, Birgül Dursun, Aslı Uğurlu, Sedat Ava, Seyfettin Erdem, Ugur Keklikci, Yıldırım Bayezit Sakalar
doi: 10.5505/vtd.2020.45656  Pages 177 - 183
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada yaşa bağlı maküla dejenerasyonu (YBMD) hastalarının renkli doppler ultrasonografi (RDUSG) kullanarak oküler kan akımlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: X kliniğinde YBMD tanılı hastalar çalışmaya dâhil edildi. Görme keskinliği ve göz içi basıncı ölçümleri ile ön ve arka segment muayenesi yapılarak bulgular kaydedildi. RDUSG ile posterior silier arter (PSA), santral retinal arter (SRA) ve oftalmik arter (OA) ortalama sistolik zirve hızı (PSV), end diastolik hız (EDV) ve rezistivite-özdirenç indeksi (RI) değerleri ölçüldü.
BULGULAR: YBMD tanısıyla takipleri bulunan 50 yaş üzerindeki 39 hasta çalışmaya alındı. 39 hastanın 15’i kadın (%38.46), 24’ü erkek (%61.54) idi. Ortalama yaş 72.2 ± 8.3 idi. YBMD olan ve olmayan gözler arasında her üç artere ait PSV, EDV ve RI değerleri bakımından istatistiksel olarak anlamlı fark izlenmedi (p>0.05). İstatistiksel açıdan bir gözünde YBMD olan ve diğer gözünde YBMD olmayan 11 hastada OA, SRA, PSA’ya ait ortalama PSV, EDV, RI değerleri bakımından gözler arasında anlamlı fark izlenmedi (p>0.05). Neovasküler YBMD olan olgular ile kuru tipYBMD olan olgular arasında PCA ve SRA’ya ait ortalama RI değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p<0.05). İstatistiksel açıdan HT’si olan YBMD’li gözler ile HT’si olmayan YBMD’li gözler arasında PCA’ya ait ortalama EDV ve PSV değerleri arasında anlamlı fark bulundu (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda neovasküler tip YBMD hastalarında oküler kan akımında azalma ve direnç artışı RDUSG ile gösterilmiştir. Ancak YBMD hastalarında oküler kan akımı bozukluğunun saptanmasında RDUSG’nin bir yer edinebilmesi için geniş seri çalışmaları gerekmektedir.
INTRODUCTION: The aim was to evaluate the ocular blood flow in patients with age-related macular degeneration (AMD) using Doppler-ultrasonography (DUSG).
METHODS: This study included the AMD patients from Ophthalmology Department of Dicle University Medical Faculty. Visual acuity, intraocular pressure, anterior and posterior segment examination were performed. The mean peak-systolic-velocity (PSV), enddiastolic-velocity (EDV), resistivity-index (RI) values of the posterior ciliary artery (PSA), central retinal artery (CRA) and ophthalmic artery (OA) were measured with DUSG.
RESULTS: There were 39 patients over 50 years of age. Of 39 patients, 15 (%38.46) were female and 24 (%61.54) were male. The mean age was 72.2 ± 8.3 years. There was no statistically significant difference in PSV, EDV and RI values between the eyes with and without AMD (p>0.05). In 11 patients AMD was unilateral. There was no statistically significant difference between the eyes in those patients in terms of mean PSV, EDV and RI values of OA, SRA and PCA (p>0.05). There was a statistically significant difference between the mean RI values of PCA and SRA in cases with neovascular-AMD and nonneovascular-AMD (p<0.05). A statistically significant difference was found between the mean EDV and PSV values of PCA with eyes in patients with HT and in patients without HT (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The increase in vascular resistance and the decrease in orbital blood flow was shown by DUSG in patients with neovascular-AMD. However, further studies are required to obtain a place for DUSG to detect orbital blood flow disorder in patients with AMD.

13.The Relationship Between Helicobacter Pylori and Reflux Esophagitis in Children
Mehmet Ağın, Yusuf Kayar, Ramazan Dertli, Şevki Konür, Mehmet Ali Bilgili
doi: 10.5505/vtd.2020.54926  Pages 184 - 189
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmadaki amacımız özofajiti olan olgularda Helikobakter Pilori (HP) prevalansını saptamak ve HP ile özefajitin varlığı ve şiddeti arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Ağustos 2017- Nisan 2019 tarihleri arasında Van Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Gastroenteroloji polikliniğine tekrarlayan dispeptik yakınmalar ile başvuran, üst gastrointestinal sistem endoskopisi yapılarak özofagus ve mide doku biyopsileri alınan 361 hasta çalışmaya alındı. Tüm hastaların demografik verileri, klinik şikayetleri, endoskopik görünüm ve histopatolojik verileri dökümante edildi. HP varlığına göre hastalar 2 gruba ayrıldı. Gruplar özefajit varlığı ve şiddeti açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya alınan olguların %35.5’u erkek, %64.5’i kız idi. Ortalama yaşları 11.6±1.6 yıl idi. Olguların en sık başvuru yakınması bulantı (%56.8), öğürme ve geğirme (%39.6), rejürjitasyon (%39.1) ve mide ağrısı (%38.2) idi. Çalışmaya alınan olguların %63.3’ünde HP pozitif idi ve %23’ünde de özofajit varlığı saptandı. HP pozitif olguların %21.9’unda, HP negatif olguların %24.6’sında özofajit saptandı. HP pozitif olup özofajiti olan olguların %96’sında grade A, %2’sinde grade B ve %2’sinde grade C özefajit var idi. HP pozitifliği ile özofajit varlığı ve şiddeti arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak; çocuk popülasyonunda HP pozitifliğinin özofajit varlığı ve özofajit şiddeti üzerine etkisinin olmadığı gösterildi. Ayrıca bu veriler ışığında HP varlığının GÖRH patogenezinde ve onun komplikasyonlarında rol oynamadığını göstermiş olduk.
INTRODUCTION: The aim of this study was to determine the prevalence of Helicobacter Pylori (HP) in patients with esophagitis and to investigate the relationship between HP and the presence and severity of esophagitis.
METHODS: 361 patients with recurrent dyspeptic complaints admitted to Van Training and Research Hospital, Pediatric Gastroenterology Outpatient Clinic between August-2017/April-2019 were included in the study. Upper gastrointestinal endoscopy was performed and esophageal and gastric tissue biopsies were obtained. Demographic data, clinical complaints, endoscopic appearance and histopathological data of all patients were documented. Patients were divided into two groups according to the presence of HP. The groups were compared for the presence and severity of esophagitis.
RESULTS: 35.5% of the cases were male and 64.5% were female. The mean age was 11.6±1.6 years. The most common presenting complaints were nausea (56.8%), retching and belching (39.6%), regurgitation (39.1%) and stomach pain (38.2%). HP was positive in 63.3% of the cases and esophagitis was found in 23% of the cases. Esophagitis was detected in 21.9% of HP positive cases and 24.6% of HP negative cases. 96% of the patients with HP positive esophagitis had grade A, 2% had grade B and 2% had grade C esophagitis. There was no statistically significant difference between HP positivity with presence and severity of esophagitis (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion HP positivity did not affect esophagitis and esophagitis severity in children. Addition, we have shown that the presence of HP does not play a role in the pathogenesis and complications of GERD.

14.Evaluation of Oral Health-Related Quality of Life Among Dentistry Students
Gülbahar Ustaoğlu, Mustafa Hayati ATALA, Kerem Çağlar Gümüş
doi: 10.5505/vtd.2020.04875  Pages 190 - 196
GİRİŞ ve AMAÇ: Ağız sağlığı için yaşam kalitesi, bireyin kişisel ağız sağlığının yaşam kalitesini ve genel sağlığı nasıl etkilediğine dair kendi algısıdır. Bu yerel çalışmanın amacı, diş hekimliği öğrencilerinde, ağız sağlığı ile ilişkili yaşam kalitesi, kendileri tarafından algılanan ağız sağlığı ve ağız sağlığı davranışları arasındaki ilişkiyi aydınlatmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tüm katılımcılara (n=380) 14 maddelik OHIP Türkçe versiyonu, kendileri tarafından bildirilen oral sorunlar ve ağız hijyeni alışkanlıklarını içeren anket soruları mail yoluyla gönderilmiştir. OHIP 14 soruları, farklı yanıt seçenekleri ile 0- 4 puan arasında skorlanarak, cevaplandı. Kendileri tarafından bildirilen, çürük diş, çekim gereksinim varlığı, diş eti kanaması, diş taşı, maloklüzyon gibi oral problemler var/ yok şeklindeki cevaplara göre değerlendirildi. Öğrencilerden ayrıca diş ipi veya interdental fırça kullanıp kullanmadıklarını belirtmeleri istenmiştir.
BULGULAR: Çalışmada bulunan en yüksek OHIP-14 ortalama değerleri, 1.19'dan 0.93'e kadar olan ortalama değerler ile fiziksel ağrı ve psikolojik rahatsızlık alanlarında bulundu. Kendileri tarafından bildirilen diş problemleri arasında en sık görülen diş çürüğü (% 46.8) ve diş taşı (% 37.8) olup, bunu sırasıyla maloklüzyon (% 32.1) ve çeşitli nedenlerle ekstraksiyona gereksinim (% 23.1) takip etmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızın sonuçları, diş hekimliği öğrencilerinin ağız bakımı ile ilgili bilgi ve farkındalık düzeylerinin, eğitim süreleri ile doğru orantılı olarak arttığını göstermiştir. Etkin diş hekimliği eğitimi, diş hekimliği öğrencilerinin ağız sağlığı alışkanlıklarına ilişkin farkındalığı arttırmakta ve yaşam kalitesini olumlu yönde etkilemektedir.
INTRODUCTION: Oral health-related quality of life (OHRQoL) is an individual's self-perception of how personal oral health affects one’s quality of life and general health. This local study aimed to enlighten the relationship between self-rated oral health, oral health-related quality of life, and oral health self-care behaviors among dental university students.
METHODS: A questionnaire was mailed to all participants (n=380), including the Turkish version of 14-item OHIP concerning self-reported oral problems, and oral hygiene habits. The responses to OHIP-14 were chosen among multiple choices, each one response scoring between 0 and 4 points. Self-reported oral problems like decayed teeth, the need for extractions, bleeding gums, dental calculus, malocclusions were evaluated according to their presence or absence. Students were also asked to state daily oral care habits such as usage of dental floss or interdental brush.
RESULTS: The highest mean values found in the study, were related to physical pain and psychological discomfort domains of OHIP-14 with the mean values ranging from 1.19 to 0.93. Tooth decay (46.8%) and dental calculus (37.8%) were the most prevalent self-reported dental problems followed by malocclusion (32.1%), and need for extractions for several reasons (23.1%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The results of our study showed that dental care students were highly knowledgeable and aware about oral care in proportion to the duration of training. Effective dental practice and education also increases the awareness of oral health habits of dental students and affects the quality of life positively.

15.Vitamin D status of mothers who have given birth and their babies in Istanbul's Bagcilar district
Abdullah Sert, Hüseyin Kaya, Özgül Yiğit, Sinan Yavuz, Tuba Karakuş Sert
doi: 10.5505/vtd.2020.62681  Pages 197 - 202
GİRİŞ ve AMAÇ: Gebelikte ve emzirme döneminde güneş ışığına yetersiz maruz kalmak ve yetersiz vitamin D almak hem anne sütünde hem yenidoğan bebekte yetersiz vitamin D düzeylerine neden olan önemli bir sağlık sorunudur. Çalışmamızda doğum yapan annelerin ve yenidoğan bebeklerinin D vitamini seviyelerini, annelerdeki serum D vitamini düzeylerinin yenidoğan bebeklerin D vitamin düzeyine ilişkisini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Gestasyon haftası 37 ve üstünde doğum yapan 108 bebek ve anneleri çalışmaya dahil edildi. Annelerin yaşları, meslekleri, gebelik süresince vitamin desteği alıp almadıkları, günlük süt ve balık tüketimleri, giyinme tarzları ve güneşte kalma süreleri sorularak bir anket formu oluşturuldu. Gebe annelerden doğum öncesi doğum salonunda, bebeklerinden ise doğumdan hemen sonra göbek kordonundan venöz kan alındı.
BULGULAR: Annelerin D vitamin düzeyi ortalama değeri 4.6 ± 2,7 ng/ml ve bebeklerin D vitamini düzeyi ortalama değeri 5.2 ± 3,5 ng/ml olarak düşük saptandı. Annenin D vitamin değeri ile bebeğin D vitamin değeri arasındaki anlamlı (p ˂ 0,05) korelasyon mevcuttu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda anne ve yenidoğan bebeklerinde yüksek oranda vitamin D eksikliği görülürken, anne ile yenidoğan bebeklerin D vitamini düzeylerinin de korele olduğu görüldü. Annelerin D vitamini eksikliğinin zamanında tanı alıp tedavi edilmesinin bebeklerde gelişebilecek D vitamini eksikliğini önleyebileceğini düşünmekteyiz. Anne adaylarının, gebelik ve emzirme dönemindeki annelerin, tüm bebeklerin yeterli miktarda D vitamini alımının sağlanması gerekir
INTRODUCTION: Inadequate sunlight during pregnancy and lactation and not receiving vitamin D support; which is an important health problem that causes decrease of vitamin D levels in both breast milk and newborn baby. In this study, we aimed to investigate vitamin D levels of mothers and newborn babies, and to determine the relationship between serum vitamin D levels and maternal vitamin D levels in newborns.
METHODS: 108 babies and their mothers who gave birth at 37 weeks and higher of gestation were included in the study. A questionnaire was created by asking mother’s age, occupation, and vitamin support during pregnancy, daily milk and fish consumption, dressing styles and sunlight times. Venous blood was collected from the pregnant women in the delivery room. The blood was drawn from the umbilical cord immediately after birth.
RESULTS: The mean value of vitamin D of the mothers was 4.6 ± 2.7 ng / ml and the mean vitamin D level of the infants was 5.2 ± 3.5 ng / ml. There was a significant (p<0.05) correlation between the vitamin D of the mother and the vitamin D of the baby and both of them were low..
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, a high rate of vitamin D deficiency was observed in mother and newborn infants. Vitamin D levels of mother and newborn infants were also correlated. We think that the diagnosis and treatment of vitamin D deficiency in mothers can prevent vitamin D deficiency in babies. It is necessary to ensure adequate intake of vitamin D for all mothers, mothers during pregnancy and lactation.

16.Clinical Appearance and Histopathological Analysis of Tongue Lesions.
SEDAT AYDIN, Hacer Baran, Seva Öztürk
doi: 10.5505/vtd.2020.34976  Pages 203 - 208
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda dil lezyonu ile gelen hastaların demografik, klinik ve histopatolojik özellikleri retrospektif analiz edilip güncel literatürle karşılaştırıldı
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, Ocak2013-Aralık2018 tarihleri arasında KBB kliniğimizde yapılmıştır. Dilinde lezyonu olan olguların klinik görünümleriyle birlikte biyopsiye dayalı olarak bu lezyonların histopatolojik bulguları kayıt edildi.Kaydedilen veriler yaş,cinsiyet,benign ve malign patolojilerin sıklığı,dildeki lezyonların lokalizasyonu,morfolojik görünümleri ve histopatolojilerine göre retrospektif analizleri yapılarak değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya dil lezyonu olan 261 hasta dahil edilmiştir. Hastaların 139’u kadın(%53,25) ve 122’si erkek(%46.75) olup biyopsi sonuçlarına göre 220’si(%84.29) benign, 41’i(%15.70) malign lezyon olarak saptanmıştır. Benign lezyonların 118’i kadın(%84,89) ve 102’si erkek(%83.60) olurken Malign lezyonlarda ise 21’i kadın(%15,10) ve 20’si erkek(%16.39)idi. Hastaların yaş ortalaması 52,45 olarak bulunmuştur. Benign patolojilerin en sık görüldüğü yaş grubu40-59 yaş aralığında%40.6 oranında olup malign lezyonlar açısından da60-79 yaş aralığında%34.5 olarak tespit edilmiştir. Benign lezyonların histopatolojilerine göre sıklık sırası; %20.9ile akantoz/parakeratoz, %20.5ile fibroepitelyal polip ve %20ile papillom olduğu izlendi. Malign lezyonlardaki sıklık dağılımı ise; en sık %80.5ile skuamöz hücreli karsinom olurken bunu %7.3ile diffüz büyük B hücreli lenfoma izlemiştir. Bu lezyonların lokalizasyonlarına göre dağılımları ise; %34,8ile dil lateral kenarı ve %34ile dilin dorsal yüzeyi olmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Klinik pratikte uzun süreli dilinde lezyon ile gelen hastaların klinik muayenesi, lezyonun görünümü ve histopatolojik analizi, lezyonun tipini kategorize etmeye yardımcı olur. Çalışma sonuçlarımıza göre dil lezyonlarının çoğu benign lezyonlar olup ancak dildeki vejetan, lökoplazik ve ülseratif görünümde olan bir lezyonun malign patolojinin ön bulgusu olabileceği akılda tutulmalıdır. Çünkü ağız boşluğu kanserlerinin dudaktan sonra en sık görüldüğü bölge dil olup hızlı metastaz yapması açısından erken tanı ve tedavisinin hastanın prognozuna önemli katkı sağlayacağını düşünüyoruz.
INTRODUCTION: In our study, demographic, clinical and histopathological results of patients with tonguelesions were analyzed retrospectively and compared with the currentliterature.
METHODS: This study was conducted in Otorhinolaryngology clinic between January2013 and December2018. Histopathological findings of these lesions were recorded based on the biopsy of the patients with lesion in the tongue.
The recorded data were evaluated according to age,gender,frequency of benign and malignantpathologies, localization of tongue lesions, morphological appearance and histopathology.

RESULTS: A total of261patients(mean age52.45years)who presented to our clinic with the complaint of lesion were included in the study. Of these patients, 139were female(53.25%) and 122were male(46.75%). Of the benign lesions, 118were female(84.89%) and 102(83.60%) were male. The age group with most common benign pathologies is40.6% in the 40-59 age range. malignant lesions, it was found to be34.5% in the age range of60-79. According to the histopathology of benign lesions; 20.8%had acanthosis/parakeratosis, 20.5%fibroepithelial polyp and 20%papilloma. The frequency distribution in malignant lesions is;most commonly SCC was present in80.5%of thecases, followed by diffuse large B-cell lymphoma with a rate of7.3%. The distribution of these lesions according to their localizations; lateral border with34.8% and dorsum with34%
DISCUSSION AND CONCLUSION: In daily practice, The examination of patients presenting with a long-term lesion, the appearance of the lesion, and the histopathological analysis help to categorize the type of lesion. According to our results, most of the tongue lesions are benign lesions but it should be kept in mind that a lesion with vegetative, leukoplakia and ulcerative appearance in the tongue may be a preliminary finding of malignant pathology,

17.The Relationship Between Anatomic Stability of Patellofemoral Joint with Age and Gender: Our Single Center MRI Experience
Tuba Akdağ, Aynur Turan, Esra Soyer Guldogan, Baki Hekimoğlu
doi: 10.5505/vtd.2020.82474  Pages 209 - 216
GİRİŞ ve AMAÇ: Patellofemoral instabilitenin görüntülenmesinde MRG; radyasyon içermemesi, patellofemoral eklemi ve çevre anatomik yapıları net olarak gösterebilmesi ile diğer radyolojik tanı yöntemlerinden üstündür. Biz çalışmamızda tibial tüberkül-troklear oluk mesafesi (TT-TOm) ve troklear oluk açısı (TOa) değerlerini MRG ile tespit etmeyi ve geniş bir hasta grubunda cinsiyetler ve yaş grupları arasındaki farklılıkları belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza Ocak 2014-Mart 2014 tarihleri arasında Radyoloji Kliniğimize başvuran ve diz ağrısı sebebiyle diz MR çekilmiş 448 hasta dahil edildi. Hastalar adölesan (13-19 yaş), genç erişkin (20-35 yaş), erişkin (36-64 yaş) ve yaşlı (65 ve üzeri) olmak üzere 4 gruba ayrıldı. Tüm hastaların aksiyal diz MRG kesitleri üzerinden TT-TOm ve TOa ölçümleri yapıldı.
BULGULAR: TT-TO mesafesinin ortalama değeri 14,6 ± 4,7 mm olarak bulundu. Tüm olgular içerisinde yaş gruplarına göre TT-TO mesafesinin değerlendirilmesinde; genç erişkin, erişkin ve yaşlı hasta gruplarına göre adölesan grupta TT-TO mesafesi daha fazla idi (sırasıyla; p=0,022; p=0,009 ve p=0,004) TOa ölçümü için ortalama değer 145,9 ° ± 9,6 olarak bulundu. Bu değer adölesan erkek grubunda yaşlı erkek gruba göre daha geniş olarak tespit edildi. (p=0,004)
TARTIŞMA ve SONUÇ: Günümüzde patellofemoral eklem şikayetleri nedeniyle çekilen MRG sayısında ve konu ile ilgili yayınlarda artış; ölçüm yöntemleri ve referans değerler ile ilgili her gün değişen literatür bilgileri ortaya çıkmaktadır. Türk popülasyonunda geniş bir hasta serisine ulaşarak yaptığımız bu çalışma; güncel literatürü örnekleme ve özellikle adölesan yaş grubunda ulaşmış olduğu sonuçlar bağlamında kıymetlidir. Biz günlük MRG pratiğinde -en azından adölesan hasta grubu için- TT-TO mesafesi ve TO açısı ölçümlerinin yapılması taraftarıyız.
INTRODUCTION: MRI is superior to other radiological diagnostic methods because it does not contain radiation and it can clearly show the patellofemoral joint and surrounding anatomical structures. In our study, we aimed to determine the tibial tubercle-trochlear groove distance (TT-TOd) and trochlear groove angle (TOa) values by MRI and determine the differences between genders and age groups in a large patient series.
METHODS: 448 patients who applied our radiology clinic between January 2014 and March 2014 and undergone knee MRI scan due to knee pain were included in the study. The patients were divided into four groups as adolescent (13-19 years), young adult (20-35 years), adult (36-64 years) and elderly (65 and over). TT-TOd and TOa measurements were performed on axial MRG images of all patients.
RESULTS: The mean TT-TO distance was 14.6 ± 4.7 mm. Among all cases; TT-TO distance was higher in adolescent group compared to young adult, adult and elderly patient groups (p = 0.022; p = 0.009 and p = 0.004, respectively). The mean value for TOa measurement was 145,9 ° ± 9.6. This value was found to be wider in the adolescent male group than in the elderly male group (P = 0.004).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, we reached a large series of patients and our study is valuable in terms of sampling the current literature and the results that we achieved between age group. We suggest for the adolescent patient group TT-TO distance and TO angle measurements must be considered in daily MRI practice.

18.Management of warfarin complications in the emergency department
Mahmut Özdemir, Emin Asoğlu, Nesim Aladağ, Ramazan Asoğlu, Gizem Gizli
doi: 10.5505/vtd.2020.04934  Pages 217 - 224
GİRİŞ ve AMAÇ: Kanama, uzun süreli warfarin tedavisine bağlı bir risktir ve 4.5'in üzerindeki uluslararası normalleştirilmiş oran (INR) değerlerinde belirgin şekilde artmaktadır. Warfarinin etkisini azaltmadaki amaç K vitaminine bağlı pıhtılaşma faktörlerini yükseltmektir.
Bu çalışmanın amacı acil servis hastalarında warfarine bağlı kanama komplikasyonlarının tedavisini değerlendirmektir.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Warfarin tedavisi almakta olan ve acil servis kliniğimize başvuran toplam 74 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar uluslararası normalleştirilmiş oran (INR) seviyelerine göre üç gruba ayrıldı. Grupların INR düzeyleri grup-1 için <3.0, grup-2 için 3.0≤INR ≤5.0, grup-3 için 5>idi. Hastaların tıbbi öyküleri, kullandığı ilaçlar ve warfarine bağlı komplikasyonlar muayene sırasında kayıt altına alındı.
BULGULAR: Hematolojik analizde trombosit sayısı ve ortalama trombosit hacmi gruplar arasında benzerdi. Plateletkrit ve hemoglobin düzeyleri grup I'de grup III'e göre anlamlı derecede yüksekti (p = 0.01). Kan grubu analizinde gruplar arasında anlamlı fark yoktu Grup-I ve grup-II tıbbi müdahale olmadan değerlendirildi, ancak taze donmuş plazma (TDP) ve eritrosit süspansiyonu (ES) grup-III' te anlamlı fark olacak şekilde uygulandı. Grup-1 ve grup-2 deki hastalar genellikle taburcu edilirken, grup-III teki hastalar hastanede takip edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma, kanama komplikasyonu olmayan yüksek INR düzeylerinde warfarin antikoagülasyonunun konservatif olarak yönetildiğini gösterdi. İntravenöz K vitamini warfarin antikoagülasyonu alan hastalarda küçük kanama komplikasyonlarında uygulandı. TDP ve K vitamini büyük kanama komplikasyonlarıyla birlikte yüksek INR düzeylerine sahip warfarin antikoagülasyonu alan hastalara uygulandı.


INTRODUCTION: Bleeding is the risk related to long-term warfarin therapy and rises significantly at INR values above 4.5. The goal of warfarin reversal is to elevate vitamin K-dependent clotting factors. The aim of this study was to evaluate the management of the warfarin related bleeding complications in acute care patients.
METHODS: A totally of 74 patients with on warfarin treatment, who admitted to our acute care clinic were enrolled to the study. The patients were grouped into three groups based on International normalized ratio (INR) levels. INR levels of the groups were <3.0 for Group-I, 3.0≤INR ≤5.0 for Group-II and INR>5.0 for Group-III. Patients’ medical history, medications and warfarin related complications were recorded throughout examination.
RESULTS: In hematological analysis, platelet count and mean platelet volume were similar between groups. Plateletcrit and hemoglobin levels were significantly higher in group-I than group-III (p=0.01). There was no significance difference between groups in blood group analysis. Group-I and group-II were evaluated without medical intervention yet fresh frozen plasma (FFP) and erythrocyte suspension (ES) were given significantly in group-III. Patients in group-I and group-II were discharged usually, and group-III subjects were followed-up in the hospital.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study demonstrated that warfarin anticoagulation at higher INR levels and without bleeding complication was managed by conservatively. Intravenous vitamin K was administered at minor bleeding complications in patients with warfarin anticoagulation. FFP and vitamin K was administered at the high INR levels with major bleeding complications in patients with warfarin anticoagulation.


19.Relation of IGF-I and IGFBP5 gene expression levels in Schizophrenia patients
Sevgi Karabulut Uzunçakmak, Halil Özcan, Çağdaş Hünkar Yeloğlu
doi: 10.5505/vtd.2020.74384  Pages 225 - 231
GİRİŞ ve AMAÇ: Sizofreni, dünya çapında yirmi bir milyondan fazla insanı etkileyen mental bir rahatsızlıktır. Büyüme hormonu-insülin benzeri büyüme faktörü-I (GH-IGF-I) aksisinin dağılımı, erken nöral gelişim aşamalarındaki kusurlardan dolayı şizofreniye sebep olabilmektedir. IGF sistem doğum öncesi ve sonrası normal hücre büyümesinde oldukça etkindir. Kanser hücrelerinde de etkin role sahip olan IGF-I fonksiyonları insulin benzeri büyüme faktörü bağlayan protein5 (IGFBP5) tarafından düzenlenmektedir. Yapılan çalışmalar şizofreni hastalarında IGF-I ifadesinin düşük olduğunu göstermektedir. Çalışmanın amacı şizofreni hastalarında IGF-I ile aynı ailenin üyesi olan IGFBP5'in mRNA ifadeleri arasındaki ilişkiyi araştırmaktır..
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza 20 adet şizofreni hastası ve 20 adet gönüllü sağlıklı birey katılmıştır. Bu çalışmada şizofreni hastalarında IGF-I ve IGFBP5 mRNA ifadesi düzeyleri incelenmiştir. Katılımcıların kendi rutin tetkikleri için verdikleri serumlardan bir miktar alınmıştır. Serumlardan RNA izolasyonu gerçekleştirilmiştir. Katılımcılara ait mRNA ifadesinin analizi, gerçek zamanlı revers transkriptaz polimeraz zincir reaksiyonu (RT-PCR) ile yapılmıştır. Tüm hastalara pozitif ve negatif sendrom ölçeği (PANSS) uygulanmıştır.
BULGULAR: Hasta ve sağlıklı grup arasında gen ifadeleri açısından anlamlı bir ilişki tespit edilmemiştir. IGFBP5 gen ifadesi ve yaş kriteri arasında anlamlı negatif bir korelasyon gözlemlenmiştir (p<0,05). PANSS puanları ve gen ifadesi arasında anlamlı bir ilişki görülmemiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: IGF-I ve IGFBP5 gen ifade düzeyleri şizofreni hastalarında anlamlı bir artış ya da azalış göstermemiştir ve PANSS puanları ile IGFBP5 ve IGF-I gen ifade düzeyleri arasında anlamlı bir korelasyon olmadığı görülmüştür..
INTRODUCTION: Schizophrenia is a severe mental disorder affecting more than 21 million people worldwide. Disruptions of the GH-IGF-I axis likely lead to schizophrenia by causing deficits in early stages of neurodevelopment and low IGF-I levels are related to pre/postnatal growth and schizophrenia. IGF axis has effective role on healthy cell growth both prenatal and postnatal. IGF-I function effecting cancer cells is regulated by IGFBP-5. Several studies showed that IGF-I expression is low in schizophrenia patients. Aim of this study is to investigate relation of IGF-I and IGFBP-5 mRNA expression levels in Schizophrenia
METHODS: Fırstly, we collected the serum samples from patients who are diagnosed with schizophrenia and healthy control group. Then RNA was isolated from these serum samples. RNA expression was investigated by real time PCR. Results were evaluated using delta delta Ct. In this study IGF-I and IGFBP5 gene expression levels were calculated. For this purpose a portion of serum taken for routine tests was used.
RESULTS: Results of this study showed that there is no significant difference of IGF-I and IGFBP5 gene expression levels between patients and healthy subjects. On the other hand an important negative correlation between IGFBP5 expression level and age was found (p<0,05). Beside that there was not any association between PANNS points and gene expression levels.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Consequently, relation of PANSS and gene expressions was not significant. Otherwise IGFBP5 and IGF-I mRNA expression levels had not an important relation for schizophrenia patients.

CASE REPORT
20.Endoscopıc Management Of Adenoma Of The Ampulla: Snare Papıllectomy
Mesut Aydın, Evren Kanat, Necmettin Tarak, Gülsüm Kahveci Kılınç, Ayça Orhan Gökçe
doi: 10.5505/vtd.2020.93265  Pages 232 - 234
Periampuller bölge tümörleri ampullanın yaklaşık 2 cm çevresinden gelişen ve köken olarak pankreas başı, safra yolları, duedonum ve ampulladan kaynaklanan tümörlerdir. Ampullanın en sık tümörleri adenomlardır. Endoskopik papillektomi, yüksek riskli bir girişim olsa da bu bölgenin adenomatöz lezyonları için büyük ölçüde cerrahinin yerini almıştır. Bu olgu sunumunda karın ağrısı ve sarılık yakınmaları olan ve endoskopi ve biyopsi sonucunda ampulla villöz adenomu saptanan hastamıza uyguladığımız snare papillektomi işlemi ve sonuçlarını tartıştık.
Periampullary region tumors are the tumors which develop from around 2 cm of Vater's ampulla, originating from the head of the pancreas, bile ducts, duodonum and Vater's ampulla. Adenomas are the most common tumors of this region. Although endoscopic papillectomy is a high-risk procedure, it has largely replaced surgery for adenomatous lesions of this region. In this case report, we discussed the operation and results of snare papillectomy in our patient which presented with abdominal pain and jaundice and was diagnosed villous adenoma by endoscopy and biopsy.

21.Fatal Bone Cement Implantation Syndrome That Occurs Under Regional Anaesthesia: Case Report
Hacı Yusuf Güneş
doi: 10.5505/vtd.2020.12979  Pages 235 - 237
Yaşam standartlarının artmasına bağlı olarak yaşlı nüfusu ve onların sağlıklı ve aktif bir yaşam sürme istekleri de artmaktadır. Bu iki durum yaşlılarda travma ve düşmeye bağlı kemik kırıklarında artışa neden olmuştur. Morbiditesi yüksek olan bu hasta grubunda eklem protezlerinde çoğunlukla kemik çimentosu ihtiyacı doğmaktadır. Kemik çimentosu implantasyon sendromu (KÇİS) çimentolu ortopedik cerrahide sık görülür ve mortalitesi yüksektir. Bir anestezist olarak, gelecekte BCIS riski yüksek olan hastalarla karşılaşma oranımız giderek artmaktadır. KÇİS geliştiği zaman iyi yönetebilmek için güncel ulusal kılavuzların hazırlanması ve perioperatif dönemde takip edilmesi önem arz etmektedir. Olgumuzda ölümle sonuçlanan KÇİS, farkındalığı arttırmak amacıyla literatür eşliğinde sunulmuştur.
Depending on the increase in living standards the elderly population and the possibility of their healthy and active living are increasing. These two situations have caused an increase in bone fractures due to trauma in elderly people. In this group of patients with high morbidity, mostly bone cement is needed in joint prostheses. Bone cement implantation syndrome (BCIS) is common in cemented orthopedic surgery and it has high mortality. As an anaesthetist, our encounter ratio seems to increase gradually with patients at high risk for BCIS in the future. When BCIS develops, it would be beneficial to have a set of perioperative BCIS management guideline. BCIS, which resulted in death in our case, in order to increase awareness, it is presented with the literature.

INVITED REVIEW
22.Etiopathogenesis of Peptic Ulcers and Prostaglandin Relationship
Aykut Ulucan
doi: 10.5505/vtd.2020.35744  Pages 238 - 245
Genellikle mide ve proksimal duodenumda görülen peptik ülser hastalığı, çok çeşitli enfeksiyöz ve non-enfeksiyöz nedenlere bağlı olarak, değişik yaş gruplarındaki bireylerde görülebilen bir hastalıktır. Peptik ülser hastalığının etiyopatogenezinin anlaşılması, başlıca bu hastalıktan korunmada ve hastalığın tedavisinin yönlendirilmesinde önemli bir unsurdur. Günümüzde gastrik ülserlere neden olduğu bilinen çeşitli faktörler olmasına rağmen, gastrik ülserler ile ilişkili olarak midedeki mukozal hasar mekanizması tam olarak aydınlatılamamıştır. Prostaglandinler aracılığıyla mide mukozasının çok çeşitli çevresel faktörlere karşı korunmaya çalışılması, gastrik ülser hastalığından korunmada merkezi bir rol oynar. Bazı prostaglandinlerin midedeki koruyucu etkisine yönelik, nekrotizan ajanlar, non-steroid antienflamatuvar ilaçlar ve soğuk kısıtlama stresi modelleri kullanılarak oluşturulan mide hasarı araştırmalarına dair çok sayıda çalışma yapılmıştır. Bu sayede gastrik mukozadan prostaglandin E2'nin uzaklaştırılmasının, peptik ülserin gelişmesinde ve ilerlemesinde önemli bir etiyolojik faktör olduğu gösterilmiştir. Tüm bu bilgiler ışığında, bu derleme ile peptik ülserlerin etiyopatogenezi ve prostaglandin ilişkisinin bir bütün halinde ele alınması ve böylece araştırmacılara gelecek çalışmalara yönelik derli toplu bir bilgi sunulması amaçlanmıştır. Sonuç olarak prostaglandinlerin, stres, hormonal yanıt, mide asidi ve mukus başta olmak üzere bazı ülserojenik ve koruyucu unsurlar ile doğrudan veya dolaylı yoldan ilişkili oldukları ve ayrıca peptik ülser hastalığının tedavisi ile etiyopatogenezinde önemli roller üstlendikleri söylenebilir.
Peptic ulcer disease, usually seen in the stomach and proximal duodenum, is a disease that can be seen in individuals of different age groups due to a wide variety of infectious and non-infectious causes. The understanding of the etiopathogenesis of peptic ulcer disease is an important factor in the prevention, treatment and management of this disease. Although there are several factors known to cause gastric ulcers, the mechanism of mucosal injury in the stomach related to gastric ulcers has not been fully clarified. Attempts to protect against a variety of environmental factors of gastric mucosa through prostaglandins play an active role in the protection of gastric ulcer. Numerous investigations have been conducted on gastric injury studies using necrotizing agents, nonsteroidal anti-inflammatory drugs and cold restriction stress models for the protective effect of some prostaglandins in the stomach. This allows removal of the gastric mucosa prostaglandin E2 in the development and progression of peptic ulcers has been shown to be a significant etiological factor. In the light of all this information, the goal of this review is discussing the etiopathogenesis of peptic ulcers and prostaglandin relationship as a whole, and thus to provide the researchers with a thorough knowledge of future studies. In conclusion, it can be said that prostaglandins are directly or indirectly related to some ulcerogenic and protective factors, especially stress, hormonal response, gastric acid, and mucus, and they also play important roles in the etiopathogenesis of peptic ulcer disease.

LookUs & Online Makale