E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 7 (1)
Volume: 7  Issue: 1 - 2000
KLINIK MAKALE
1.Combined Coronary Bypass Surgery and Valve Replacement
Şenol Yavuz, Nurcan Ayabakan, Mustafa Mavi, Cüneyt Eriş, İ. Ayhan Özdemir
Pages 1 - 5
Ağustos 1994 ile Ekim 1999 tarihleri arasında kliniğimizde 69 olguya koroner bypassla birlikte kapak replasmanı uygulandı. 28'i kadın, 41'i erkek olan olguların ortalama yaşı 61.4?6.3 (dağılımı; 45-82 yaş) idi. Koroner lezyonlarla birlikte aort kapak lezyonu 26 (%37.7), mitral kapak lezyonu 35 (%50.7), kombine lezyon (aort+mitral) 8 (%11.6) olguda mevcuttu. Olguların %75 (52)'i NYHA class III-IV idi. LIMA 56 (%81.2) olguda kullanıldı. Koroner bypassla birlikte aort kapak replasmanı 25 (%36.2), aort kapak onarımı 2 (%2.9), mitral kapak replasmanı 33 (%47.8), mitral kapak onarımı 3 (%4.3) ve kombine kapak replasmanı 6 (%8.7) olguda uygulandı. Hastane mortalitesi %5.8 (4 olgu) olup bunlardan üçü düşük kalp debisi nedeniyle biri ise sepsis sonucu kaybedildi. İABP 4 (%5.8) olguda uygulandı. Erken dönemde 1 (%1.4) olgu kanama revizyonuna alındı. Geç dönemde ise birinci ayda 1 (%1.4) olgu solunum yetmezliği ve konjestif yetersizlik sonrası kaybedildi. Takip süremiz 2 ile 62 ay arasında olup ortalama 34 ay idi. Takipte yaşayan olguların %91 (58 olgu)'i class I, kalanı ise class II grupta idi. Koroner bypass cerrahisiyle birlikte kapak replasmanı uygulamasında erken preoperatif risk faktörleri değerlendirilmelidir. Uygun cerrahi teknik ve miyokard korunması ile hemodinamik desteğin sağlanmasının erken ve geç mortalite üzerine olumlu yönde etkileyeceği düşüncesindeyiz.
Between August 1994 and October 1999, 69 patients underwent combined coronary artery bypass grafting and valve replacement at our clinic. There were 28 women and 41 men. The mean age was 61.4?6.3 years (range; 45 to 82 years). Concomittant lesions with coronary artery disease included aortic valve disease in 26 (37.7%) (55%) patients, mitral in 35 (50.7%), combined valve disease (aort+mirtal) in 8 (11.6%). Seventy-five percent (52) of the patients was NYHA class III-IV. The patients underwent a combination of coronary bypass with either isolated aortic valve replacement in 25 (36.2%), mitral valve replacement in 33 (47.8%), or combined valve replacement in 6 (8.7%). The hospital mortality was 5.8 % (4 patients). Three patients died due to low cardiac output syndrome and sepsis in the other. Late mortality was 1.4% (1 patient) as a result of pulmonary and congestive heart failure. The postoperative periods ranged from 2 to 62 months (mean; 34 months). At the follow-up ninety-one percent of the patient was NYHA class I. Early preoperative risk factors should be evaluated during combined valvular and coronary artery surgery. We believe that providing hemodynamic support with the appropriate surgical tecnique and myocardial protection has positive effects on early and late mortality.

2.Preoperative and Postoperative Antioxidant Enzyme Activity in The Seminal Fluid of Patients with Varicocele
Emin Özbek, Yusuf Türköz, Mustafa Çekmen
Pages 6 - 9
Son yıllarda yapılan çalışmalarda varikoselli hastaların seminal sıvılarında antioksidan enzim (AOE) aktivitesinin azaldığı bildirilmiş, fakat operasyonun AOE aktivitesi üzerine etkileri konusunda bir çalışma yapılmamıştır.Bu çalışmamızda varikoselli, infertil hastaların operasyon öncesi ve sonrası seminal sıvılarında AOE aktivitesini araştırdık. Çalışmaya infertil, Grade-2 ve 3 ( klinik olarak belirgin varikoselli olan) toplam 15 hasta ve fertil 12 normal kontrol hastası alındı. Spermlerin seminal plazmadan ayrılmasından sonra enzimatik metodla glutatyon peroksidaz (GSH-Px) ve süperoksit dismutaz (SOD) aktivitesi değerlendirildi ve sonuçlar Mann-Whitney U testi ile karşılaştırıldı. Hasta grubunun peroperatif ve postoperatif GSH-Px ( Mu/ mg. protein) ve SOD (U/mg.protein) aktivitesi sırasıyla 325.27?28.30; 70.20?15.16 ve 450. 35?30.20; 130. 30?20.00 olarak bulundu (p<0.05). Kontrol grubunda ise GSH-Px ( Mu/ mg. protein) ve SOD (U/mg.protein) aktivitesi sırasıyla sırasıyla 440.45?20.30; 135.50?22.00 olarak bulundu. Preoperatif değerler kontrol grubna göre düşük bulunurken (p<0.05), post operatif değerlerle kontrol grubu arasında belirgin bir fark bulunamadı (p>0.05). Sonuç olarak varikoselli hastaların seminal sıvısındaki azalmış AOE aktivitesinin bu hastalardaki sperm disfonksiyonundan sorumlu olabileceğini ve operasyon sonrası bu değerlerin normale gelebileceğini söyleyebiliriz.
Recent studies have shown that antioxidant enzyme activity (AOE) of patients with varicocele is low in the seminal fluid, but there is no study concerning the role of operation on the AOE activity. In this study, we evaluated the AOE activity of patients with varicocele in the seminal fluid before and after operation. A total of 15 patients with grade-2 and grade-3 varicocele (clinically palpable varicocele) and 12 normal controls were included in the study. After separation of spermatozoa, glutathion peroxidase (GSH-Px) and superoxide dismutase (SOD) activity were assessed by enzymatic methods and results were compared using Mann-Whitney U test. GSH-Px and SOD activity of patients in the seminal fluid before and after operation were found as a 325.27?28.30; 70.20?15.16 and 450. 35?30.20; 130. 30?20.00 ,respectively (p<0.05). GSH-Px and SOD activity in the control group were found as a 440.45?20.30; 135.50?22.00. Preoperative values were found as lower than control group (p<0.05), however there was no significant differences between postoperative values and control group (p>0.05). As a result, we conclude that reduced AOE activity of patients with varicocele is associated with impaired sperm function in these patients and these values return to normal.

3.The Etiologies of the Obstructive Icters and Managements
Osman Güler, Abbas Aras, Metin Aydın, Erol Kisli, Öztekin Çıkman
Pages 10 - 15
Kliniğimizde obstrüktif ikter tanısı ile yatan 139 hasta etyoloji ve uygulanan tedavi açısından retrospektif olarak incelendi. Hastaların 62’si erkek (%44.6), 77’si kadındı (%55.4) ve ortalama yaş 48 (17-87) olarak bulundu. 99 hastada (%71.2) benign, 40 hastada (%28.8) malign nedene bağlı obstrüktif ikter tespit edildi. Tedavi olarak ERCP ile sfinkterotomi ve koledoktan taş ekstirpasyonu, bilio enterik drenaj (koledokoduodenostomi, koledokojejunostomi, hepatikojejunostomi, transduodenal sfinkterotomi, kolesistojejunostomi), eksternal bilier drenaj, whipple ameliyatı uygulanmıştır.
In our clinic, 139 patients who had obstructive jaundice were hospitalized and investigated in view of etiology and therapy retrospectively. 62 of patients were males (44.6%), 77 of patients were females (55.4%) and mean age was 48 (17 - 87). The obstructive jaundice had benign etiology in 99 patients (71.2%) and had malign etilogy in 40 patients (28.8%). Sphincterotomy with ERCP and stone extirpation from common bile duct, bilioenteric drainage (choledochoduodenostomy, choledochojejunostomy, hepaticojejunostomy, transduodenal sphincterotomy, cholecysto-jejunostomy), external biliary drainage, whipple operation were applied for the treatment

4.The frequency of proximal gastric cancer in patients with gastric camcer who underwent surgery in the General Surgical Clinic of Van Medical Faculty.
Çetin Kotan, Ersin Özgören, İbrahim Barut, Reşit Sönmez, Abbas Aras, Öztekin Çıkman
Pages 16 - 19
Son yıllarda mide kanseri insidensindeki düşme eğilimine rağmen, proksimal lokalizasyonlu mide kanserlerinde artış olduğu bildirilmektedir. Distal özofagus adenokarsinomu ile birlikte, mide kanserinden ayrı bir klinik durum olarak kabul edilen proksimal mide kanserlerinin daha kötü prognoza sahip olduğu bildirilmektedir. Gastrointestinal kanserler, özellikle mide ve özofagus kanserleri Van bölgesinde sık görülen, önemli bir mortalite nedenidir. Bu retrospektif çalışmanın amacı Ekim 1994- Temmuz 1999 tarihleri arasında Van Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde ameliyat edilen 113 mide kanserli olguda proksimal lokalizasyonlu mide kanseri sıklığını araştırmaktır. Mide kanseri tanısı ile ameliyat ettiğimiz, incelenen, 113 olguda proksimal mide kanseri sıklığı % 38.9 olarak bulundu.
to the general trend in the incidence of gastric cancer, several centres have reported an increase in proximal gastric cancer. It is generally accepted that the prognosis of patients with proximal gastric cancer is worse than that of patients with more distal gastric cancer. Gastrointestinal cancers, especially gastric and esophageal cancers are important cause of mortality in Van region. The aim of this study was to estimate the incidence of proximal gastric cancer in patients with gastric cancer who underwent surgery during the period of October 1994- July 1999. A total of 113 patients with gastric cancer was analyzed as a retrospective study. Proximal gastric cancer incidence in 113 gastric cancer patients analyzed was found 38.9 %.

5.Serum Arginase Activity in Cancer
İclal Meram, Sibel Ahi, Mehmet Tarakçıoğlu
Pages 20 - 23
Bu çalışmada 24 kanserli hastanın serum arginaz aktivitesi Tiyosemikarbazid diasetil monoksim üre yöntemi ile ölçülmüştür. Ek olarak kanserli hastaların serum kan üre azotu, kreatinin, total protein, albumin, alkalen fosfataz düzeyleri ölçülmüş ve enzim aktivitesinin (14.9 ? 9.2 ?mol üre/g.protein /saat) kontrol olgularından belirgin olarak daha yüksek olduğu görülmüştür (4.9 ? 3.8 ?mol üre/g.protein/saat) (p<0.001). Serum total protein, albumin düzeylerinde önemli düşme gözlenirken sırasıyla (p<0.01, p<0.001), kreatinin düzeylerinde ise önemli artış bulunmuştur (p<0.05). Sonuç olarak; serum arginaz aktivitesinin kanserli olgularda kreatinin gibi yükseldiği, total protein ve albumin düzeylerinin ise azaldığı kanısına varılmıştır. Serum arginaz aktivitesi ile diğer parametreler arasındaki korelasyon sonuçları incelendiğinde, kontrol grubunda ilişki gözlenmezken, kanserli grupta kan üre azotu düzeyi ile arginaz aktivitesi arasında pozitif bir korelasyon bulunmuştur (r = 0.48, p<0.05).
In this study; the serum arginase activity of 24 cancer patients was determined by Thiosemicarbazide diacetyl monoxime urea method. In addition, the serum levels of blood urea nitrogen (BUN), creatinine, total protein, albumin, alkaline phosphatase were measured. The serum arginase activity of cancer patients was found significantly higher (14.9 ? 9.2 ?mol urea/ g.protein/ h) than control group value (4.9 ? 3.8 ?mol urea/ g.protein/ h) (p<0.001). Although the levels of total protein, albumin were obtained lower than normal group values respectively, (p<0.01, p<0.001), the level of creatinine was found higher than normal group value (p<0.05). As a result, paralel to the increased levels at creatinine, total protein and albumin, serum arginase activity was high as well. When we analyzed the correlation between serum arginase activity and other parameters. While the control group did not show any correlation, the group of cancer exhibited a positive relation between the level of BUN and arginase activity (r=0.48, p<0.05).

6.The Investigation of Glomerular Filtration Values in Patients with Diabetes Mellitus
Y.Zeki Çelen, Erkan Özbay, Mustafa Araz, Vahap Okan
Pages 24 - 27
Diabetik nefropati, diabetes mellitusun major komplikasyonlarından biri olup prognozu önemli ölçüde etkilemektedir ve erken teşhisi oldukça önemlidir. Erken dönem diabetik nefropatinin en önemli bulgusu glomerüler hiperfiltrasyondur. Çalışmamızda, çeşitli diabet yaşlarındaki tip 2 diabet hastalarının diabet yaşı ile GFR değerleri arasındaki ilişkiyi incelemeyi ve erken dönemde diabetik nefropati açısından riskteki hastaların belirlenmesinde sintigrafik GFR ölçümünün önemini araştırmayı amaçladık. Bu amaçla 21 sağlıklı insan ile 75 insülin bağımlı olmayan diabetes mellitus hastasından oluşan toplam 96 olgunun GFR değerleri sintigrafik yöntemle ölçüldü. Diabetes mellituslu hastalar diabet yaşına göre 0-5 yıl (grup I), 6-10 yıl (grup II) ve 10 yıl üzeri (grup III) olmak üzere üç gruba ayrıldı. Grup II ve III de GFR değerlerinde anlamlı azalma olduğu izlendi. Glomerüler hiperfiltrasyon sadece grup I ve II’ de gözlendi ve diabetik nefropati riskinde artışı gösterdiği düşünüldü. Sonuç olarak, diabet yaşı ilerledikçe GFR değerlerinde azalma olduğu ve diabetik nefropatiye gidiş riskinin belirlenmesinde sintigrafik yöntemle GFR ölçümünün yararlı olabileceği kanısına varıldı.
Diabetic nephropathy is one of the major complications of diabetes mellitus. It effects prognosis, and early diagnosis is very important. The most important finding of early diabetic nephropathy is glomerular hyperfiltration. The aim of this study is to determine the relation between the age of diabetes and GFR and importance of GFR estimations by using scintigraphy in the determination of diabetic nephropathy risc. In our study the GFR values of 96 subjects, 21 healthy and 75 patients with NIDDM, were estimated by scintigraphy. According to diabetic age, the subjects with DM are divided into three groups as 0-5 years (group I), 6-10 years (group II) and over 10 years (group III). It was observed that there was a significant reduction in GFR values in group II and III. Glomerular hyperfiltration was observed only in the first and second groups and had positive correlation with early stage diabetic nephropathy. As a result, decline of GFR values was observed as diabetic age increased. It was concluded that scintigraphic GFR estimations can be useful in the estimation of the diabetic nephropathy risc.

7.Relatonship Between Leptin Level and Nutritonal Status, Body Mass Index and Body Fat Ratio in Hemodialysis Patients
Reha Erkoç, Haluk Dülger, Ekrem Algün, Cevat Topal, İsmail Uygan, Mehmet Tarakçıoğlu, Halis Aksoy
Pages 28 - 31
Leptin yakın zamanda tanımlanmış, vücut ağırlığı, iştah ve ısı üretimi ile ilgili bir hormondur, adipositler tarafından üretilir, vücut yağ kitlesi ile korelasyon gösterir ve katabolizmasında böbreğin rolü vardır. Hemodiyaliz hastalarında leptin düzeyinin nasıl etkilendiğini ve beslenme durumunu etkileyip etkilemediğini araştırmak amacıyla kesitsel bir çalışma planladık. Çalışmaya 46 hemodiyaliz hastası (28 erkek, 18 kadın, ortalama yaş 42.5 +/- 15.9) ve 25 sağlıklı gönüllü (15 erkek, 10 kadın, ortalama yaş: 32.8 +/- 12.5) alındı. Hastalarda ve kontrol grubunda boy ve kilo ölçümü, “Holtain skinfold caliper” ile dört bölgeden cilt altı yağ dokusu kalınlığı ölçümü, yapıldı ve “radioimmunoassay” ile serum leptin düzeyleri (Linco Research, St Louis, Mo, USA) saptandı. Hemodiyaliz hastalarında diyaliz öncesi serum albumin, kolesterol ve BUN değerlerine bakıldı. Vücut kitle indeksi (VKİ) hemodiyaliz grubunda (21.7 +/- 4.0 kg/m2) kontrol grubuna göre (24.1 +/- 4.4, p:0.027) anlamlı olarak düşüktü, yağ oranı (YO) (sırası ile % 21.0 +/- 6.49’ye karşı 21.7 +/- 9.8, p?0.05), yağ kitle indeksi (YKİ) (% 4.71 +/- 2.13’e karşı 5.52 +/- 3.11, p?0.05), leptin düzeyi (2.38 +/- 2.00 ng/ml’ye karşı 3.49 +/- 2.42, p?0.05) ve leptin/yağ kitle indeksi (L/YKİ) (0.51 +/- 0.41 ng/ml’ye karşı 0.62 +/- 0.34, p?0.05) açısından gruplar arasında anlamlı bir farklılık saptanmadı. Hemodiyaliz ve kontrol gruplarının her ikisinde de leptin düzeyi ile VKİ, YO, YKİ ve L/YKİ değerleri arasında pozitif anlamlı korelasyon saptandı. Ancak hemodiyaliz grubunda leptin ile serum BUN, kolesterol ve albumin değerleri arasında anlamlı bir korelasyon saptanmadı. Sonuç olarak serum leptin düzeyi hemodiyalize giren son dönem böbrek yetersizlikli hastalarda ve sağlıklı bireylerde farklılık göstermemekte, vücut kitle indeksi ve yağ oranı ile pozitif ve anlamlı korelasyon göstermektedir. Leptinin hemodiyaliz hastalarında BUN, kolesterol ve albumin değerleri ile belirlenen beslenme durumu ile korelasyonu yoktur. Leptinin üremik anoreksi ve beslenme yetersizliğindeki rolünün açıklığa kavuşturulması ve bunun da ötesinde üremik bir toksin olarak kabul edilip edilemeyeceğinin anlaşılabilmesi için ileri çalışmalara gereksinim olduğu açıktır.
Leptin is a recently recognised hormone which is related to body weight, appetite and heat production and correlated with body fat mass. Leptin is produced by adipocytes and possibly catabolised partially by kidneys. In order to determine whether leptin level was affected in hemodialysis patients and leptin’s relation with nutrition, we planned a crossectional study. Forty six hemodialysis patients (28 male, 18 female, mean age 42.5 +/- 15.9) and 25 healthy volunteers (15 male, 10 female, mean age 32.8 +/- 12.5) were included in the study. Body height, weight and skinfold thickness of the four predetermined places of the body with Holtain skinfold caliper were measured in both groups. Serum leptin was measured by radioimmunoassay using commercially available kit (Linco Research, St Louis, Mo, USA). Predialysis serum BUN, albumin and cholesterol leves were measured. Body mass index (BMI) was significantly low for hemodialysis group (21.7 +/- 4.0 kg/m2) compared to control group (24.1 +/- 4.4, p:0.027), there is no significant difference between groups for fat ratio (FR) (21.0 +/- 6.49 % vs 21.7 +/- 9.8, p?0.05), fat mass index (FMI) (4.71 +/- 2.13 % vs 5.52 +/- 3.11, p?0.05), leptin (2.38 +/- 2.00 ng/ml vs 3.49 +/- 2.42, p?0.05) and leptin/fat mass index (L/FMI) (0.51 +/- 0.41 ng. m2/ml.kg vs 0.62 +/- 0.34, p?0.05) respectively. For both groups significant positive correlations were found between leptin and BMI, FR, FMI and L/FMI. No correlation was found between leptin and serum BUN, cholesterol and albumin values in hemodialysis group. In conclusion; serum leptin levels of hemodialysis patients was not different from healthy subjects and correlated positively with BMI and FR. Leptin was not correlated with serum BUN, albumin and cholesterol levels as the measure of nutrition. Further studies were needed in order to determine the role of leptin in the uremic anorexia and malnutrition and whether leptin is an uremic toxin or not.

8.The Complicatıons and Visual Results After Cataract Surgery and Posterior Chamber Intraocular Lens Implantation For Traumatic Cataract in Children
Erdinç Aydın, Ahmet T. Özmen
Pages 32 - 36
Bu çalışma ile katarakt ekstraksiyonu sonrası arka kamara göz içi lens yerleştirilen travmatik kataraklı çocuklarda görsel sonuçlarımızı ve komplikasyonlarımızı değerlendirdik. Unilateral travmatik kataraktlı 19 çocuğun (8.2?5.59) 19 gözüne ekstrakapsüler katarakt ekstraksiyonu (EKKE) yapıldı ve bunların 14’ üne arka kamara göz içi lensi (AK-GİL) uygulandı. Beş olguda kontakt lens (KL) rehabilitasyonuna gidildi. AK-GİL yerleştirilen olgularda ortalama izlem süresi 14.2 ay, KL kullanan çocuklarda ise 23 aydı. Arka kamara göz içi lensi yerleştirilen 4 olguya ve KL uygulanan 1 olguya Nd-YAG kapsülotomi, Nd-YAG kapsülotominin başarısız olduğu AK-GİL olan bir olguya da sekonder dissizyon uygulandı. GİL uygulanan 14 olgunun 9’ unda (%64) 0.2 ve üzeri , 5 olguda (%35.71) 1.0 düzeltilmiş görme keskinliği elde edildi. Kontakt lens uygulanan 5 olgunun 2’ inde (%40) 0.2 ve üzeri görme keskinliği elde edilirken kalan 3 olguda 0.2 nin altında kalındı. Çocukluk çağında tek taraflı travmatik katarakt olgularında AK-GİL uygulaması, KL kullanımına göre daha iyi görsel rehabilitasyon sağlamaktadır.
: The aim of this study was to evaluate postoperative complications and visual results in which children had traumatic cataracts. Material and Method: Nineteen childreen with mean age of 8.2 ? 5.9 years (ranged 4 to 14 years) with unilateral traumatic cataract underwent extracapsular cataract extraction (ECCE). Fourteen of them were implanted posterior chamber intraocular lenses (PC-IOL). The visual rehabilitation of five patients were managed with contact lenses. PC-IOL’s were implanted as a primary procedure in 13 patients and secondarily, 1 patient were underwent implantation of a sulcus fixated scleral lense. The mean postoperatively following period was 14.2 months in patients with PC-IOL’s, 23 months in those managed with contact lenses. Results: Posterior capsulotomies were applied to 1 patient rehabilitated with contact lense and 4 patient with PC-IOL implantation. One of them was performed with secondary diccission of posterior capsule for the failure of Nd-YAG laser application. The final corrected visual acuity measured with Snellen chart was equal or more of 2/10 in 9 of 14 patients (64.2%) with PC-IOL and 10/10 in 5(35.71%) of them, whereas it was more than 2/10 (40%) in just 2 of 5 patients managed with contact lenses. Conclusion: The visual rehabilitation with PC-IOL implantation resulted the better final visual acuities than contact lens application in the correction of unilateral aphakia due to traumatic cataract extraction in the childreen.

9.Bone Mineral Density Measurement Using Dual-Energy X-Ray Absorbtiometry in Patients with Idiopathic Recurrent Urolithiasis
Emin Özbek, Mürsel Davarcı
Pages 37 - 39
Literatürde renal kalsiyum taşlı hastalarda kemik mineral dansitesi ölçümünün düşük olduğu bildirilmektedir. Bu çalışmada, idiyopatik rekürren üriner sistem taşlı hastalarda kemik mineral dansitesi (KMD) ölçümleri değerlendirildi. Normal kan ve idrar biyokimyası olan 30 erkek hasta çalışmaya alındı (yaş ortalamaları 47.8 (24-72)). Dual-enerji X-Ray absorbsiyometri ile lumbar vertebralarda (L2-L4) KMD ölçümleri yapıldı. Sonuçlar normal kontrollerle karşılaştırıldı. Hastaların 16’sında (%53.3) KMD’nin düşük olduğu tespit edildi. Çalışmamızın sonucu olarak idiyopatik rekürren üriner taş hastalığı olan hastaların osteoporoz açısından yüksek risk altında olduğunu söyleyebiliriz. Bu hastalarda diyette kalsiyum kısıtlamasının olası osteoporoz gelişimini daha da şiddetlendirebileceği tedavi yaklaşımında akılda tutulmalıdır.
Bone mineral density (BMD) measurements in patients with renal calcium stone disease are reported to be low in the literature. In this study, we aimed to determine BMD measurements in patients with idiopathic recurrent urolithiasis. A total of 30 male patients with normal urinary and blood biochemical parameters were included in this study. Mean age was 47.8 (24-72). Bone mineral density was assessed using Dual-energy X-Ray absorbtiometry at the lumbar spine (L2-L4). The results were compared with normal controls. Sixteen patients (53.3%) were found to have lower BMD. It should be remembered that patients with idiopathic recurrent urolithiasis are under high risk with respect to osteoporosis. Dietary calcium restriction in these patients may further aggravate the probable development of osteoporosis and this condition must be kept in mind in the management.

OLGU SUNUMU
10.Pulmonary edema seen in heroin intoxication
Hasan Koçoğlu, İsmail Katı, Cengiz Bekir Demirel, Ürfettin Abbasov
Pages 40 - 42
Akut eroin İntoksikasyonuna bağlı gelişen pulmoner ödemli bir olgunun tedavisi ve komplikasyonları irdelenmiştir. Eroin aldığı ifade edilen bilinci kapalı, pupiller fiks ve miyotik, solunumu yüzeyel ve takipneik (SpO2 % 35), nabız taşikardik filiform (130/dk), kan basıncı 40/? mmHg, ağrılı uyarana yanıtı olmayan 21 yaşındaki erkek olgu, entübe edilerek pulmoner ödem tanısıyla yoğun bakım ünitesine alınıp mekanik ventilasyona bağlandı. Olguya sıvı replasmanı yapıldı ve İV yoldan total 2.0 mg (0,8 mg/saat) nalokson verildi. Pulmoner ödem tedavisi için hipoksi ortadan kalkıncaya kadar % 100 O2, sıvı replasmanı ve inotropik ajan verildi. Naloksan uygulaması eroinin solunum ve santral sinir sistemi üzerine olan etkilerini ortadan kaldırdı. Üç gün süre ile mekanik ventilasyon desteği sağlanan olgu, problemsiz olarak ekstübe edildi ve bir gün sonra servise gönderildi. Sonuç olarak, akut eroin intoksikasyonu ile gelen olgular kardiyak arrest geçirmeden hastaneye ulaştırılabilirse prognozun daha iyi olacağı kanısındayız.
We aimed to clarify complications and treatment of a case of pulmonary oedema developed due to acute heroin intoxication. Heroin lung rapidly causes a reversible form of pulmonary edema. Treatment is supportive and symptomatic. A 21 years old male patient with the history of heroin injection was presented with altered mental status. The patient was unconscious, and had myosis in pupils, respiratory depression, tachypnea, phyliform pulse (130/min), cyanosis (SpO2 35%), and blood pressure of 40/? mmHg. He was immediately intubated, taken to the intensive care unit with the diagnosis of pulmonary edema and started to be ventilated mechanically. Naloxone was given with the total dose of 2 mg (0.8 mg/hr) for neurologic complications and treatment of pulmonary edema was started (oxygen enriched breathing air until the hypoxia has been abolished, and support of the circulation with reasonable liquid supply and infusion of inotropic drugs). Naloxone was given to reverse the respiratory and central nervous system depression. After 3 days of mechanical ventilatory support, the patient was extubated without any problem and taken to the service on fourth day. It is concluded that acute opiate intoxication treated in hospital has an excellent prognosis, provided by absence of cardiac arrest prior to admission.

11.Echinococcal Cyst on Abdominal Wall: Case Report
Osman Güler, Reşit Sönmez, Metin Aydın, Erol Kisli, Hasan Arslantürk, Özkan Ünal
Pages 43 - 45
Echinococcus granulsus parazitinin neden olduğu hastalık en sık olarak karaciğerde görülmektedir. Sistemik dolaşıma geçen parazit yumurtaları teorik olarak vücudun herhangi bir yerinde yerleşebilmesine rağmen batın duvarına yerleşim oldukça nadirdir. Bu yazıda batın duvarında saptanan bir ekinokok kisti olgusu sunulmaktadır.
The disease caused by Echinococcus granulosus is mostly seen in liver. Although the parasite eggs in systemic circulation theorically may settle anywhere in body, settlement on abdominal wall is extremely rare. In this article we present an echinococcus cyst found on abdominal wall.

LookUs & Online Makale