E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 18 (1)
Volume: 18  Issue: 1 - 2011
1.Comparison of clinical outcomes of patients treated with sequestrectomy versus subtotal lumbar discectomy: a prospective clinical study
Tuncay Kaner, Taşkan Akdeniz, İbrahim Tutkan
Pages 1 - 5
Bu çalışmamız prospektif gözleme dayalı klinik bir çalışmadır. Carragee’nin lomber disk hernilerindeki anulusun bütünlüğüne ve ekstrüde/sekestre disk fragmanlarının varlığına göre yaptığı sınıflandırmayı çalışmamızda kullandık. Carragee tip I, II, III ve IV gruplarını preoperatif ve intraoperatif olarak değerlendirdik. Toplam 62 tek seviye lomber disk herniasyonu olan olgumuzu 2008-2009 yılları arasında sekestrektomi veya subtotal diskektomi uygulayarak tedavi ettik. Olgularımızın ortalama takip süresi 14,18 aydı (12-18 ay arasında). Bu gruplar içinde minimal annular yırtığı ile birlikte sekestre disk fragmanı olan olgularımıza sadece sekestrektomi uyguladık. Diğer üç gruptaki olgulara subtotal lomber diskektomi uygulandı. Bu çalışmadaki amacımız sekestrektomi veya subtotal diskektomi uyguladığımız olgularımızı klinik sonuçlar ve nüks oranları bakımından karşılaştırmaktır. Klinik sonuçlar visual analog skala (VAS) ve Oswestry (ODI) skorunun kullanımı ile değerlendirildi. Olgularımızın klinik sonuçları ve reherniasyon oranları postoperatif 3. ve 12. aylarda kontroller yapılarak kaydedildi.
This study is a prospective observational clinical study. We used the Carragee classification that was done according to annulus integrity and the existence of extruded/ free disc fragments in lumbar disc herniations. Carragee’s groups (type I,II,III and IV) were evaluated as preoperatively and intraoperatively. In total, 62 single level lumbar disc herniation cases were treated with sequestrectomy or subtotal discectomy between 2008 and 2009. The average follow-up period was 14.12 months (12-18 months). We performed only sequestrectomy technique to Carragee’s type I cases, having small annular defect with free disc fragment. Subtotal lumbar discectomy was performed to other three groups. In this study we aimed to compare reherniation ratio and clinical results in each group treated with sequestrectomy or subtotal discectomy. Clinical results were evaluated using visual analog scale (VAS) and Oswestry (ODI) scores. Patients’ reherniation rates and clinical results were evaluated and recorded 3 and 12 months postoperatively.

KLINIK MAKALE
2.The Comparison of Pneumatic Tube System and Manual Handling Affect On Hemolysis
Fatih Kara, Habib Emre, Abdulkadir Yıldırım, Fatih Akçay, Ebubekir Bakan
Pages 6 - 8
Amaç: Bu çalışmada, pnömatik tüp sisteminin laboratuar numunelerinde hemolize neden olup olmadığı araştırıldı. Gereç ve Yöntem: Yirmi tane hastadan alınan kanlar iki ayrı tüpe konuldu ve bunlardan birisi elle diğeri hastane pnömatik tüp sistemi ile laboratuara ulaştırıldı. Hemolizden etkilenen parametreler olan aspartat aminotransferaz, laktat dehidrogenaz ve potasyumun serum seviyeleri ölçüldü. İki gurup arasındaki fark t testi ile değerlendirildi. Bulgular: Elle taşınan kan örneklerinde AST, LDH ve K düzeyleri sırasıyla 32,6±22,7 U/L, 302,6±162 U/L ve 3,9±0,5 mmol/L iken, pnömatik tüp sistemi ile taşınan örneklerde AST 33,3±21,9 U/L, LDH 328,3±22,7 ve K 3,9±0,6 mmol/L idi. Ölçülen parametreler arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir fark bulunamadı(p>0.05, tümü için). Sonuç: Hastanemizde kullanılan pnömatik tüp sisteminin hemoliz yapmadığı kanaatine varılmıştır. Hastanelerin kendi pnömatik tüp sistemlerini, hemoliz oluşturup oluşturmadığı yönünden incelemesinin faydalı olacağını düşünmekteyiz.
Objectives: To investigate whether pneumatic tube system leads to hemolysis in blood samples. Materials and Methods: Blood samples from twenty patients were sent to the laboratory, being obtained both manually and with hospital pneumatic tube system. Parameters which affected hemolysis including aspartate aminotransferase, lactate dehydrogenase and serum potassium levels were measured. Results were expressed as mean and stantard deviation. The difference between the two groups were assessed by t test. Results: AST, LDH and K levels of manually transported samples were, 32,6±22,7 U/L, 302,6±162 U/L and 3,9±0,5 mmol/L respectively, whereas for PTS transported samples 33, 3±21,9 U/L, 328,3±22,7 and 3,9±0,6 mmol / L (p>0.05, for all). Conclusion: PTS, currently being used in our hospital, did not lead to hemolysis. We suggest each hospital should test their pneumatic tube system in terms of hemolysis.

3.Evaluation of patients complicated with bleeding durıng oral anticoagulant therapy
Murat Alay, Cengiz Demir, Murat Atmaca, Ramazan Esen, İmdat Dilek
Pages 9 - 14
Warfarin dünyada en sık kullanılan oral antikoagülandır. En önemli komplikasyonu kanamadır. Bu çalışmda warfarin kullanan ve tedavi seyrinde kanama komplikasyonu ile hastanemize başvuran hastalar değerlendirilmiştir. Retrospektif olarak dizayn edilen çalışmaya 27’si bayan 33’u erkek olmak üzere toplam 60 hasta dâhil edildi. Hastalarda yaş, cinsiyet, warfarin kullanım süresi (ay), kullanım dozu (mg/gün), takip sıklığı (gün), birlikte kullandığı ilaçlar, kanama lokalizasyonu, verilen tedavi, kan replasman sayısı ve kanamanın kontrol altına alınma süresi ve ayrıca geliş INR, PT, aPTT değerlerine bakıldı. Hastaların ortalama warfarin kullanım süresi 21,8 ± 32,4 ay (0,5–156) , oratalama İNR takip süresi 37,7 ± 66,8 gün (3–390) idi. Hastaların warfarin kulanım nedenlerinin başında kalp kapak replasmanı gelmekteydi. Warfarin kullanım dozu ortalama 5,1 mg/gün idi ve en sık görülen kanama lokalizasyonu üst gastrointestinal sistemdi. Olguların 27 (% 44,5)’si majör kanama, 32 (% 55)’si minör kanama ile geldi ve 2 (% 3,3)’si fatal kanama nedeniyle kaybedildi. Ortalama geliş İNR, Hg, Htc değerleri ile kanama tipleri arasında yapılan karşılaştırılmada istatistiksel olarak anlamlı fark görüldü (p<0,05). Hastalara uygulanan tedavi şekli ve tedavi sonrası kanamayı kontrol altına alma süresi ile kanama tipleri arasında yapılan karşılaştırmada istatistikî olarak anlamlıydı (p<0,05). Hastaların 45 (% 75)’i warfarinin etkisini artıran en az bir ilaç kullanıyordu. Hastaların 37 (% 61,7)’si İNR kontrolünü düzenli olarak yapmıştı. Çalışmamızda gelişen kanama komplikasyonunun warfarin kullanım süresi, yüksek İNR değeri ve warfarin dışı ilaç kullanımı ile ilişkili olduğu görüldü.
Warfarin is the most commonly used oral anticoagulant around the world. The most important complication of warfarin is bleeding. This study was conducted to evaluate the patients admitted to our hospital with bleeding complications during the course of warfarin therapy. Sixty patients (27 female, 30 male) were enrolled into this retrospective study. The patients were evaluated according to their age, gender, duration of the therapy (months), the doses (mg/day), follow-up periods, co-administered drugs, bleeding localization, treatments, amount of blood transfusions, duration of bleeding, and PT, INR and aPTT. Mean duration of anticoagulant use was 21.8 ± 32.4 months (0.5–156), mean INR follow-up duration of was 37.7 ± 66.8 (3–390) days. The most common indication of warfarin was cardiac valve replacement. Mean warfarin dose was 5.1 mg/day. The most frequent bleeding localization was upper gastrointestinal tract. Twenty seven (44.5%) of the patients had major bleeding, and 32 (55%) had minor bleeding. Two patients (3.3%) died due to fatal bleeding. INR, Hb and Htc levels at the admission, types of treatment modalities and duration of bleeding were different among bleeding types (p<0.05). Forty five patients (75%) had been using at least one other drug in addition to warfarin. Thirty seven (61.7%) of the patients had their regular INR checks. In this study we found that the bleeding complications of warfarin were associated with the duration of treatment, high INR and concomitant drug use.

4.Comparison of the effects of TENS and Electroacupuncture on the treatment of patients with chronic lumbar discal herniation.
Fahrettin Demirdağ, Levent Ediz, Ali Özgür, İbrahim Tekeoğlu
Pages 15 - 19
Amaç: Bu prospektif klinik çalışmada lomber disk hernisi tanısı almış hastalarda TENS ile elektroakupunktur tedavi etkinliğini değerlendirmek ve karşılaştırmak amaçlanmıştır. Yöntem: En az üç ay ve daha uzun süre bel ağrısı olup da; kronik lomber disk hernisi tanısı alan, yaşları 20 ile 50 arasında değişen 60 hasta (30 kadın ve 30 erkek) randomize olarak iki gruba ayrıldı. Birinci gruptaki 30 hastaya TENS, ikinci gruptaki 30 hastaya da elektroakupunktur tedavisi haftada üç kez 20 dakika, toplamda 15 seans olarak uygulandı. Hastalarda tedavi öncesi, tedaviden hemen sonra ve tedavi bitiminden bir ay sonra sırasıyla EPZ (El-Parmak Zemin Mesafesi), DBK (Düz Bacak Kaldırma), Valleix Noktaları Hassasiyeti, VAS (Visual Analog Skala), Oswestry Ağn Dizabilite Formu ve Bel Ağrısı Sonuç Skalası ölçümleri yapıldı. Elde edilen sonuçlar gruplar arası ve her iki grup kendi içinde istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Bulgular: EPZ, DBK, Valleix Nokta Hassasiyeti, VAS, Oswestry Ağrı Dizabilite Formu ve Bel Ağrısı Sonuç Skalası değerlerinde karşılaştırılan iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı (p>0,05). Her iki grupta kendi içinde yapılan karşılaştırmalarda tüm parametrelerde tedavi öncesine göre, tedaviden hemen sonra istatistiksel olarak anlamlı düzelmeler saptandı (p<0,05). Bu anlamlı düzelme tedavi bitiminden bir ay sonra yapılan değerlendirmelerde de devam etmekteydi (p<0,05). Sonuç: Sonuç olarak hem TENS hem de elektroakupunktur lomber disk hernisi tedavisinde etkili bulunmuştur. Fizik tedavi modaliteleri ile kombine veya tek başına kullanılabilen TENS ve elektro akupunkturun bu alanda yararlı bir uygulama olduğu kanısına varılmıştır.
Aim: In this prospective clinical study the aim was to evaluate and compare the efficacy of TENS and elektroacupuncture in patients with lumbar discal herniation. Method: Sixty patients (30 males, 30 females) who have low back pain for three months or more and were diagnosed to have lumbar discal herniation allocated into two groups randomly. Age range of the patients was 20-50 years. TENS was applicated to 30 patients of the first group, and electroacupuncture applicated three times weekly to 30 patients of the second group, in a total 15 sessions, each session lasting 20 minutes. All patients were evaluated at admission, just after the treatment, and one month after the treatment by following parameters; HFF (Hand-Finger Floor Distance), SLR (Smooth Leg Raising), Tenderness of Valleix Points, VAS (Visual Analog Scale), Oswestry Pain Disability Form and Low Back Pain Result Scale. Results: Statistically significant differences were not found in HFF, SLR, Tenderness of Valleix Points, VAS, Oswestry Pan Disability Form and Low Back Pain Result Scale parameters between the two groups (p>0,05). There was statistically significant improvement in these parameters just after the treatment compared with admission in both groups (p<0,05). This significant improvement continued one month after the treatment (p<0,05). Conclusion: In conclusion; in short term both TENS and electroacupuncture were found efficient in the treatment of lumbar discal herniation. We suggested that both TENS and electroacupuncture which can be used either combined with other physical therapy modalities or alone are efficient in the treatment of patients with lumbar discal herniation.

5.Applications of Locked Intramedullary Nailing in Adult Tibial Shaft Fractures
Uğur Türktaş, M. Nadir Yalçın
Pages 20 - 26
Amaç: Tibia cisim kırıklı hastalara uygulanan, kilitli intramedüller çivileme yönteminin sonuçları değerlendirildi. Gereç ve yöntem: Sağlık Bakanlığı Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi 1. Ortopedi ve Travmatoloji Kliniği ile Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Kliniği’nde, Nisan 2005 ile Nisan 2009 tarihleri arasında, 51 erkek ve 24 bayandan oluşan toplam 75 tibia cisim kırıklı hastaya uygulanan, kilitli intramedüller çivileme yönteminin sonuçları değerlendirildi. Lokal etik kurul izni alındı. Değerlendirme Johner ve Wrush Kriterlerine göre yapıldı. Hastaların tamamına, oyma işlemli kilitli intramedüller çivileme yöntemi uygulandı. Bu hastalardan sadece 12’sine dinamizasyon yapıldı. Ortalama ameliyata alınma süreleri 7.6 gün, ameliyattan sonra taburcu olma süreleri 4.8 gün ve mobilize olma süreleri 20 gün idi. Bulgular: Hastaların tamamında kaynama elde edildi, ortalama kaynama süresi, 17.2 hafta olarak tespit edildi. Johner ve Wrush Kriterlerine göre; %53.3 çok iyi, %26.6 iyi, %13.3 orta, %6,7 kötü sonuç elde edildi. Sonuç: Uygun olan tibia kırıklarında, oyularak yapılan kilitli intramedüller çivileme yönteminin, ilk tercih tedavi yöntemi olarak uygulanması gerekliliği sonucuna varıldı.
Aim: The results of locked intramedullary nailing performed with tibial shaft fractures were evaluated. Methods: The results of locked intramedullary nailing, performed on 75 patients (51 men and 24 women) with tibial shaft fractures between April 2005 and April 2009 in Ministry of Health Ankara Atatürk Education and Research Hospital 1st Orthopaedics and Traumatology Clinic and Yüzüncü Yıl University Medical School Department of Orthopaedics and Traumatology were evaluated. The local ethics committe has was approved. The evaluation in the study was performed according to Johner and Wrush criteria. Reamed intramedullary nailing was performed on all patients. Only 12 of the patients were dynamised. Mean period for taking to surgery was 7.6 days and average discharge period was 4.8 days. Patients were mobilised with an average of 20 days. Results: Union was achieved in all patients and mean union period was 17.2 weeks. According to Johner and Wrush criteria; 53.3% of the patients had excellent, 26.6% good, 13.3% moderate and 6.7% had bad results. Conclusion: Reamed intramedullary nailing method should be the first preferred method of treatment in appropriate tibial fractures.

6.Determination of Hospital Infection Pathogens and Resistance Profile
Mustafa Kasım Karahocagil, Görkem Yaman, Uğur Göktaş, Mahmut Sünnetçioğlu, Aytekin Çıkman, Adnan Bilici, Kubilay Yapıcı, Ali İrfan Baran, İrfan Binici
Pages 27 - 32
Amaç: Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’nde hastane enfeksiyonları ve etkenlerinin saptanması ve yerel verilerimizin belirlenmesi. Yöntem: Ocak 2009-Mart 2010 tarihleri arasında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’nde Anestezi ve Reanimasyon, Pediatri ve Göğüs Hastalıkları Yoğun Bakım Ünite’lerinde ve Beyin Cerrahisi, Ortopedi ve İç Hastalıkları Servis’lerinde yatırılarak, takip ve tedavisi yapılan 3254 hasta, hastane enfeksiyonları açısından izlenerek sonuçları değerlendirildi. Bulgular: Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’nde görülen hastane enfeksiyon oranı %3.5 olarak saptandı. En sık görülen hastane enfeksiyonları sırasıyla %48.2 ile pnömoni, %19.6 ile üriner sistem enfeksiyonları, %18.7 ile cerrahi alan enfeksiyonu ve %13.4 ile primer kan dolaşımı enfeksiyonu idi. Hastane enfeksiyonlarına neden olan mikroorganizmalar arasında A. baumannii %23.2 oranı ile ilk sırada yer almakta, bunu %20.5 ile Klebsiella spp, %19.6 ile E. coli, %11.6 ile Pseudomonas spp. izlemekteydi. Hastane enfeksiyonu etkeni olarak saptanan S. aureus ve koagülaz negatif stafilokok(KNS)’larda metisilin direnci %100 olarak belirlendi. Bunun yanında E. coli ve Klebsiella spp.’lardaki genişletilmiş spektrum beta-laktamaz (GSBL) oranları sırasıyla %81.8 ve %91.3 olarak oldukça yüksek tespit edildi. Çalışmada izole edilen hastane enfeksiyon etkeni Gram-negatif non-fermentatif bakterilerin en duyarlı olduğu antibiyotiklerin hâlâ karbepenemler olduğu ancak direnç oranlarının oldukça yükseldiği görüldü. Sonuç: Hastane enfeksiyonları tüm dünyada olduğu gibi hastanemizde de önemli bir problemdir. Bu enfeksiyonların kontrolünün sağlanmasında hastane enfeksiyonu sürveyans çalışmaları esastır. Hastane enfeksiyonlarının kontrolünün sağlanabilmesi için her merkezin kendi hastane florasını oluşturan mikroorganizmaları, direnç paternlerini ve enfeksiyon dağılımını belirlemesi ve doğru antibiyotik kullanımının yaygınlaştırılmasının vazgeçilmez olduğu görülmektedir.
Aim: Detection of hospital infections and agents in Yuzuncu Yil University Medicine Faculty Research Hospital and definition of local data. Methods: A total of 3254 patients, hospitalized, followed and treated in Anesthesia and Reanimation, Pediatrics, and Pulmonary Intensive Care Units as well as Neurochirurgia, Orthopedics and Internal Medicine Clinics of Yuzuncu Yil University Medicine Faculty Research Hospital were monitored for hospital infections and the results were evaluated. Results: Hospital infection rate was detected as 3.5% in Yuzuncu Yil University Medicine Faculty Research Hospital. The most common hospital infections were pneumonia (48.2%), urinary tract infections (19.6%), surgical region infections (18.7%), and blood circulatory system infections (13.4%), respectively. Among the causative microorganisms; Acinetobacter baumanii (23.2%) was the most common followed by Klebsiella spp. (20.5%), E.coli (19.6%), and Pseudomonas (%11.6). Methicillin resistance of S.aureus and Coagulase-negative staphylococci (CoNS), which were detected as hospital infection agents, was detected as 100%. Additionally extended spectrum beta-lactamase (ESBL) rates of E.coli and Klebsiella spp. were detected as 81.8% and 91.3% respectively which were quite high. Although carbapenems were the most affective agents against isolated non-fermentative Gram negative bacteria in this study, the resistance rates were detected to be increased. Conclusion: Hospital infections are important problems in our hospital like they are globally. The main aspect to gain control of these infections is hospital infection surveillance studies. Control of hospital infections is possible through determination of hospital flora agents of each center, their resistance patterns, distribution of infections and generalizing the use of appropriate antibiotics.

OLGU SUNUMU
7.Weil’s disease; A Case Report
Hüseyin Beğenik, Yasemin Usul Soyoral, Ali İrfan Baran, Mustafa Kasım Karahocagil, Reha Erkoç
Pages 33 - 35
Leptospirozis özellikle tropikal bölgelerde daha sık olmak üzere dünyada sık görülen bir zoonozdur. Leptospirozisli hastaların %90’ında non-ikterik form görülürken hastaların yaklaşık % 5-10’unda ateş, sarılık, kanamaya eğilim ve fulminan hepatorenal yetmezlikle seyreden ve Weil hastalığı olarak adlandırılan şiddetli formda görülür. Ateş, hiperbilirubinemi, akut böbrek yetmezliği, trombositopeni ile başvuran ve Weil hastalığı tanısı alan hastamızı sunduk.
Leptospirosis is a commonly encountered type of zoonosis throughout the world especially in tropical regions. Though leptospirosis presents with a non icteric form in nearly 90% of cases, it leads to Weil’s disease characterized by fever, jaundice, tendency to bleeding and fulminant hepatorenal failure in approximately 10% of infected persons. Herein we report a case of Weil's disease, presenting with fever, jaundice, acute renal failure and thrombocytopenia.

8.Typhoid fever: an analysis of 21 cases
A. İrfan Baran, İrfan Binici, Cengiz Demir, Kubilay Yapıcı, Rafet Mete, M. Kasım Karahocagil, Hayrettin Akdeniz
Pages 36 - 40
Amaç: Tifo olgularımızın klinik özellikleri, laboratuvar bulguları ve komplikasyonlarını değerlendirmektir. Yöntem: Kliniğimizde tifo tanısıyla takip edilen 21 olgu öykü, klinik özellikler, laboratuvar bulguları, tedavi ve prognozları yönünden incelendi. Bulgular: Olguların 15’i kadın (%71.4), 6’sı erkek (%28.6) olup, yaş ortalaması 26 ±11.3, yaş aralığı ise 12-63 idi. Ateş, halsizlik, iştahsızlık ve baş ağrısı semptomları ile laboratuar bulgularından CRP yüksekliği olguların tamamında görüldü. Önceden antibiyotik tedavisi başlanan 12 olgunun 2’sinde (%16.7), antibiyotik almayan 9 olgunun 7’sinde (%77.8), kan kültüründe Salmonella typhi üredi. Laboratuvar tetkiklerinde olguların 7’sinde (%33.3) lökopeni, 6’sında (%28.6) anemi, 9’unda (%42.9) trombositopeni ve 11’inde (%52.4) ALT yüksekliği saptandı. Tedaviye ateş cevabı ortalama 3.5 ± 1.8 gün olarak saptandı. Üç olguda (%14.3) komplikasyon görüldü (akut pankreatit %4.76, geçici işitme kaybı %4.76, sakroiliit %4.76). Sonuç: Tifo ülkemizde epidemiler yapabilen endemik bir enfeksiyon hastalığıdır. Erken tanı ve tedavi komplikasyonları ve mortaliteyi azaltırken, tanıyı engelleyen en önemli faktör hastalara tanı konulmadan antibiyotik tedavisi başlanmasıdır.
: To evaluate clinical features, laboratory findings, and complications of typhoid fever cases in our hospital. Method: Twenty-one cases who were followed up with the diagnosis of typhoid fever in our clinic were investigated in respect of their histories, clinical and laboratory findings, treatment outcomes and prognosis. Results: Fifteen of the cases were female (71.4%), and 6 of them male (28.6%), with a mean age of 26 ±11.3 and age range of 12-63 years. All the cases had symptoms of fever, fatigue, loss of appetite and headache and CRP elevation as laboratory finding. Salmonella typhi was grown in 2 of the 12 cases (16.7%) who were previously initiated antibiotic treatment, and in 7 of the cases (77.8%) who were not administered antibiotic. In laboratory findings, 7 cases (33.3%) had leukopenia, 6 (28.6%) had anemia, 9 (42.9%) had thrombocytopenia, and 11 (52.4%) had ALT elevation. The response of the fever to treatment was found in an average of 3.5 ± 1.8 days. Complications were seen in 3 cases (%14.3) as following: acute pancreatitis, temporary hearing loss and sacroiliitis (each 4.8%). Conclusion: Typhoid fever is an endemic infectious disease which may sometimes show epidemics. Early diagnosis and treatment decreases complications and mortality rate, and the most important factor impeding diagnosis is antibiotic initiation before making a diagnosis.

9.Spontaneous Splenic Rupture and Hemoperitoneum Due to Brucellosis Infection: A Case Report
Ahmet Cumhur Dülger, Mustafa Yılmaz, Enver Aytemiz, Kadir Bartın, Mehmet Deniz Bulut, Özgür Kemik, Aziz Sümer
Pages 41 - 44
A rare case of splenic brucellosis complicated by splenic rupture and hemoperitoneum is reported. A 37-year-old woman was admitted to our hospital because of abdominal pain and distention, dizziness and nocturnal fever. On examination in the emergency department, the blood pressure was 60/40 mmHg, and the pulse 110 beats per minute. Orthostatic vital signs revealed moderate postural changes. There was a palpable tender mass in the left upper quadrant. Intravenous fluids and norepinephrine were administered. Computed tomography of the abdomen showed markedly enlarged spleen, splenic rupture and intraabdominal fluid. A peritoneal lavage catheter was inserted and nearly 1000 ml of blood was removed. Blood was obtained for culture and serologic studies. Four units of erythrocyte suspensions were given. Serum agglutination test for brucella was positive (1:1240). Postoperatively, she received a combination of brucellosis therapy for 6 weeks. After completing conservative therapy with rifampin and doxycycline, the patient has remained healthy, with no recurrence of the abdominal pain.
Splenik rüptür ve hemoperitonium ile komplike olmuş bir splenik bruselloz olgusunu sunuyoruz. 37 yaşında bayan hasta hastaneye karın ağrısı, karında şişkinlik, baş dönmesi ve geceleri olan ateş nedeniyle başvurdu. Acil Servisteki muayenesinde arteriyel kan basıncı 60/40 mmHg, nabız dakikada 110 idi. Ortostatik vital bulgular orta derecede postural değişiklikler gösteriyordu. Sol üst kadranda ele gelen hassas kitle saptandı. Hastaya intravenöz sıvı ve norepinefrin uygulandı. Batın bilgisayarlı tomografisinde (BT) dalakta belirgin büyüme, splenik rüptür ve intraabdominal sıvı saptandı. Peritoneal lavaj kateteri ile batına girildi ve yaklaşık 1000 mL kan boşaltıldı. Kültür ve serolojik incelemeler için kanlar alındı. Hastaya dört ünite eritrosit süspansiyonu verildi. Brusella aglütinasyon testi 1: 1240 olarak pozitifti. Operasyon sonrasında 6 haftalık kombine bruselloz tedavisi verildi. Rifampin ve doksisiklinden oluşan konservatif tedaviyi tamamladıktan sonra hastanın sorunu olmadı ve karın ağrısı tekrarlamadı.

10.An Interesting Case Report of Bronchiectasis
Fuat Sayır, Ufuk Çobanoğlu, Duygu Mergan
Pages 45 - 48
Bronşektazi, bir veya daha fazla bronşta irreversibl ve anormal bir bronşial genişleme olarak tanımlanır. Gelişmekte olan ülkelerde sık görülür. Etyolojisinde en sık enfeksiyonlar rol alır. Tedavisinde bronşektazik alana rezeksiyon uygulanır. Kronik, süpüratif bir hastalıktır. Biz, alt ve üst lobda bronşektazi ve orta lobda kompansatuar hipertrofi olan ve rezeksiyon uyguladığımız bir olguyu sunmayı amaçladık.
Bronchiechtasis is defined as an abnormal irreversible enlargement in one or more bronchi. It is common in developing countries. The omost common etiological agents are infections. Its treatment is surgical resection. It is a chronic suppurative disease. We aimed to present our case who was undergone upper and lower lobe resection of the lung resulting in compensatory hypertrophy of the middle lobe.

11.Outbreaks of Noroviruses and Prevention
Ekrem Kireçci, Ali Özer
Pages 49 - 56
Norovirüsler, dünya genelindeki akut non-bakteriyal gastroenteritlerin en yaygın nedenlerindendir. Calicivirüs familyasında yeralan Norovirüsler çok bulaşıcı olup, kontamine su ve gıdalarla ya da direk insandan insana bulaşarak, bulantı, kusma ve ishal gibi klinik bulgulara yol açarlar. Hijyen kurallarının yeterince uygulanmadığı hastane, yurt, okul gibi ortamlarda ve kontamine su kaynakları ile şehirlerde büyük salgınlar oluşturabilirler. Toplum sağlığını tehdit eden Norovirüs salgınları, temizlik, yüzey dezenfeksiyonu, el hijyeni ve geniş sanitasyon yöntemleri ile önlenebilmektedir.
Noroviruses are the most common cause of acute nonbacterial gastroenteritis worldwide. Noroviruses, belonging to the family caliciviridae, are very contagious and cause clinical signs of nausea, vomiting, and diarrhea by spreading easily via contaminated water and food or directly from person to person. They cause outbreaks in hospitals, homes and schools where sufficient hygiene measures are not put into practice. Outbreaks of norovirus that threaten public health can be prevented by hand hygiene, disinfection of environmental surfaces, and with methods of wide sanitation.

12.Melkersson Rosenthal Syndrome: a case report
Fesih Aktar, Mehmet Açıkgöz, Cihangir Akgün, Hüseyin Çaksen
Pages 57 - 60
Melkersson Rosenthal sendromu (MRS) etyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte, etyopatogenezde enfeksiyonlar, genetik yatkınlık, immün yetmezlik, besin intoleransı ve stres faktörleri gibi birçok etken suçlanmaktadır. MRS klasik triadında tekrarlayan fasial ödem, fasial paralizi ve plika linguata (fissüre olmuş dil, skrotal dil) sayılır. Ödem sıklıkla orofasiyal bölgede çok az olguda göz kapağındadır. Klasik triadın görülmesi çok nadirdir ve genellikle monosemptomatik tutulum izlenir. Fasial paralizi genellikle tek taraflıdır. Ondört yaşındaki kız hasta ikinci kez fasial paralizi şikâyetiyle getirildi. Fizik muayenesinde sağ gözünü tam kapatamıyordu. Sağ nazolabial sulkus silinmişti. Konuşurken ağız kenarı sola doğru kayıyordu. Yüzünün sağ tarafı ödemli idi. Dil papillaları belirgindi. Olgu MRS olarak değerlendirildi. Oral prednizolon tedavisi ile klinik bulgular tamamen düzeldi. Bu olgu ile tekrarlayan fasial paralizi ile gelen hastalarda MRS’nin düşünülmesi gerektiğini vurgulamak isteriz.
Despite the fact that the etiology of Melkersson Rosenthal syndrome (MRS) is not fully known, factors like infections, genetic susceptibility, food intolerance and stress have been attributed to the etiopathogenesis. Its classical triad includes recurring facial edema, facial paralysis and plica linguata (fissured tongue, scrotal tongue). Observation of the classical triad is very rare and usually monosymptomatic involvement is observed. Edema is usually on the orofacial area and in rare cases on the eyelid. Facial paralysis is usualy unilateral. A fourteen year-old female patient was admitted a second time with the complaint of facial paralysis. On the physical examination, she could not shut her right eyelid completely. The right nasolabial sulcus was obliterated. The rim of the mouth was deviated when talking. The right side of the face was edematous. The papillae of the tongue were prominent. The case was evaluated as MRS. The clinical findings recovered totally with oral prednisolone treatment. It was aimed to emphasize that MRS should be considered for patients with recurring facial paralysis with this case report.

LookUs & Online Makale