E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 19 (1)
Volume: 19  Issue: 1 - 2021
1.Cover

Pages I - II

KLINIK MAKALE
2.Analysis of Patients who were Admitted to Burn Unit and Operated
Abdulmenap Güzel, Lokman Soyoral, Mehmet Reşit Öncü, Cumhur Çakır
Pages 1 - 7
Amaç; Van ve çevre bölgelerinden yanık ünitemize başvuran ve cerrahi müdahale yapılan olguların retrospektif incelenmesi amaçlandı. Yöntem: Van Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yanık Ünitesine başvuran ve opere olan 104 hastanın yaş, kilo, ağırlık, cinsiyet, sosyoekonomik durum, ailede yaşayan kişi sayısı, sağlık güvenceleri, yanık etyolojisi, yanığın büyüklüğü, yanığın nerede olduğu, başvuru süresi, operasyon sayısı ve uygulanan anestezi çeşidi, yapılan ameliyatlar, yattığı gün sayısı, gelişen komplikasyonlar ve mortalite parametreleri incelendi. Bulgular: Hastalara ait demografik veriler ve yatış süreleri arasında anlamlılık yoktu. Yanık ünitemize 820 olgu (451 erkek 369 kadın ) yatışı yapılmış ve 104 (E=57, K=47) olguya toplam 197 operasyon uygulanmıştır. Olguların % 50’sinde iki ve daha fazla operasyon gerçekleştirilmiştir. Olguların %94,2 genel anestezi altında opere edilmiştir. Olgularımızın % 46 si 1 -5 yaş arası olmakla birlikte %75’ini çocuklar oluşturmaktadır. En sık (%40.4) sıcak su yanığı saptandı. Opere olan olguların % 26,9’u tandır yanığıydı. Olgularımızın %62,5’nin sosyoekonomik durumları kötüydü. Yanık olguları en sık 7 kişi ve üzerinde olan ailelerde görülmüştür. Yanık olgularının % 53,8 i evde olmuş ve olgularının % 75’i ilk 24 saatte hastaneye başvurmuşlardır. Opere edilen olguların %40,4’ünde yara yeri enfeksiyonu, %12,5’unda pnömoni ve %18,3’ünde bakteriyemi saptandı. Yanık ünitesinde tedavi edilen olguların % 6,7’si ventilatöre bağlanmış ve opere edilen tüm olgulardan % 2,9’u ölümle sonuçlandı. Sonuç: Çocuklara daha iyi sahip çıkmak, onları evde yalnız bırakmamak, özellikle çocukları ateş ve kaynaklarından uzak tutmak ve ailelerin sosyoekonomik durumlarının iyileştirilmesi yanında enfeksiyonu engelleyecek ve gerekli acil müdahalelerin yapılabileceği modern yanık ünitelerinin kurulması ile bu sorunun en aza indirileceği kanısına varıldı.
Aim: To evaluate the burn patients in Van and nearby regions who admitted our burn clinic and underwent surgical intervention, retrospectively. Method: One hundred and four patients who admitted to and were operated at Van Teaching and Research Hospital Burn Unit were evaluated by means of their age, body weight, sex, socioeconomic status, household population, social security, etiology, total surface area and localization of the burn, time elapse between the trauma and the hospital admittance, number of operations, type of anesthesia, the type of surgical interventions performed, the duration of hospitalization, the complications encountered and mortality. Results: There was no statistically significant correlation between the length of stay and demographic data of the patients. Eight hundred twenty patients (451 male 369 female) were hospitalized at our burn clinic; totally 197 operations were performed to 104 patients (57 male 47 female). Fifty percent of those patients underwent at least two operations. General anesthesia was applied to 94.2% of the patients. Children constituted 75% of the patientt population and 46% of the whole patient population was aged between 1-5 years old. Hot water burns were found to be the leading cause of burn injury (40.4%). The etiology of the burns for 26.9% of the operated patients was hot oven burns. The socioeconomic status of 62.5% of the patient population was poor. The burn injuries were most commonly occurred at houses with at least seven inhabitants. 53.8% of the patients were burnt at home and 75% of them admitted to the hospital in the first 24 hours. Wound infections were observed in 40.4% of the operated patients, pneumonia in the 12.5%, bacteremia in the 18.3%. 6.7% of the patients treated in the burn unit were connected to a mechanic ventilator and 2.9% of the operated patients were deceased. Conclusion: The children should be taken care of and not be left alone at home. They should be kept away from fire and resources. The socioeconomic status of the families should be improved. Besides, it was concluded that establishment of modern burn facilities would help to facilitate emergency care of burn patients and decrease the infection rate.

3.Treatment and follow up results of our pediatric patients with acute peritoneal dialysis
Abdullah Ceylan, Serdar Epçaçan, Mehmet Melek, Oğuz Tuncer, Burhan Beger, Mehmet Göksu
Pages 8 - 12
Amaç: Periton diyalizi yapılan hastaları, etiyoloji, komplikasyon ve prognoz gibi çeşitli yönleri ile değerlendirmek ve bunlara karşı alınabilecek tedbirleri belirlemektir. Metod: Çalışmaya Mayıs 2008 - Mayıs 2009 tarihleri arasında periton diyalizi endikasyonu konan 10 hasta alındı. Her hasta ; yaş, cins, diyaliz süresi ve diyaliz sonucu dikkate alınarak incelendi. Bulunan sonuçlar ayrı ayrı değerlendirildi. Kronik böbrek yetmezliği olan eski hastalar çalışmanın dışında bırakıldı. Tüm hastaların diyaliz öncesi ve sonrası BUN, kreatinin, Na, K, kan pH, kan HCO3 düzeyleri not edildi. Bulgular: Çalışmaya alınan hasta sayısı 3 kız (%30), 7 erkek (%70) olmak üzere toplam 10 kişiydi. En küçüğü 4 günlük, en büyüğü 8 yaşında olan hastaların yaş ortalaması 1.87 ± 2.53 idi. Periton diyalizinin en başta gelen nedeni metabolik asidozdu akut böbrek yetmezliği ve hiperpotasemi daha sonra geliyordu. Hastaların 3’ü ( %30) tam şifa ile taburcu edildi. Geriye kalan hastalardan biri (%10) kalıcı periton diyaliz programına, iki hasta ( %20 ) ise hemodiyaliz programına alındı. Hastaların 4’ü ( %40 ) exitus oldu. Sonuç: Akut periton diyalizi gerektiğinde uygulanılacak olan etkili ve önemli bir tedavi yöntemidir.
Purpose: The aim of the study is to determine the etiological, clinical, laboratory features and the prognosis of our patients with acute peritoneal dialysis. Material and methods: 10 patients who were indicated for acute peritoneal dialysis were included to study between May 2008 and May 2009. Age, gender, diagnosis, duration of dialysis, prognosis and laboratory findings between and after dialysis were noted for each patient. Patients with previously diagnosed chronic renal insufficiency were excluded from the study. Patients and results: The total number of the patients included to study was 10. Three (30%) of them were girl and 7 (70%) were boy. The range of their age was between 4 days and 8 years. The mean age was 1.87±2.53 years. The main reason for acute peritoneal dialysis was metabolic acidosis and the others were acute renal insufficiency and hyperkalemia. Three (30%) of the patients full recovered, 10 (10%) underwent continuous peritoneal dialysis, 2 (20%) patients underwent hemodialysis. Four (40%) of the patients died. Conclusion: Acute peritoneal dialysis is a good and effective method that can be applicated when necessary.

4.Evaluation of Lung Cancer Cases; Analysis of Three Years
Hülya Günbatar, Bünyamin Sertoğullarından, Bülent Özbay, Aysel Sünnetçioğlu, Selami Ekin
Pages 13 - 20
Amaç: Çalışmamızda 2005-2008 yılları arasındaki akciğer kanseri tanısı alan olguların tanı yöntemleri, tedavi ve yaşam sürelerini değerlendirmek istedik. Gereç ve Yöntem: 2005-2008 yılları arasında hastanemizde akciğer kanseri tanısı alan olguların demografik verileri, tanı yöntemleri, tedavileri ve yaşam süreleri geriye dönük olarak değerlendirildi. Bulgular: Olguların 108’i erkek (%77.7) ve 31’i kadın (%22.3) idi. Hastaların %72.8’i bronkoskopik forseps biyopsi ile tanı alırken, %4.9’u transtorasik iğne aspirasyon biyopsisi, %3.7’si trucut biyopsi ile tanı almıştır. Olguların %96.5’u primer akciğer kanseri, %2.8’i metastatik kanser, %0.7’si lenfoma idi. Tümörlerin histopatolojik tipleri; yassı epitel hücreli karsinoma (%30.9), küçük hücreli karsinoma (%27.3), adenokarsinoma (%8.6), karsinoid tümör (%0.7), adenoid kistik karsinom (%0.7), natürü belli olmayan olgular (%28.1) olarak saptadı. Hastaların % 56.8’i kemoterapi, % 16’sı kemoterapi ve radyoterapi, %11 sadece radyoterapi, 4 olgu cerrahi, kemoterapi ve radyoterapi, 5 olgu ise sadece semptomatik tedavi aldı. Yaşam süresi yassı epitelyum hücreli karsinomalı olgularda 10 ay, küçük hücreli karsinomalarda 11 ay, adenokarsinomalarda 16 ay bulunmuştur. Evre IV’lerin 11 ay, evre IIIb’lerin 10 ay, evre IIb’lerin 14 ay yaşadığı gözlenmiştir. Sonuç: Akciğer kanserli hastaların yaşam sürelerinde hücre tiplerinin katkısının olmadığı, tedavinin yaşam süresine olumlu etkisinin olduğu gözlemlenmiştir.
Aim: In this study we investigated clinical findings and properties of patients diagnosed as lung tumor within last 3 years. Material and Methods: We evaluated retrospectively demographic data, diagnostic methods, treatment modalities, and survival of cases diagnosed as lung cancer in last 3 years. Results: Of patients 108 (77.7%) were male and 31( 22,3%) female. The diagnostic methods were bronchoscopic forceps biopsy in 72.8% patients, transtorasic needle aspiration biopsy 4.9%, trucut biopsy in 3.7%. Of the cases 96.5% were primary lung cancer, 2,8% metastatic, and 0,7 % lymphoma. The histopathologic types were as follows; 30,9% Squamous cell carcinoma, 27,3 % small cell carsinoma, 8,6% adenocarsinoma, 28,1 %,unknown nature, 1 case carcinoid cancer, and 1 case adenoid cystic carcinoma,. Distribution of management protocols of patients was 56,8% chemotherapy (CT), 16% CT and radiotherapy (RT), 11% RT, 4 cases surgery, and 5 cases only symptomatically treated. Mean life durations were found 10 months in squamous cell carsinoma, 11 months in small cell carsinoma, 16 months in adenocarsinoma. According to the stage, mean life durations were found as follows; 11 months in stage IV, 10 months in stage IIIb, 14 months in stage IIb. Conclusion: We concluded that cell type had no effect and the treatment had positive effect on survival of patients with lung cancer,

5.The Relationship Between Catheterisation And Nosocomial Urinary Tract Infections In Our Clinic And Bacterial Prevalance: A Retrospective Study
Cavit Ceylan, Serkan Doğan, Süha Şen, Öner Odabaş
Pages 21 - 26
Amaç Üroloji kliniğimizde son bir yıl içinde, nozokomial idrar yolları enfeksiyonu (İYE) nedeniyle takip ettiğimiz hastaları, etken patojenler ve enfeksiyona neden olan etyolojiler içinde, üriner kateterizasyonun yerini retrospektif olarak değerlendirdik. Yöntem: Son bir yılda mikrobiyoloji laboratuarında idrar kültürlerinde üreme saptanan, üroloji kliniğinde tedavi gören hastalar çalışma kapsamına alınmıştır. Hastalar geçirdikleri operasyonlar, kateterizasyonlar ve üreyen mikroorganizmalar yönünden değerlendirilmiştir. Bulgular: Yaşları 18-83 (ortalama yaş 51.9) olan, 35 kadın (%26.7), 96 erkek (%73.3) toplam 131 hastanın idrar kültürlerinde üropatojen üremesi saptadık. Bu hastaların 121’i (%92.4) operasyon geçirmiş, 10’u (%7.6) herhangi bir ürolojik girişim geçirmemişti. Cerrahi işlem geçiren hastaların 80’i (%66.1) endoskopik cerrahi, 41’i (33.9) açık cerrahi geçirmişlerdi. Hastaların 105’ine (%80.2) kataterizasyon uygulanmış, 26 (%19.8) hastaya ise herhangi bir kataterizasyon uygulanmamıştı. Hastaların idrar kültürlerinde üreme saptanan üropatojenler ise sırasıyla; E. Coli 51 hastada (%38.9), Pseudomonas Aeruginosa 26 hastada (%19.8), Klebsiella. spp. 24 hastada (%18.3), Enterococcus Faecalis 11 hastada (%8.4), Acinetobacter baubanni 5 hastada (%3.8), Stafilococcus Aureus 4 hastada (%3.1), Serratia marcences 4 hastada (%3.1), Stafilococcus Epidermidis 2 hastada (%1.5), Morganella spp. 2 hastada (%1.5), Stenotrophomonas Maltophilia 2 hastada (%1.5) tespit edilmiştir. Sonuç: Son bir yılda üroloji kliniğinde karşılaştığımız idrar yolu enfeksiyonlarının en sık sebebi üriner kateterizasyondur. Opere olan veya olmayan hastalarda en sık karşılaştığımız etken üropatojen ise %38.9 oranında E.Coli’dir.
Aim: We retrospectively evaluated the role of urinary catheterization as an etiologic factor in patients with urinary tract infection (UTI), detected in the past year in our urology clinic. Matherial and Method: Patients treated in urology clinic in one year with positive urine cultures, were included in the study and were evaluated in terms of previous surgery, catheterisation and isolated microorganisms. Results: A total of 131 patients, 35 women (26.7%) and 96 men (73.3%), were aged between 18-83 years (mean: 51.9 years). 121 of them (%92.4) had previous urological surgery while 10 had not (%7.6). Surgical procedures were endoscopic in 80 (66.1%) and open surgery in 41 (33.9%). Urinary catheterisation were performed in 105 of the patients (%80.2) while in 26 (%19.8) were not. Microorganisms isolated in urine cultures were Escherichia coli in 51 (%38.9), Pseudomonas aeroginosa in 26 (%19.8), Klebsiella spp. in 24 (%18.3), Enterococcus faecalis in 11 (%8.4), Acinetobacter baubanni in 5 (%3.8), Stafilococcus aureus in 4 (%3.1), Serratia marcences in 4 (%3.1), Stafilococcus epidermidis in 2 (%1.5), Morganella spp. in 2 (%1.5) and Stenotrophomonas maltophilia in 2 (%1.5), respectively. Conclusion: The most common cause of UTIs diagnosed in our urology clinic in the past year is urinary catheterisation. The most isolated microorganism in urine cultures of patients; with or without previous surgery; is Escherichia Coli (38.9%).

6.The Effect of Postoperative Tramadol Consumtion of Lornoxicam and Paracetamol Used in Preemptive
Öznur Uludağ, Gönül Ölmez Kavak, Orhan Tokgöz, Feyzi Çelik, Adnan Tüfek, Zeynep Baysal Yıldırım, Haktan Karaman, Abuzer Uludağ
Pages 27 - 32
Amaç: Çalışmamızda mikroşirurjik lomber diskektomi operasyonu yapılan hastalara preemptif kullanılan parasetamol ve lornoksikamın postoperatif analjezik etkinliğini araştırmayı amaçladık. Yöntem: Mikroşirurjik lomber diskektomi operasyonu planlanan ASA I-II grubu, 18–65 yaş arası, 63 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar 3 gruba ayrıldı. Grup I (n=21)’e 100 mL %0.09 NaCl içerisinde 1 gr parasetamol iv infüzyon, Grup II (n=21)’ ye 100 mL %0.09 NaCl içerisinde 8 mg lornoksikam iv infüzyon ve Grup III (n=21)’e 100 mL %0.09 NaCl solüsyonu iv infüzyon operasyondan 15 dk önce uygulandı. Standart anestezi indüksiyonu sonrası endotrakeal entübasyon gerçekleştirildi. Operasyon sonrasında tüm olguların postoperatif analjezi gereksinimleri hasta kontrollü analjezi (HKA) cihazı (bolus dozu 20 mg, kilitli kalma süresi 15 dk, 4 saatlik limit 200 mg) kullanılarak iv tramadol ile sağlandı. Operasyonu takiben ilk dozdan 8 ve 16 saat sonra çalışma ilaçları aynı dozda tekrarlandı. Her üç grupta 24 saat boyunca vizüel analog skala (VAS) ve sözel ağrı skoru (SAS) skorları, tramadol tüketimleri, yan etkiler ve hasta memnuniyeti kaydedildi. Bulgular: Grup I ve Grup II’ nin VAS ve SAS skorları ile tramadol tüketim miktarı benzer olup, Grup III’ e göre istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulundu. Her üç grup arasında yan etkiler ve hasta memnuniyeti açısından bir fark bulunmadı. Sonuç: Preemptif kullandığımız parasetamol ve lornoksikamın lomber disk hernisi cerrahisi sonrasında postoperatif ağrı tedavisinde güvenilir, etkin ve benzer analjezik etki sağladığı görüldü.
Aim: In this study, postoperative analgesic efficacy of lornoxicam and paracetamol used in preemptive in microsurgery lumbar discectomy were investigated. Method: This study was performed on 63 patients, ASA class I - II group, 18 to 65 years, undergoing micro-lumbar discectomy.The patients were divided into 3 groups randomized after the operating table. Group I (n = 21) to 1 g paracetamol in 100 mL 0.09% NaCl, Group II (n = 21) to 8 mg lornoxicam in 100 mL in 0.09% NaCl and Group III (n = 21) to 100 mL 0.09% NaCl infusion iv was performed 15 min before the operation. Standard endotracheal intubation was performed after induction of anesthesia. After the operation, a postoperative analgesia requirement in all cases was achieved by using the device PCA (bolus dose of 20 mg, locked for 15 minutes, 4 hour limit of 200 mg) with iv tramadol. Following the operation, the same dose of study medication was repeated 8 and 16 hours after the first dose. Result: SAS -VAS scores, tramadol consumption, side effects and patient satisfaction were recorded during 24 hours. The SAS - VAS scores and the consumption of tramadol were similar in Group I and II, but statistically significantly were lower according to Group III. The side effects and patient satisfaction did not different in three groups. Conclusion: The preemptive use of paracetamol and lornoxicam in the treatment of postoperative pain after lumbar disc microsurgery was provided a safe, effective and similar analgesic effect.

OLGU SUNUMU
7.Fludarabine Associated Tumor Lysis Syndrome in Chronic Lymphocytic Leukemia: a Case Report
Cengiz Demir, Murat Atmaca, Mehmet Fatih Özbay, Eyüp Taşdemir, Murat Alay
Pages 33 - 35
Genellikle histolojik olarak agresif tümörlerde gözlenen tümör lizis sendromu kronik lenfositik lösemide oldukça nadiridir. Malignite tipi, dolaşımdaki yüksek tümör hücre sayısı ve büyük tümör kitlesi gibi bazı tümör ilişkili faktörler, altta yatan böbrek yetmezliği gibi bireysel faktörler ve kullanılan antikanser rejimlerin tipi ve yoğunluğu tümör lizis sendromu için tanımlanmış risk faktörleridir. Fludarabin kronik lenfositik lösemili hastaların tedavisinde sıklıkla kullanılan bir pürin analoğudur. Kronik lenfositik lösemili hastalarda fludarabin tedavisine bağlı akut böbrek yetmezlikli tümör lizis sendromu oldukça nadir bir komplikasyondur. Biz burada fludarabin infüzyon tedavisi sonrası tümör lizis sendromu görülen bir kronik lenfositik lösemili olgu sunduk.
Massive tumor lysis is an unusual event that is generally confirmed to histologically aggressive neoplasms and is very rare in chronic lymphocytic leukemia. Risk factors include the type of malignancy, some tumor-related factors such as high numbers of circulating tumor cells and a large tumor burden, the presence of individual factors such as preexisting renal insufficiency, and the type and intensity of anticancer regimen used. Fludarabine is a frequently used purine analogue in the treatment of patients with chronic lymphocytic leukemia. Tumor lysis syndrome with acute renal failure is a very rare complication of fludarabine therapy in patients with chronic lymphocytic leukemia. We report the occurrence of tumor lysis syndrome after the infusion of fludarabine therapy in a patient with chronic lymphocytic leukemia.

8.Poisoning with Henbane in 32 Weeks Pregnant
Sevdegül Karadaş, Ayşe Güler, Musatafa Şahin, Lütfi Behçet
Pages 36 - 38
Gebe bir olguda Hyoscyamus niger L. yenilmesi sonucu gelişen zehirlenmeyi literatür eşliğinde sunmayı amaçladık. Yirmi üç yaşında, gravida 2, parite 1 olan 32 haftalık gebe, adını bilmediği ve marula benzettiği bitkiyi yedikten sonra bulantı, kusma, görmede bulanıklık, anlamsız konuşma şikayetleriyle acil servise başvurdu. Fizik muayenede taşikardi, yüzde kızarıklık ve midriazis, elektrokardiografide sinüs taşikardisi mevcuttu. Hastaya nazogastrik sonda ile mide lavajı yapıldı, aktif kömür verildi ve destek tedavisi uygulandı. Monitorize edilerek takibe alınan hasta bulgularının düzelmesi sonucu taburcu edildi. Sonuç olarak; antikolinerjik sendroma yol açan zehirlenmelerde, gebe olgularda tedavi yaklaşımı gebe olmayanlarla aynı olup, iyi bir gözlem, monitorizasyon ve destekleyici yaklaşımdan ibarettir. Erken tanı ve tedavi hayat kurtarıcıdır.
We aimed to present a case of intoxication occurring as a result of Hyoscyamus niger L ingestion in a pregnant patient under the shed of literature. Twenty three year-old-age, gravida 2, parity 1 pregnant woman in 32nd gestational week was admitted to the emergency room with complaints of nausea, vomiting, blurred vision and meaningless speech all developing after eating a plant that she didn’t know its name and was similar to lettuce. On physical examination, tachycardia, facial flushing and mydriasis were noticed and sinus tachycardia was present on electrocardiogram. Gastric lavage was performed via nasogastric tube, activated charcoal was given and supportive therapy was started. The patient who was monitored under observation was discharged after her symptoms were relieved. In conclusion; in intoxications resulting in anticholinergic syndrome, treatment in pregnant women is the same as in nonpregnant and consists of a good observation, monitorization and supportive approach. Early diagnosis and treatment are lifesaving.

9.A Case of Generalized Darier’s Disease
Necmettin Akdeniz, Serap Güneş Bilgili, Ömer Çalka, İrfan Bayram
Pages 39 - 41
Darier hastalığı (Darier-White hastalığı, keratozis folikülaris), seboreik bölgelerde yağlı, hiperkeratotik papül ve plaklarla karakterize, otozomal dominant geçişli, nadir görülen bir genodermatozdur. Bu makalede Darier hastalığı tanısı konulan 32 yaşındaki bir bayan olgu, nadir görülmesi ve yaygın tutulumla seyretmesi nedeniyle sunuldu.
Darier’s disease (Keratosis follicularis, Darier-White disease), is a rare autosomal dominant genodermatosis characterized by greasy hyperkeratotic papules and plaques in seborrheic areas. In this paper, a 32-year-old female patient with Darier’s disease was presented for its rarity and generalized course.

10.Can the fetal nuchal translucency be determined before the eleventh week of the pregnancy when it is routinely measured? A case report, and theories of fetal nuchal translucency
İbrahim Alanbay, Hakan Çoksüer, Cihangir Mutlu Ercan, Aşkın Evren Güler, Emre Karaşahin, Uğur Keskin, Ali Ergün
Pages 42 - 45
İlk trimester ense kalınlığı (NT) Down Sendromu’nun yanı sıra diğer anöploidiler ve anomaliler için de en etkili tarama stratejisidir. Ense kalınlığı ölçümü için güncel kılavuzlar, fetal baş-popo uzunluğunun 45 ve 84 mm arasında olduğu 11 ile 14. gebelik haftaları arasında ölçüm yapılmasını önermektedir. NT kalınlığı artışında ileri sürülen en önemli mekanizmalar; ekstraselüler matriksin kompoziyonunun değişmesi, kalp ve büyük arter anomalileri ve bozuk veya gecikmiş lenfatik gelişimdir. Erken gebelikte artmış NT ölçümü, distandü juguler keseler ile ilişkili olabilir ve Turner Sendromu’ndaki gibi lenfanjiogenetik bir bozukluk olduğunu düşündürmektedir. Bu yüzden, erken gestasyonel haftada (<11 hafta) görülen aşırı NT ölçümü Turner Sendromu’nu düşündürmelidir.
First trimester nuchal translucency (NT) is the most effective screening strategy for Down syndrome as well as other aneuploidy and anomalies. Current guidelines for the measurement of nuchal translucency recommend that the measurement should be taken between 11 and 14 weeks’ gestation when the fetal crown–rump length is between 45 and 84 mm. Cardinal proposed mechanisms for the increase in NT thickness include altered composition of the extracellular matrix, abnormalities of the heart and great arteries, and disturbed or delayed lymphatic development. Increased NT measurement in early pregnancy may be associated with distended jugular sacs and suggest a disturbance in lymphangiogenesis as seen in Turner syndrome. Therefore, when excess NT in early gestation weeks(<11 weeks) is observed one should think of Turner Syndrome.

DERLEME
11.Congenital Malaria
A.Barış Akcan, Mediha Kazık
Pages 46 - 50
Konjenital sıtma, sıtmanın çok az bilinen ve ihmal edilen bir alanıdır. Bu konudaki bilgiler daha çok immun olmayan annelerden doğan çocukların vaka sunumlarına dayanmaktadır. Moleküler tekniklerin kullanımıyla, konjenital enfeksiyon endemik ülkelerde kadınlardan doğan infantlarda saptanmaya başlanmıştır. Ayrıca, tedaviye yaklaşımda klinik kılavuzlar açısından konsensus eksikliği bulunmaktadır. Bu konu hakkında daha fazla araştırmaya ihtiyaç bulunmaktadır.
Congenital malaria is the least known and a very neglected manifestation of malaria. Most of the information is limited to case reports in children born to non-immune women. With the use of molecular techniques, congenital infection is being detected among infants born to women in endemic countries. Also there is a lack of consensus on the clinical guidelines for its management. More research is needed about this subject.

LookUs & Online Makale