E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 22 (3)
Volume: 22  Issue: 3 - 2015
1.Cover

Pages I - II

KLINIK MAKALE
2.Emergent Coronary By-Pass Surgery Results in Acute Coronary Syndrome Patients
Ali Kemal Gür, Serkan Akdağ, Koray Demirel, Dolunay Odabaşı, Alper Sami Kunt
Pages 138 - 143
Kliniğimizde akut koroner sendrom sonrası yapılan acil koroner bypass cerrahisi uygulanan hastaların sonuçları, elektif koroner bypass uygulanan hastaların sonuçları ile karşılaştırılmıştır. Materyal Metod: Kliniğimizde Ekim 2011- Ocak 2013 yılları arasında 380 koroner bypass cerrahisi yapılmıştır. Bu yapılan operasyonlar içerisinde 32 hasta akut koroner sendrom sonrası ilk 6 saat içerisinde acil koroner bypass cerrahisi yapılmıştır. 32 hastanın 24'ü erkek(ort.yaş: 58±2), 8'i kadın (ort.yaş: 60±3) idi. Elektif koroner bypass yapılan 348 hastanın 217'si erkek (ort.yaş: 53±4), 131'i kadın (ort.yaş: 59±3) idi. Acil koroner bypass yapılan hastalar (n:32); 20 hastaya (%63) Atan Kalpte (AKKBPC), 10 hastaya (%31) On-Pump KBPC, 2 hastada (%6) On-Pump eşliğinde AKKBPC uygulandı. Tüm hastalarda internal torasik arter left anterior desending arter için kullanıldı. Elektif koroner bypass cerrahisi yapılan hastalar(n:348); 263 hastaya (%75) AKKBPC, 67 hastaya (%20) On-Pump KBPC, 18 hastada (%5) On-Pump eşliğinde AKKBPC uygulandı. Tüm hastalarda Left Inter Mammary artery (LIMA) Left Anerior Desending (LAD) arter için kullanıldı. Bulgular: Postoperatif sonuçlar değerlendirildiğinde acil koroner bypass cerrrahisi yapılan hastaların (n:32);erken mortalite (?10 gün): 2 (%6), geç mortalite (10-30 gün): 2 (%6), yüksek doz inotrop ihtiyacı: 9 (%28), intra aortik balon kullanımı: 6 (%19), ortalama yoğun bakım kalış süresi (gün) 3.2±1.5 idi. Elektif koroner bypass cerrahisi yapılan hastaların (n=348); erken mortalite (?10 gün): 11 (%3), geç mortalite (10-30 gün): 7 (%2) yüksek doz inotrop ihtiyacı: 11 (%3), İABP kullanımı: 4 (%1), ortalama yoğun bakım kalış süresi (gün) 2.6±0.7 idi. Gruplar arasında kanama miktarı açısından anlamlı bir fark yoktu. Sonuç: Acil koroner bypass cerrahisi morbidite ve mortalite oranları göz önüne alınarak geciktirilmeden yapılması gereken işlemlerdir. Postoperatif dönemde yakın izlem, destek tedavi ve İntraAortik Balon Pumping (IABP) ile elektif cerrahiye yakın prognoz sağlanabilmektedir.
Objective: The results of Emergent Coronary By-Pass Surgery (CBPS) on Acute Coronary Syndrome (ACS) patients were compared with patients who had elective CBPS in our clinic. Method: Between October 2011 and January 2013, 380 CBPS were performed. 32 patients had emergent CBPS in 6 hours who had acute coronary syndrome. 24 of the 32 patients were male (median age: 58±2), 8 of 32 patients were female (median age: 60±3). The patients who had emergent CBPS (n: 32); 20 (63%) patients were performed BeatingHeart (BH) CBPS, 10 (31%) patients were performed CBPS with heart and lung machine (HLM), 2 (6%) patients were performed BH CBPS accompanied with HLM. In all patients Left Inter Mammary Artery (LIMA) was used for the Left Anterior Descending (LAD) artery. The patients who had elective CBPS (n: 348); 263 (75%) patients were performed Beating Heart (BH) CBPS, 67 (20%) patients were performed CBPS with heart and lung machine (HLM), 18 (5%) patients were performed BH CBPS accompanied with HLM. In all patients Left Inter Mammary Artery (LIMA) was used for the Left Anterior Descending (LAD) artery. Results: Considering post opertaive results in emergent CBPS patients (n: 32); early mortality (?10 days): 2 (6%), late mortality (10-30 days): 2 (6%), high dose inotrop need: 9 (28 %), Intra Aortic Baloon Pumping (IABP) usage: 6 (19%), median intensive care unit (ICU) stay (days): 3.2±1.5. Elective CPBS patients (n: 348); early mortality (? 10 days): 11 (3%), late mortality (10-30 days): 7 (2%), high dose inotrop need: 11 (3%), Intra Aortic Baloon Pumping (IABP) usage: 4 (1%), median intensive care unit (ICU) stay (days): 2.6±0.7. There were no statistically significant difference between groups in postoperative hemorrhage. Conclusion: Considering high morbidity and mortality rates, emergent CBPS should be performed without delay. By close surveillence and support therapy in post operative period, close prognosis to elective CBPS could be achieved by IABP.

3.Does Desnutrin Have A Role in The Pathogenesis of Gestational Diabetes Mellitus?
Hasine Gölge Atlı, Remzi Atılgan, Hasan Atlı, Ali Gürel, Süleyman Aydın
Pages 144 - 148
Amaç: Gestasyonel diyabetes mellitus (GDM), gebelikte meydana gelen diyabettir. Gebelik insülin direnci ile karakterizedir. Diyabetik olmayan gebelerde insülin direncindeki bu artış çeşitli adaptasyon mekanizmalarıyla dengelenmektedir. Bu adaptasyona yanıt yeterli olmazsa gestasyonel diyabetes mellitus gelişebileceği yönünde fikirler ortaya konmuştur. Desnutrin adipoz dokudaki lipolizin düzenlenmesinde rol oynayan lipolitik bir proteindir. Adipositlerde triaçilgliserol lipolizinin bozulmasıyla tip 2 diyabetes mellitus (DM), obezite, insülin direnci ve serum serbest yağ asitleri arasında açık bir ilişki olduğu bilinmektedir. Yöntem: Bu çalışmada; sağlıklı gebeler ile GDM’lu olgular arasındaki plazma desnutrin düzeyleri karşılaştırılmış ve GDM etyopatogenezinde desnutrinin rolü araştırılmıştır. Bulgular: Çalışmamızda; desnutrin düzeyi GDM’lu grupta normal gruba göre düşük bulunmuştur. Sonuç: Bu azalma istatistiksel olarak anlamlı olmasa da (p>0.05) desnutrinin, GDM’nin etyopatolojisinde rol oynadığını düşündürmektedir.
Objective: Gestational diabetes (GDM) is diabetes that occurs during pregnancy. Pregnancy is characterized by insulin resistance. This increase in insulin resistance in non-diabetic pregnant women is thought to be compansated by various adaptation mechanisms. It is thought that this adaptation is not enough response so gestational diabetes can develop. Desnutrin is a lipolytic protein that has role in the regulation of lipolysis in adipose tissue. It is known that there is a clear correlation between adipocyte triacylglycerol (TAG) lipolysis disruption and disorders such as type 2 diabetes mellitus (DM), obesity, insulin resistance and serum free fatty acids. Methods: In this study; serum desnutrin levels of healthy pregnant women and patients with GDM were compared and the role of desnutrin in the pathogenesis of GDM was investigated. Results: In our study; desnutrin levels of GDM group were lower than those in control group. Conclusion: Although this decrease is not statistically significant (p > 0.05), desnutrin may play role in the etiology of GDM.

4.Investigation of Geriatric Age Group Trauma Cases Applying to Plastic Surgery Clinic
Serdar Yüce, Mustafa Öksüz, Muhammet Eren Ersöz, Ahmet Kahraman, Dağhan Işık, Bekir Atik
Pages 149 - 154
Amaç: Plastik Cerrahi Kliniğine travma nedeniyle başvuran 65 yaş üstü hastaların değerlendirilmesi yapıldı. Yöntem: Çalışmaya 2010-2014 yılları arasında Plastik Cerrahi Kliniğine başvuran geriatrik yaş grubu travma hastaları dahil edildi. Hastaların, yaşları, cinsiyetleri, tanıları, travma nedenleri, lokalizasyonları, yapılan cerrahi işlemler, ek dahili problemler, anestezi türleri, verilen ek tedaviler sınıflandırıldı. Bulgular: Travma nedenleri incelendiğinde 9 (%39.13) hastada düşme, 6 (%26.09) hastada trafik kazası, 2 (%8.7) hastada kesici alet yaralanması, 2 (%8.7) hastada hayvan yaralanması, 2 (%8.7) hastada traktör kayış yaralanması, 1 (%4.34) hastada darp, 1 (%4.34) hastada ip yaralanması olduğu saptandı. Yapılan cerrahi işlemler incelendiğinde 6 (%26.09) hastada maksillofasiyal fraktür için açık redüksiyon ve internal tespit, 6 (%26.09) hastada kesi nedeniyle sütürasyon, 5 (%21.74) hastada maksillofasiyal travma nedeniyle medikal tedavi ile takip, 4 (%17.40) hastada tendon onarımı, 1 (%4.34) hastada mandibula fraktürü nedeniyle intermaksiller fiksasyon, 1 (%4.34) hastada doku defekti nedeniyle fleple onarım yapıldı. Sonuç: İyi bir preoperatif hazırlıkla birçok yaşlı travma olgusunun cerrahi tedavisi güvenle yapılabilmekte ve yeterli fonksiyonel ve estetik sonuç alınabilmektedir.
Aim: The evaluation of patients over 65 years old applying to Plastic Surgery Clinic because of trauma. Method: Geriatric age group trauma patients who applied to Plastic Surgery Clinic between the 2010-2014 years were included in the study. The ages, genders, diagnosis, trauma reasons, localizations, surgical applications, additional internal problems, anesthesia types and additional treatments given were classified. Results: When trauma reasons were examined in 9 patients (39.13%) falling, in 6 of them (26.09%) traffic accident, in 2 of them (8.7%) injuries of sharp objects, in 2 (8.7%) injuries of animal, in 2 (8.7%) injury of tractor belt, in 1 of them (4.34%) pounding and in 1 of them (4.34%) injury of rope were obtained. When applied surgeries were examined in 6 (26.09%) patients open reduction and internal fixation was done for maxillofacial fracture, in 6 of them (26.09%) saturation for cuts, in 5 of them (21.74%) follow up for maxillofacial trauma, in 4 of them (17.40%) tendon repair, in 1 (4.34%) patient intermaxillar fixation for mandibula fracture and in 1 patient (4.34%) flap repair for tissue defect. Conclusion: Surgical treatment of many old facts can be done securely with well preoperative preparation and efficient and functional results can be taken.

5.Anxiety Scoring in Asymptomatic Premenopausal Patients with Benign Ovarian Cyst
Gokalp Oner, Pasa Ulug, Hicran Karaca Sonmezer, Iptisam Ipek Muderris
Pages 155 - 158
Amaç: Bu çalışmamızın amacı oral kontraseptif kullanımı ile takip yönteminin benign over kisti olan asemptomatik premenopozal hastaların anksiyete seviyeleri üzerine etkisini araştırmak. Yöntem: Doksan asemptomatik premenopozal bayan bu prospektif çalışmaya dahil edildi. Tüm bayanların (21-39 yaş) jinekolojik ve transvajinal muayeneleri yapıldı. Benign over kisti olan hastalar iki gruba ayrıldı ve 3 ay takip edildi. Grup 1'e drospirenon ve etinil östradiol içeren oral kontraseptif başlanırken grup 2'ye hiçbir medikal tedavi başlanmadı. Grup 3 herhangi bir ovariyan kisti bulunmayan sağlıklı kontrol grup idi. Anksiyete seviyeleri hastalar ilk kistlerinin olduğunu öğrendiğinde ve 3 ay sonra, Kişisel Özellik Hali (STAI) ile ölçüldü. Bulgular: Grupların demografik karakterleri benzerdi. Kist çapı ve CA-125 seviyeleri grup 1 ve 2'de benzerdi. Anksiyete skorları ovariyan kisti olan takip grubunda istatistiksel olarak anlamlı yüksekti. Anksiyete skorları oral kontraseptif eklenen grupta takip grubuna göre daha azdı. Fakat anksiyete skorları sağlıklı kontrolle kıyaslandığında benign over kisti olduğunu öğrenen gruplarda artmıştı. Sonuç: Herhangi bir malignensi şüphesi olmaksızın benign over kisti, bayanlarda artmış anksiyete ile ilişkilidir. Benign over kisti tedavisinde oral kontraseptif kullanımı ile takip yöntemi benzer olmasına karşın oral kontraseptif eklenmesi hasta anksiyetesini azaltmaktadır.
Aim: The aim of this study was to investigate the effect of oral contraceptive usage and follow-up management on the anxiety levels of asymptomatic premenopausal patients with benign ovarian cyst. Methods: Ninety asymptomatic premenopausal women were admitted to this prospective study. All of the women (21-39 years) underwent gynecological examination and transvaginal ultrasound examination. The patients with benign ovarian cyst were followed up in 3 months and divided into 2 groups. Although Group 1 was begun with oral contraceptive containing with ethinyl estradiol plus drospirenone, Group 2 was followed up without any medical treatment. Group 3 was the healthy control group without any ovarian cyst. Anxiety levels were measured by State Trait Inventory (STAI) when the patient firstly learned having cyst and after 3 months. Results: The demographic characteristics of the groups were similar. Cyst diameter and CA-125 levels were comparable between the group 1 and 2. Anxiety scores were statistically significant higher in follow-up group with ovarian cyst. Anxiety scores were lower in the oral contraceptive administered group than follow-up group. However, all of the groups that learned having benign ovarian cyst had increased anxiety scores comparing with healthy control. Conclusion: Having benign ovarian cyst without any malignancy suspicion was associated with increasing anxiety in women. Although oral contraceptive usage was not superior than following-up management for the benign ovarian cyst treatment, oral contraceptive administration might decrease patient’s anxiety.

6.Recurrent Peripheral Facial Paralysis: 4 Cases Presention
Cüneyt Kucur, İsa Özbay, Onur Erdoğan, Fatih Oğhan, Nadir Yıldırım
Pages 159 - 165
Yüzün bir kısmının ya da tamamının kas fonksiyonlarının kaybedilmesi fasiyal paralizi olarak adlandırılmaktadır. Fasiyal paralizi; periferik ve santral olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Periferik fasiyal paralizili (PFP) hastaların %80’i yaklaşık 3 ay içerisinde düzelebilmektedir. Tüm periferik fasiyal paralizilerin %2-9’luk kısmı ipsilateral ya da kontralateral tarafta tekrar etmektedir. Tekrarlayan periferik fasiyal paralizilerin (TPFP) büyük çoğunluğu idiopatik olmakla birlikte altta yatan önemli bir hastalığa bağlı ortaya çıkabilmektedir. Bu nedenle etiyolojiyi aydınlatabilmek için daha fazla hastalığı göz önünde bulundurmak ve ayırıcı tanıda düşünmek gerekmektedir. Bu yazımızda tekrarlayan periferik fasiyal paralizili 4 olgumuzu literatür eşliğinde tartışarak, olası tekrarlayan fasiyal paralizi nedenlerini gözden geçirdik. Bu bilgiler ışığında, prognozu en iyi seviyeye çıkarmak için yapılabileceklerin önemini vurgulamak istemekteyiz.
Facial paralysis is the total loss of voluntary muscle movement of one side of the face. It can be divided into two types including peripheral and central facial paralysis. Approximately %80 of patients with peripheral facial paralysis recovers completely in 3 months. However in 2-9% of patients, recurrences can be seen on ipsilateral or contralateral side. Although most of the cases are idiopathic, recurrent peripheral facial paralysis may develop due to an underlying severe disease. Therefore to enlighten the etiology, careful investigation and differential diagnosis is essential. Herein, we present 4 patients with recurrent peripheral facial paralysis with possible etiological causes and literature review. In conclusion, we wanted to emphasize the significance of approach to improve the prognosis of disease.

7.The efficiency of Antropyloric Thickness Measured in Abdominal Computed Tomography Examination in Differentiating Benign and Malignant Gastric Processes
Alpaslan Yavuz, Aydın Bora, Cem Alptekin, Ahmet Cumhur Dülger
Pages 166 - 172
Amaç: Günümüzde mide kanserli hastaların cerrahi tedavilerden küratif anlamda fayda görebilmeleri ve daha uzun yaşam sürelerine sahip olabilmeleri için erken tanı büyük önem taşımaktadır. Bu çalışmada abdominal bilgisayarlı tomografi tetkikinde ölçülen antropilorik duvar kalınlığı ile endoskopik-patolojik değerlendirme sonuçlarının karşılaştırmalı değerlendirilmesi, böylece benin ve malin durumların ayırımına katkı sağlayabilecek antropilorik duvar kalınlığına yönelik bir kesim değerinin saptanması amaçlandı. Ayrıca subklinik H. Pylori enfeksiyonunun antrum kalınlığına potansiyel etkisi araştırılmıştır. Yöntem: Çalışmaya 18-80 yaşları arasında, antrum duvarının optimal izlendiği bilgisayarlı abdominal tomografi tetkikine sahip ve aynı zamanda endoskopik olarak antropilor duvar örneklemesi yapılmış 73 hasta dahil edildi. Hastaların abdomen BT tetkiklerinden ölçülen antropilor cidar kalınlıkları ile yine antrum cidarından elde edilen biyopsi materyallerinin histopatolojik sonuçları retrospektif olarak karşılaştırıldı; benin (kronik gastrit, hafif-orta-şiddetli aktif kronik gastrit) ve malin (primer veya metastatic mide kanseri) patolojileri ayırmada cidar kalınlığı açısından ROC analizi ile kesim değeri belirlendi. Ayrıca patolojik incelemede benin bulguya sahip hastalarda H. Pylori enfeksiyonu açısından değerlendirilme yapıldı ve antrum cidar kalınlığı ile H. Pylori ilişkisi istatistiksel olarak değerlendirildi. Bulgular: 73 hastada (49 erkek, 24 kadın; ortalama yaş 50.9 yıl; yaş aralığı 18-80 yıl) sitopatolojik olarak saptanan mide antrum patolojilerin dağılımı; 17 hastada malin (16 hastada adenokarsinom, 1 hastada özefagus metastazı) ve 56 hastada benin (hafif-orta-şiddetli aktif kronik gastrit, kronik gastrit) idi. Antropilorik kalınlık açısından malin ve benin durumların ayrımı için kesim değeri 11,9 mm olarak alınması durumunda; duyarlılık %100 ve özgüllük %98 olarak bulunmuştur. Ayrıca benin patoloji sonucuna sahip hastalarda; gerek H. Pylori pozitif ve negatif grup arasında (p=0.249), gerek ise H. Pylori pozitif hastaların farklı tutulum şiddetindeki alt grupları arasında (p=0.638) antrum cidar kalınlığı açısından anlamlı farklılık saptanmadı. Sonuç: Optimal şekilde elde edilmiş abdominal BT tetkiklerinde yapılan antropilor cidar kalınlığı ölçümü bu bölgeden orijin alabilecek benin ve malin patolojilerin ayrımı konusunda kayda değer bilgi sağlamaktadır. Ancak belirlenen kesim değerinin desteklenmesi amacıyla daha geniş kapsamlı çalışmalar önerilmektedir.
Aim: Recently, the early diagnosis of gastric cancer has an evident significance for curative surgical therapies and for providing longer survival period. In this study, a cut-off value to contribute the differentiation of benign and malign gastric processes was aimed to be obtained by the comparative assessment of the endoscopically gained pathologic findings and antropyloric thickness measured from abdominal computed tomography examinations. The effect of subclinical H. Pylori infection to gastric antrum thickness was also investigated. Materials and Methods: 73 patients who had antral biopsies via endoscopical examinations, and who also had an abdominal computed tomography examination with an optimal quality for the antral thickness measurement were included. The antral thicknesses measured from CT examinations were compared with the pathological findings and ROC analysis was performed to calculate the cut-off value regarding the antral thickness for differentiating benign and malignant aspects. Additionally, patients with benign conditions were assessed in terms of H. Pylori infection, the relationship between the antrum thickness and H. Pylori was investigated. Results: The distribution of pathologic findings in 73 patients (49 male, 24 female; mean age 50.9 years; range 18-80) was; 17 cases were malignant (16 patients with adenocarcinoma, 1 patient was with metastasis from esophageal cancer) and 56 cases were benign (active chronic gastritis, chronic gastritis). The cut off value to differentiate benign from malignant conditions regarding the antropyloric wall thickness was calculated as 11.9 mm with a sensitivity of 100% and specificity of 98%. No significant difference was found in terms of antral thickness between the patients with and without H. Pylori infection (p=0.249), and also between the different subtypes of H. Pylori positive patients (p=0.638). Conclusion: Antropyloric wall thickness measurements from optimally achieved abdominal CT examinations can provide remarkable information that can be beneficial to differentiate the benign and malignant processes originating from gastric antrum. However, further studies with extended series are encouraged to support the determined cut-off value.

8.Our Percutaneous Nephrolithotomy Experiences in Pediatric Nephrolithiasis
Mehmet Kaba, Necip Pirinççi, Kerem Taken, Sultan Kaba, İlhan Geçit, Hüseyin Eren, Murat Demir, Kadir Ceylan
Pages 173 - 176
Amaç: Kliniğimizde son 3 yılda pediatrik yaş grubunda yapılan perkutan nefrolitotomi deneyimlerimizi sunmaktır. Yöntem: Yaş ortalaması 12,76 yıl (5-16yıl) olan 14’ü erkek, 11’ü kız olmak üzere 25 hastada 25 renal üniteye PNL ameliyatı yapıldı. Taşlar 16 hastada (%64) sağ, 9 hastada(%36) sol taraf yerleşimiydi. Taşların 12’si pelvis renalis, 6’sı alt pol, 1’i orta pol ve 6’sında hem pelvis hem de alt pol yerleşimliydi. Böbreğe giriş sağlamak için tüm hastalarda18F balon dilatasyon yapıldı. PNL işlemi için 15 F rijid nefroskop kullanıldı. Bulgular: Ortalama taş boyutu 321.68 mm2 (±142.377) idi. Ortalama PNL ameliyatı süresi 58.48 dk (±11.8 dk) idi. Ortalama skopi kullanma süresi 3.48 dk (±1.75 dk) idi. Akses için balon dilatasyon yapıldı. Postoperatif 1. günde 21 hastada tam taşsızlık (%84) sağlandı. 4 hastada (%16) operasyon sonrası rezidüel taş saptandı. 1 hastada (%4) forsepsle taş alınması sırasında kopan üreteral stent’in akciğere migrade olduğu görüldü. İki hastada(%8) postoperatif dönemde kan replasmanına gerek duyuldu. Ortalama hastanede yatış süresi 2.76 gün (±1.6) idi. Sonuç: Çocuklarda taş hastalığının tedavisinde PNL güvenli ve başarılı sonuçları olan bir tedavi yöntemidir.
Aim: To present our experiences with percutaneous nephrolithotomy performed in pediatric age groups within prior 3 years. Method: Percutaneous nephrolithotomy was performed in 25 renal units of 25 patients (14 boys, 11 girls) with mean age of 12.76 (5-16) years. Stones were localized at right side in 16 patients (64%) whereas at left side in 9 patients (36%). Of the stones, 12 were localized at renal pelvis, while 6 at lower pole, one at middle pole, and 6 at both renal pelvis and lower pole. In all patients, 18 F balloon dilation was performed to access kidney. Again, in all patients, 15 F rigid nephroscope was used for percutaneous nephrolithotomy. Results: Mean size of stones was 321.68±142.377 mm2. Mean percutaneous nephrolithotomy time was 58.48±11.8 min. Mean duration of scopy use was 3.48±1.75 min. Balloon dilation was performed for access to kidney. Stone-free status was achieved in 21 patients (84%) on the postoperative day 1. Residual stones were detected in 4 patients (16%) after percutaneous nephrolithotomy. In one patient, it was found that broken tip of ureteral stent during extraction of stone by using forceps was migrated to lung. Two patients (8%) required blood replacement at postoperative period. Mean length of hospital stay was 2.76±1.6 days. Conclusion: PNL is a safe treatment modality with successful outcomes in the treatment of pediatric stone disease.

9.Comparison of Dermatoscopic Versus Pathological Diagnoses in Pigmented Skin Lesions
Neşe Kurt Özkaya, Songül Sağlam Zor, Mürsel Çepni
Pages 177 - 181
Amaç: Deri lezyonlarını değerlendirirken klinik ön tanı doğruluk oranını artırma amaçlı dermatoskop kullanılır. Bu çalışmada dermoskopik tanısı konulup cerrahi önerilen melanositik ve nonmelanositik lezyonların dermoskopik ve patolojik tanılarının uyumluluğunun istatistik olarak anlamlı olup olmadığının karşılaştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Dermatolojik muayeneleri aynı hekim tarafından 15 mm’lik 10x büyütme, 8 beyaz LED özellikleri olan (3GEN DermLite DL 100) el dermatoskop cihazı kullanılarak yapılan 116’sı (%63.04) kadın, 68’i (%36.96) erkek toplam 184 hastadan alınan 300 adet eksizyon materyalinin tanıları karşılaştırılmıştır. Bulgular: Hastaların en küçüğü 7, en büyüğü 80 (ort. 36.47) yaşında olup; 116’sı (%63.04) kadın, 68’i (%36.96) erkek toplam 184 hastadan alınan 300 adet eksizyon materyalinin tanıları karşılaştırılmıştır. Lezyonların 220’si melanositik, 80’i nonmelanositik olarak değerlendirildi. Melanositik lezyonların 190’ının (%86.36) dermoskopik ve patolojik tanısı aynı olup, 30’unun (%13.64) farklıydı. Nonmelanositik lezyonların 30’unun (%37.5) dermoskopik tanısı ile patolojik tanısı aynı, 50’sinin (%62.5) tanısı ise farklıydı. Sonuç: Melanositik lezyonlarda doğru tanı koyma oranı nonmelanositik lezyonlara göre istatistik olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p=0.001). Çalışmamızda dermoskopi melanositik lezyonlarda daha yüksek oranda başarı sağlamıştır. Klinik tanının doğruluk oranının artması; hasta takibinde, cerrahi işlem öncesi planlamada ve doğru ön tanıyla da patoloğa yardımcı olacağı kanaatindeyiz.
Background: Dermatoscope is used to increase the precision ratio of clinical pre-diagnosis in terms of dermatological lesions. This study aims to compare statistical significance of dermatoscopic versus pathological diagnoses in terms of melanocytic and non-melanocytic lesions in which surgical excision is recommended. Methods: Dermatological examinations were performed by the same doctor with 15mm (10x focus), 8 white LED hand dermatoscope (3GEN DermLite DL 100). A total of 184 patients were enrolled; 116 of them were (63.04%) women, 68 of them were (36.96%) male. A total of 300 excision materials were compared in this study. Findings: The youngest patient was 7 years old and the oldest patient was 80 years old (average age was 36,47 years). 220 of the lesions were melanocytic, and 80 of the lesions were non-melanocytic. 190 of the melanocytic (86.36%) lesions had the same pathological diagnoses. 30 of the melanocytic (%13.64) lesions had different pathological diagnoses. 30 of the non-melanocytic (%37.5) lesions have the same pathological diagnoses. 50 of the non-melanocytic (62.5%) lesions had different pathological diagnoses. Results: Melanocytic lesions had statistically significant (p=0.001) higher ratio of same (precise) diagnosis than non-melanocytic lesions. Dermatoscopy provided significantly higher rates of success in cases of melanocytic lesions. We believe that increasing of precision ratio of clinical pre-diagnosis is very helpful for pathologists in finding right diagnoses. In addition, follow up of patients, planning of surgical interventions would be greatly improved by right diagnoses.

OLGU SUNUMU
10.A Case of Brucellosis Presenting with Maculopapullar Rash and Pneumonia
Tuna Demirdal, Recep Balık, Serap Ural, İlknur Vardar, Sibel El
Pages 182 - 184
Bruselloz tüm dünyada yaygın olarak görülmekte olup sıklığı ülkelerin gelişmişlik düzeyi ile ters orantılıdır. Ülkemizde birçok bölgede endemik olarak görülmektedir. Bruselloz sistemik bir hastalıktır ve en sık iskelet sistemi tutulmaktadır, deri lezyonları ile klinik semptomları bulunan olgulara nadiren rastlanmaktadır. Bu olgu sunumunda öksürük, ateş, yüksekliği ve her iki ayak bileğinde makülopapüler lezyon yakınması ile polikliniğe başvuran bir bruselloz olgusu sunulmaktadır.
Brucellosis is common all over the world. Frequency of the disease is inversely proportional to the level of development of countries. In our country brucellosis is endemic in many areas. Brucellosis is a systemic disease. Skeletal system involvement is most common. Patients with skin lesions and clinical symptoms are rarely seen. In this case report, a 50 years old female patient who had brucellosis with cough, fever, papular rash on both ankles and legs was presented.

11.Left Renal Vein Anomalies in Routine Abdominal CT Scans
Abdussamet Batur, Serdar Karaköse, Alpaslan Yavuz
Pages 185 - 187
Amaç: Rutin abdomen BT incelemelerinde sol renal ven anomalilerinin görünümleri ve görülme sıklığının araştırılması. Yöntem: Toplam 1004 abdomen BT tetkiki retrospektif olarak sol renal ven anomalileri açısından incelendi. Sol renal venin seyri ardışık BT kesitleri ile takip edilerek anomalileri araştırıldı. Bulgular: Çalışma kapsamındaki 1004 olgunun 63’ünde (~%6.3) sol renal ven anomalisi saptandı. Bunlardan 43 (%4.3)' ü retroaortik, 20’si (%2) sirkumaortik renal ven anomalisi idi. Sonuç: Sol renal ven anomalilerinin, retroperitoneal cerrahi ve girişimsel işlemlerden önce tanımlanması önemlidir. Bu anomaliler dikkatli incelemeler ile rutin abdomen BT tetkiklerinde saptanabilir.
Aim: The purpose of this study was to investigate the incidence of left renal vein anomalies in routine abdominal computed tomography scans. Methods: One thousand and four patients (590 men, 414 women) were evaluated retrospectively with routine abdominal computed tomography scans. Results: Sixty three patients of 1004 were identified with renal vein variants (6.3%). Forty three (4.3%) patients exhibited retroaortic left renal vein and twenty (2%) patients had circumaortic renal veins. Conclusion: The incidence of renal vein variations observed in this study is discussed and compared with that reported in the literature. It is necessary to emphasize that the presence of these renal vein variations in particular must be acknowledged since they have significant clinical importance.

12.Giant Medium Concha Bullosa Pyocele: Case Report
Nazım Bozan, Hakan Çankaya, Mehmet Hafit Gür, Mahfuz Turan, Mehmet Zeki Erdem, Barış Avşar, Mehmet Fatih Garça
Pages 188 - 190
Konkaların kemik yapısında meydana gelen pnömotizasyona konka bülloza denir. Lateral nazal duvarın en sık görülen anatomik varyasyonu olup etmoid hava hücrelerinin migrasyonu sonucu geliştiği düşünülmektedir. Ostiumun tıkanmasından konka bülloza içerisinde mukus birikmesiyle mukosel, enfeksiyon eklenmesiyle de piyosel gelişir. Bu olguda yaklaşık 4 aydır burun tıkanıklığı, baş ağrısı ve postnazal akıntı şikayetleri olan 17 yaşındaki erkek hastanın yapılan anterior rinoskopik muayenesinde sağ nazal pasajı tama yakın dolduran kitle ve septumun sola deviye olduğu görüldü. Hastaya lokal anestezi altında endoskopik olarak konka bülloza piyoselinin lateral ve inferior kısımları rezeke edilince bol miktarda yoğun kıvamlı pürülan materyal aspire edildi. İntraoperatif ve postoperatif dönemde herhangi bir komplikasyonla karşılaşılmadı. Postoperatif takiplerinde hastanın herhangi bir yakınmasının olmadığı ve nazal pasajın açık olduğu izlendi. Burun tıkanıklığı ve baş ağrısı şikayetiyle başvuran hastalarda konka bülloza piyoseline dikkat çekmek amacıyla bu olgu sunuldu.
Pneumatization which occurs in bone structures of conchas called concha bullosa. It is the most common anatomic variation of lateral nasal wall and it is considered that it develops due to migration of ethmoid air cells. Mucocele develops due to accumulation of mucosa in concha bullosa because of the blockage of ostium and pyocele develops with the accruing of infection. In this case, in the anterior rhinoscopic examination of 17 years old male patient who had nasal obstruction, headache and postnasal draining complaints for nearly 4 months, it was seen that there was a bulk filling right nasal passage almost completely and the septum was deviated to the left. When lateral and inferior parts of concha bullosa pyocele were resected endoscopically under local anaesthesia; plenty of viscous purulent materials were aspirated. No complication occurred in intraoperative and postoperative era. In postoperative follow-ups, it was observed that the patient had no complaints and nasal passage was open. This case is presented in order to draw attention to concha bullosa pyocele in patients who apply with nasal obstruction and headache complaints.

13.Laparoscopy for Diagnosis and Management of Meckel Diverticulum: Case Report
Serkan Arslan, Mehmet Şerif Arslan, Mehmet Hanifi Okur, Bahattin Aydoğdu, Hikmet Zeytun, Erol Basuguy
Pages 191 - 193
Meckel divertikülü gastrointestinal sistemin sık rastlanan konjenital anomalilerden biridir. Bu çalışmada laparoskopi yardımı ile hem tanı konulup hem de tedavi edilen olgu sunuldu. 12 yaşında erkek hastada yaklaşık bir haftadır sol alt kadranda düzelmeyen karın ağrısı mevcuttu. Hastaya tanısal laparoskopi yapıldı. Göbekten 10 mm lik bir trokar ve sol alt ve üst kadrandan olmak üzere 2 adet 5 mm lik trokar ile tanısal laparoskopi yapıldı. Meckel divertikülü tespit edilerek transumblikal olarak göbekten çıkarıldı. Wedge rezeksiyon yapılarak hem tanı hem tedavi sağlandı. Sonuç olarak, Meckel divertikülünde laparoskopi hem tanıda hem de tedavide önemlidir. Laparoskopi deneyimi az olan cerrahlar, laparoskopi ile tanı koyduktan sonra açık ameliyata geçerek ameliyatı tamamlayabilir veya göbekten çıkararak ekstrakorporal yapabilir. Deneyimli cerrahlar ise laparoskopik Meckel divertükülü eksizyonu yapabilir. Meckel divertikülünden şüphelenilen olgularda USG, BT gibi görüntüleme yöntemlerinin tanı değeri düşüktür. Tc-99m sintigrafi yapılamayan merkezlerde de tanıda kullanılabilir. Ayrıca batındaki ek patolojilerin tespitinde de yararlıdır.
Meckel diverticulum is one of the most common congenital abnormalities of gastrointestinal system. In this case report, a meckel diverticulum diagnosed and managed under laparoscopy assistance is reported. The patient was a twelve-year-old boy with left lower quadrant abdominal pain lasted for a week. Diagnostic laparoscopy was done by a 10 mm umblical and two 5 mm left upper and lower quadrants ports. Meckel diverticulum was seen and brougt out from umblicus. Diverticulum excised like wedge-shaped and cure was provided. As a result, laparoscopy is important for diagnosis and management of Meckel diveticulum. Surgeons who are not experienced enough on laparoscopy may turn to open surgery or bring out diverticulum from umblical port and excise the diverticulum extracorporally. Experienced surgeons can do the whole surgery laparoscopically. The value of ultrasonography and computed tomography for the diagnosis of Meckel diverticulum is low. Laparoscopy could be used for diagnosis in centers where scintigraphy is not avaiable. At the same time additional abnormalities could be diagnosed with laparoscopy.

14.Meme Kanseri için Verilen Kemoterapi Sonrası Gelişen Multipl Myelom: Vaka Takdimi ve Kısa Bir Derleme
Ali Gürel, Bilge Aygen, Murat Kara, Emin Tamer Elkiran
Pages 194 - 196
Meme kanseri kadınlarda en sık görülen kanser türüdür. Multipl myelom ise tek hücre tipi kökenli plazma hücrelerinin aşırı çoğalması karakterli bir hastalıktır. Literatürde kemoterapiye ikincil bir çok malignite bildirilmiştir. Sunduğumuz olguda kemoterapi ve radyoterapi sonrası remisyon sağlanmıştır. İskelet sistemi ile ilgili yakınmaları nedeniyle değerlendirilen olguya multipl myelom tanısı konup, ve kemik iliği nakli planlanmıştır. Bu olguyu meme kanseri nedeniyle verilen kemoterapi sonrasında multipl myelom tanısı konması ve antineoplastik ilaç uygulaması dışında başka herhangi bir etyolojik faktör saptanmaması nedeniyle sunmaktayız.
Breast cancer is the most common cancer of women. Multiple myeloma is characterized by monoclonal proliferation of plasma cells. There are malignancies secondary to chemotherapy and it has long been recognized. We describe a woman presented with breast cancer and after chemotherapy and radiotherapy she had achieved remission. Because of complaints about skeletal discomfort we reevaluated the patient and diagnosed multiple myeloma and decided to treat with chemotherapy and bone marrow transplantation. In this case we determined multiple myeloma after the administration of chemotherapy for breast cancer and there was not another etiologic factor except antineoplastic agent administration.

15.MRI Findings of Bilateral Anophthalmia and Septo-Optic Dysplasia: Case Report
Abdussamet Batur, Muhammed Batur, Alpaslan Yavuz, Aydın Bora, Mehmet Deniz Bulut
Pages 197 - 199
Amaç: Nadir görülen bilateral anoftalmi ve septo-optik displazi olgusunun MR görüntüleme bulgularını sunmak. Bulgular: Doğustan her iki göz küresi izlenmeyen hastada orbitaya yönelik çekilen MR görüntüleme her iki göz küresinin olmadığı görüldü. Orbital kaslarda ve optik sinirde atrofi izlendi. Kesit alanına giren düzeylerde septum pellucidum agenezisi ve korpus kallozum disgenezisi eşlik etmekteydi. Sonuç: Bilateral anoftalmi ve eşlik eden septo-optik displazi anomalisi oldukça oldukça nadir görülür. Çeşitli kraniofasial anomali eşlik edebilir. Eşlik eden anomalilerin tespitinde ve optik traktus patolojilerinin gösterilmesinde MR görüntüleme ideal tetkiktir.
Aim: To present imaging findings of a case with bilateral anophthalmia and septo-optic dysplasia. Material and Method: A two-month-old patient was admitted to our hospital with complaint of absence of eyeballs. A cranial MRI revealed absence of bilateral eyeball with atrophy of optic nerves and ocular muscles. Agenesis of septum pellucidum and corpus callosum dysgenesis were accompanying. Result: Bilateral anophthalmia and septo-optic concomitant anomalies are quite are. It may be accompanied by a variety of craniofacial anomalies. MRI is ideal examination in the detection of associated anomalies and optic tract pathologies.

16.Successful Treatment with Dexamethasone in Massive Enteric Bleeding Caused By Salmonellosis: A Case Report
Fatma Bozkurt, Emel Aslan, Mustafa Kemal Çelen, Davud İpek, Hüseyin Okan
Pages 200 - 202
Bu vakayı sunmadaki amacımız Samonela’ya bağlı massif barsak kanamasında dexamethasone ile kanama kontrolü deneyimimizi paylaşmak idi. Hasta kliniğimize yüksek ateş, kusma ve yaygın vücut ağrılarıyla kabul edildi. Ampirik olarak Tazocin 12gr/gün İ.V başlandı. Bir gün sonra barsak kanaması başlayan hastaya eritrosit süspansiyon verildi. Ancak 4 ünite eritrosit süspansiyon replasmanına rağmen kanamasının durmaması üzerine replasman kesilerek dexamethasone tedavisi başlandı. Dexamethasone tedavisinin ikinci günü kanaması duran hasta önerilerle taburcu edildi. Dexamethasone tedavisinin massif alt gastrointestinal kanaması olan hastalarda cerrahi planlamadan önce kullanılabileceği unutulmamalıdır.
Our objective is to share experience on administration of dexamethasone in massive enteric bleeding. Patient was admitted to our clinic with severe fever, vomiting and widespread myalgias. Tazocin 12gr/day i.v was empirically started. After a day, fresh blood was seen in his stools. Dexamethasone was started stopping blood transfusion as bleeding continued actively besides 4 units of erythrocyte suspension. On the second day of dexamethasone bleeding stopped. The general condition of the patient improved and was discharged with recommendations. The usage of dexamethasone should be considered as an alternative way in the control of massive lower gastrointestinal bleeding prior to surgical intervention.

17.Duplication of the Middle Cerebral Artery: A Case Report
Neşat Cullu, Önder Yeniçeri, Mehmet Deveer, Mustafa Yılmaz
Pages 203 - 205
Nörocerrahi ve girişimsel nöroradyolojik işlemler öncesi, nörovasküler yapıların anatomik varyasyonlarının iyi tanımlanması gelişebilecek komplikasyonları önleme açısından önemlidir. Orta serebral arterin (OSA) çıkış anomalisinin bilinmesi, serebral anevrizma cerrahisinde ve dublike ya da aksesuar OSA ile ilişkili serebral iskemi olaylarında kollateral kan akımı anlamak için gereklidir. OSA’yı içeren intrakranial vasküler anomaliler nispeten nadirdir. Literatürde dublike OSA %0.2–2.9 arasında rapor edilmiştir. Biz bu yazıda, hafif ataksik yürüyüş ve bilinç bulanıklığı şikayeti ile kliniğimize başvuran dublike orta serebral arterli 71 yaşındaki erkek bir olgunun görüntüleme bulgularını sunuyoruz.
It is essential to identify the anatomic variations of neurovascular structures in terms of preventing complications which may develop during neurosurgery and interventional neuroradiological procedures. It is necessary to be aware of the middle cerebral artery (MCA) outlet anomaly to understand collateral blood flow in events of cerebral ischemia related to duplicated or accessory MCA in cerebral aneurysm surgery. Intracranial vascular anomalies involving the MCA are relatively rare. Duplicated MCA has been reported at rates of 0.2%-2.9% in literature. In this paper, the imaging findings of a 71-year old male with duplicated middle cerebral artery are presented in whom the complaints of mildly ataxic step and cloudy consciousness were present.

LookUs & Online Makale