E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 22 (4)
Volume: 22  Issue: 4 - 2015
1.Cover

Pages I - II

2.Evaluation of patients with acute kidney injury who were followed-up in a tertiary health center
Yavuz Ayar, Alparslan Ersoy, Emel Sayılar Işıktaş, Mahmut Yavuz, Rıza Karaduman, Deniz Bayram, Ümit Çelik, Muhammed Mustafa Suveran
Pages 206 - 215
Akut böbrek hasarı (ABH); önceden normal olan böbrek fonksiyonlarında, glomerüler filtrasyon hızında ani bir düşüş ve üre, kreatinin ve üremik toksinlerde, saatler veya günler içerisinde artışla gözlenen klinik bir tablodur. Akut böbrek hasarı olguları prerenal, renal ve postrenal olarak üçe ayrılır. Bu hastaların %5-30’unda ilerleyen dönemlerde son dönem böbrek yetmezliği gelişmesi nedeniyle tanı ve tedavisi önemlidir. Yöntem: Kasım 2012-2013 tarihleri arasında Nefroloji kliniğine ABH tanısı ile yatırılan hastaların klinik seyirlerinin, tedavi ve prognozlarını retrospektif olarak değerlendirilmeye alınmıştır. ABH tanısı, RIFLE ve AKIN kriterlerine göre konuldu. Kronik böbrek yetmezliği ve kronik böbrek yetmezliğinin akut hecmesinde olan hastalar değerlendirme dışı bırakıldı. Hasta verileri medikal kayıtlardan elde edildi. Bulgular: ABH tanısı konulan 158 hasta [76 kadın (%48.1), 82 erkek (%51.9)] çalışmaya dahil edildi. Ortalama yaşları 66 (18-90) yıldı. Bu olguların 76’sı prerenal (%48.1), 60’ı renal (%37.97), 22’si postrenal (%13.92) kökenli ABH idi. 32 olguda (%20.25) enfeksiyon mevcuttu. En sık eşlik eden hastalıklar; hipertansiyon ve tip 2 diyabet (%19.6), hipertansiyon (%17) idi. 47 hasta (%29.75) oligürikti. 36 hastada (%22.78) diyaliz ihtiyacı oldu. Mortalite oranı %4.43’tü. En önemli ölüm nedenleri sepsis ve pnömoni idi. Sonuç: İleri yaşlarda ABH görülme sıklığı artmıştır. Bu hastalarda eşlik eden hastalıklar morbiditeyi etkilemektedir. Günümüzde etkili tedavi seçenekleri ABH’lı hastalarda mortalite oranını azaltmıştır. Özellikle enfeksiyonlar ciddi mortalite nedeni olmaya devam etmektedir. Hastaların önemli bir kısmında böbrek fonksiyonlarının düzeldiği görülmektedir.
Objective: Acute kidney injury (AKI), observed as a clinical syndrome, presents with previously normal renal function followed by sudden decrease in the glomerular filtration rate (GFR), and increase in urea, creatinine and uremic toxins in hours or days. The causes of acute kidney injury are divided into three: prerenal, renal and postrenal. In these patients, 5-30% end-stage renal insufficiency may develop in later periods. Therefore the diagnosis, treatment and follow-up are important. Method: Between November 2012-2013, clinical data, treatment and prognosis of AKI patients who were followed-up in our Nephrology Clinic were evaluated retrospectively. The patients were considered with RIFLE (risk, injury, failure, loss, end stage renal failure) and AKIN (acute kidney injury network) classification in this study. Chronic renal failure and chronic renal failure patients with the acute episode were excluded from the study. Patient data were obtained from medical records. Results: Of the158 patients were admitted to our study with AKI, 76 (48.1%) were women, and 82 (51.9%) were men. Age average was 66 (18-90). These cases were acquired 76 prerenal (48.1%), 60 renal (38%), 22 postrenal (13.9%) AKI. In 32 of these patients (20.25%) infection was encountered. The comorbiditiy incidences of our patients were observed with19.6% hypertension and tip 2 diabetes, 17% hypertension. 47 patients (29.75%) were oliguric and 36 patients (22.78%) needed dialysis. Mortality rate was 4.43%. Major causes of death were sepsis and pneumonia. Conclusion: AKI incidence was increased in older age. Concomitant disease affects these patients' morbidity. Nowadays effective treatment options for AKI patients decrease mortality rates. Especially infections continue to be a serious cause of mortality. Improvement of renal function in a significant number of patients have been seen.

KLINIK MAKALE
3.Our Results of Primary Endonasal Endoscopic Dacryocystorhinostomy
Yunus Kaplan, Arzu Öz, Çetin Gümüştaş, Kara Ferit
Pages 216 - 219
Amaç: Kronik nazolakrimal kanal obstrüksiyonu nedeniyle endonazal endoskopik dakriyosistorinostomi (DSR) uygulanan 27 hastanın sonuçlarının retrospektif olarak değerlendirilmesi. Yöntemler: Çalışmaya Şubat 2011- Haziran 2013 tarihleri arasında endoskopik DSR uygulanan 27 hasta dahil edildi. Hastalar cerrahi sonrası 6-30 ay arasında endonazal muayene ile takip edildi. Olgular postoperatif 6. ayda epifora ve iatrojenik ostium açıklığı yönünden değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya alınan 27 hastanın (20 kadın, 7 erkek) yaşları 12-70 arasında değişmekteydi. 3’ü bilateral, 24’ü unilateral olmak üzere toplam 30 endoskopik DSR uygulandı. Cerrahi işlem sonrası 6 aylık takipte işleminin 26’sında (%86.6) semptomlarda iyileşme saptanırken, 4’ünde (%13.4) şikayetlerde anlamlı bir gerilemenin olmadığı tespit edildi. Sonuç: Endoskopik DSR, eksternal DSR ile karşılaştırıldığında yüksek başarı oranı, görünür iz bırakmaması, kısa ameliyat süresi ve çabuk iyileşme süresi ile dikkat çekmektedir.
Aim: To evaluated retrospectively the outcomes of 27 patients who presented with chronic nasolacrimal duct obstruction who had undergone endonasal endoscopic dacryocystorhinostomy (DCR). Methods: 27 patients were included to study who had undergone endonasal endoscopic DCR between February 2011–June 2013. After operations, patients were followed up 6-30 months with endonasal examination. Cases were evaluated for epiphora and iatrogenic ostium size at postoperative 6th month. Results: There were 27 patients (20 female, 7 male) between the age of 12-70 years. 3 cases were bilateral, 24 were unilateral; a total of 30 endoscopic DCRs were performed. At the 6 months follow-up period after surgery; symptomatic improvement was observed in 26 operations (86.6%). However, there were no regression in symptoms at 4 operations (13.4%). Conclusions: Comparison of endoscopic and external DSR; endoscopic DCR is beneficial for leaving no surgical scar, equivalent success rates, shorter surgical time and shorter recovery period.

4.Evaluation of Patients who were Prediagnosed As Cystic Echinococcosis by Using Indirect Haemagglutination Test (IHA) Technique in Adıyaman
Burak Ekrem Çitil, Ebru Tunçoğlu, Ömer Faruk Erbil, Mehmet Değirmenci, Atilla Özenoğlu, Hikmet Sert
Pages 220 - 224
Amaç: Kistik Ekinokokkosis (KE) Echinococcus granulosus’un larval formlarınca oluşturulan sestod enfeksiyonudur. Köpek ve köpekgillerin kesin konak olduğu bu parazit için, insanlar tesadüfî ara konak olmaktadırlar. Bu çalışmada, KE şüpheli olgularda; İHA test pozitifliği, organ tutulumları ve yaş-cinsiyet gibi sosyodemografik verilerin retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: 2007-2012 tarihleri arasında Adıyaman Devlet Hastanesi mikrobiyoloji laboratuvarına KE ön tanısı ile gelen 541 olgunun serum örnekleri değerlendirilmiştir. Örnekler, ticari indirekt hemaglutinasyon testi (İHA) ile spesifik anti-E. granulosus antikorlarının varlığı yönünden araştırılmıştır. Bulgular: 541 serum örneğinden (345 kadın, 196 erkek; sırasıyla %64, %36; yaş aralığı: 4-81) 111’ inde (%20.5) 1/320 titre üzerinde seropozitiflik tespit edilmiştir. İHA pozitifliği gösteren olgular arasında cinsiyet bakımından anlamlı istatistiksel fark saptanamamıştır (p>0.05). Olguların %89’unun karaciğerinde %11’inin ise akciğerinde kist tespit edilmiştir. Bu hastaların 78 (%70)’i 20-60 yaş arası grup içerisinde yer almaktadır. Sonuç: Bu hastalığın oluşumunda suçlanan birçok risk faktörünün bulunduğu ilimizde, ideal olarak laboratuarda, indirekt hemaglütinasyon testi ile beraber, ELISA gibi farklı bir serolojik yönteminin şüpheli hastaların değerlendirilmesinde birlikte kullanılması, daha uygun olacaktır. Böylelikle laboratuarın, olguların tanınmasında ve tedavi takiplerinde daha etkin bir rol üstleneceği kanaatindeyiz.
Objective: Cystic Echinococcosis (CE) is a tapewarm infection caused by Echinococcus granulosus larval stages. Human beings are accidental intermediate host for this parasite. In this study, it was aimed to evaluate IHA seropositivity, organ involvement, socio-demographic data such as age-sex in the patients, retrospectively. Materials and Methods: In this study, 541 cases’ serum samples who admitted with an initial diagnosis of CE to Adıyaman State Hospital between the period of 2007 to 2012, were interpreted. Samples were investigated for spesific anti-E.granulosus antibodies existence by a commercial IHA test. Results: Titer above 1/320 seropositivity was fixed in 111 (20.5%) of 541 sera taken from patients (345 female, 196 male; 64%, 36% respectively; age range: 4-81). Statistical difference was not determined with regard to sex in the cases who have IHA positivity. Cysts were observed in liver and lung 89% and 11% respectively. Seventy eight (70%) of seropositive cases were in 20-60 age group. Conclusion: In our province where many of the risk factors implicated in the formation of this disease, ideally the use of another serological method like ELISA as well as IHA will be favorable for the screening of suspected cases. Thus we believe that laboratory will assume a more active role about the diagnosis and follow-up of patients.

5.Our First Experiences in Micro-Percutaneous Nephrolithotripsy
Muhammet Serdar Buğday, Cem İpek, Eyüp Veli Küçük
Pages 225 - 229
Amaç: Böbrek taşı tedavisinde yeni uygulanan bir yöntem olan mikroperkütan nefrolitotripsi (mikro PNL) yöntemindeki ilk deneyimlerimiz paylaşılmıştır. Gereç ve Yöntem: Ocak 2012-Haziran 2012 tarihleri arasında 11 hastaya skopi eşliğinde, 4.85 Fr ‘all-seeing needle’ ile direkt görüş altında giriş yapıldı. Giriş yapıldıktan sonra içi çıkarılan iğnenin proksimal ucuna 3 yollu konnektör aparat bağlandı. Lateral kanallardan biri teleskop, diğeri irrigasyon için kullanılırken merkez kanal lazer fiber için kullanıldı. Mikro PNL uygulanan hastaların peroperatif ve postoperatif parametreleri prospektif olarak analiz edildi. Bulgular: Hastaların ortalama yaşları 37.36, beden kitle indeksleri (BKI) 26.09, ortalama taş büyüklüğü 1.9 cm idi. Ortalama skopi süresi 2 dk, ortalama operasyon süresi 92.27 dk, hasta VAS skoru 3.6 olarak hesaplandı. Hastanede kalış süreleri ortalama 1 gündü. Bir hastaya operasyon sonrası renal kolik olması nedeniyle çekilen direkt üriner sistem grafisinde (DÜSG) distal üreterde multipl taşları olması üzerine endoskopik üreter taşı tedavisi uygulanıp Double-J stent iletildi. Üç hastanın operasyonu, operasyon esnasında taş yüklerinin fazla olmasının fark edilmesi ve postoperatif sıkıntı yaşayabileceklerinin öngörülmesi üzerine standart perkutan nefrolitotripsi yöntemine geçilerek tamamlandı. Hastaların hiçbirinde organ yaralanması ve açık cerrahi girişim gerektirecek komplikasyon gelişmedi ve hiçbir hastaya transfüzyon uygulanmadı. Sonuç: Sonuç olarak standart perkütan nefrolitotripsi deneyimi olan kliniklerde çok büyük olmayan böbrek taşlarının tedavisinde mikro PNL güvenilir ve etkili bir yöntemdir. Yeni bir yöntem olması nedeniyle daha geniş serilere ihtiyaç vardır.
Objective: The objective is to share our first experiences with the recently applied micropercutaneous nephrolithotripsy method (micro PNL) in the kidney stone treatment. Material- method: Between the dates July 2008 and january 2012 11 patients were incised with 4.85 fr ‘all seeing needle’ accompanied by scopy under direct monitoring. After the incision the inside part of the needle was removed and 3 way connector apparatus was attached to the proximal end of the needle. One of the lateral channels was for the telescope and the other channel was for the usage of the central channel laser fiber in the irrigation process. Peroperative and postoperative parameters of the micro PNL patients were analyzed prospectively. Results: The average age of the patients was37.36, the average body mass index (BMI) was 26.09, the average stone size was 1.9 cm. The average scopy time was 2 minutes, the average operation time was 92.27 minutes. The average VAS score was calculated as 3.6. The average length of hospitalization was 1 day. One patient, who was experiencing renal colic, had a DUSG and multiple stones were detected in the distal ureter. The patient was treated with endoscopic ureteral stone treatment and Double-J stent. Three operations were finished with the standard percutaneous nephrolithotripsy method due to the realization of the excessive stone weigths and the prediction of post operational problems. None of the patients experienced organ damage, developed complications which require open surgical operation or treated with transfusion. Conclusion: To conclude, micro PNL is a reliable and efficient method in the treatment of not-very large kidney stones in the clinics experienced in standard percutaneous nephrolithotripsy. Lots of studies are needed on the subject due to the fact that it’s a new method.

6.Evaluation of Post-Operational Complications of Robotic Radical Prostatectomy in Learning Curve
Cem İpek, Muhammet Serdar Buğday, Eyüp Veli Küçük
Pages 230 - 234
Amaç: Öğrenme eğrisinde robot yardımlı radikal prostatektomi (RARP) sonrası komplikasyonlar standardize edilmiş kriterlere göre değerlendirilerek sonuçları paylaşılmıştır. Materyal-Metot: Temmuz 2008-Ocak 2012 tarihleri arasında kliniğimizde tek cerrah tarafından uygulanan öğrenme eğrisindeki ilk 200 RARP hastası, perioperatif ve postoperatif (PO) komplikasyonların standardize edilmiş Clavien-Dindo Klasifikasyon sistemine uyarlanarak değerlendirildi. Hastalar operasyonu takip eden dönemde 1. ay ve daha sonra 3 aylık periyotlarla takip edildi. Datalar telefonla ulaşılarak toplandı. Hastalar ilk 100 ve ikinci 100 hasta olacak şekilde 2 gruba ayrılarak değerlendirildi. Bulgular: Toplamda hastalar ortalama 21 ay takip edildi. Birinci ayda 38 hastada 49 komplikasyon izlendi. 49 komplikasyondan 42’si minör (%21 Clavien 1-2) ve 6’sı major (%3 Clavien 3-4) ve bir exitus (%0.5 Clavien 5) olarak saptandı. Öğrenme eğrisi gruplarında, ilk grup için 26 hastada 33 (%16.5), ikinci grup için 12 hastada 16 (%8) erken komplikasyon görüldü. 30-90 gün arasında toplam 8 komplikasyon izlenirken, bunların 6’sı grup1, 2’si grup 2’deydi. 90 gün sonrası toplam 14 komplikasyon görüldü. Sonuç: RARP, kabul edilebilir komplikasyon oranları ile prostat kanseri tedavisinde uygun bir tedavi protokolüdür. Öğrenme eğrisindeki hasta sayısının artması ile komplikasyon oranları azalmaktadır.
Aim: To evaluate the complications of robot-assisted radical prostatectomy (RARP) at learning curve with standardised criteria and report the outcomes. Material and Methods: Between July 2009 and January 2012, a total of 200 RARP patients at learning curve with a minimum of 1 year follow-up were evaluated with Clavien-Dindo classification regarding peri-operative and post-operative complications. Follow-up was performed in the first month and every 3 months thereafter. Patients were seperated into two groups to be the first 100 patiens and the second 100. Results: Mean follow-up was 21 months. There were 49 complications for 38 patients in the first month. 42 of them were minor complications (Clavien1-2) and 6 complications were major (Clavien 3-4). One patient died on postoperative day 1 due to cardiopulmonary arrest (Clavien-5). There were 8 complications in 30-90-day period and 14 complications after 90 days. Conclusion: RARP with its acceptable complication rates is a minimally invasive approach for the treatment of prostate cancer. With the increasing number of patients in the learning curve is reduced complication rates.

7.Comparison of General Anesthesia and Spinal Anesthesia Regarding Cost Effectivity in Patients Undergoing Lumbar Disc Surgery
İsmail Gülşen, Ümit Arslan, Hakan Ak, M. Bilal Çeğin, Enver Sosuncu, Mehmet Arslan
Pages 235 - 239
Amaç: Bu çalışmada lomber diskektomi yapılan hastalarda genel anestezi ve spinal anestezi uygulamasının maliyet etkinliği üzerine etkisinin karşılaştırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Yüzüncü Yıl Üniversitesi Dursun Odabaş Tıp Merkezinde Nöroşirurji Kliniğinde, Haziran 2013 -Haziran 2014 tarihleri arasında lomber disk hernisi nedeniyle ameliyat edilen 58 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastane kayıtlarından hastaların demografik verileri, uygulanan anestezi şekli, fatura tutarları, ameliyat maliyeti, anestezi tutarları, ilaç bilgisi ve yatış gün sayıları incelendi. Bulgular: Genel anestezi uygulanan hastalarda toplam maliyet ve ilaç tutarları daha fazla iken spinal anestezide anestezi tutarı fazla çıkmaktadır (p<0.001). Hastanede yatış süresi anestezi tutarı hariç maliyeti etkilememiştir. Anestezi türüne göre hastanede kalış süresinin maliyeti etkilediği görüldü ancak istatiksel olarak anlamlı farklılık tespit edilmedi (p>0.05). Hasta yaşı ile maliyet arasında ilişki saptanmadı. Sonuç: Çalışmamızda lomber disk cerrahisinde spinal anestezi uygulamasının toplam maliyet ve ilaç tutarları üzerindeki etkinliği nedeniyle günümüz sağlık politikaları göz önüne alındığında maliyet giderlerini azaltmak amacıyla uygun hastalarda spinal anestezi, genel anesteziye tercih edilmelidir.
Aim: In the presenting study, we aimed to compare spinal anesthesia (SA) with general anesthesia (GA) regarding cost effectivity in patients undergoing lumbar disc herniation (LDH) surgery. Materials and Methods: 58 patients who were operated for lumbar disc herniation between June 2013 and 2014 in Dursun Odabaş Research and Teaching Hospital of Yüzüncü Yıl University were evaluated retrospectively. Demographic data of patients, anesthesia type, invoice amounts, anesthesia amounts, drug billings, and hospitalization duration were recorded from hospital recordings. Results: Total cost and drug billings were higher in GA group, however, anesthesia amount was higher in SA group (p<0.001). Duration of hospitalization did not affect total costs excluding anesthesia amount. Hospitalization duration affected the total cost depending on the type of anesthesia, however, no statistically significant difference was observed. There was no significant difference between the age of the patients and total cost. Conclusion: The results of the presenting study showed that SA should be preferred to GA in LDH surgery when considering today’s health policy in appropriate patients due to effectivity of SA on the total cost and drug amount.

8.Aspirin Resistance in Patients with Coronary Artery Disease in Van Region
Müntecep Aşker, Aytaç Akyol, Serkan Akdağ, Naci Babat, Sıddık Keskin
Pages 240 - 245
Amaç: Bölgemizde yaşayan, aterosklerotik kalp hastalığı olan hastalarda aspirin direnci sıklığını ve buna neden olabilecek klinik ve biyokimyasal faktörlerin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya anjiyografik olarak koroner arter hastalığı tanısı konmuş, en az bir aydır ve en az 100 mg/gün aspirin kullanan 89 (57 erkek, 32 kadın) hasta dahil edildi. Hastalardan alınan kan örneklerinden PFA-100 sistemi kullanılarak aspirin direnci araştırıldı. Bulgular: Onsekiz hastada aspirin direnci saptandı (%20.2). Aspirin direnci diyabetik ve sigara içen hastalarda belirgin olarak yüksekti (sırasıyla p=0.009 ve p=0.018). Aspirine direnç, kadınlarda oransal olarak yüksek olmasına karşın istatistiksel açıdan anlamlı çıkmamıştır (dirençli hastaların %44.4’ü erkek; %55.6’sı kadın p=0.052). Laboratuar parametreleri, aspirine dirençli ve hassas hastalar arasında istatistiksel açıdan farklı değildi. Sonuç: Aspirin, kardiyovasküler hastalıklarda antitrombosit tedavinin temelini oluşturur. Çalışmalar, hastalar arasında aspirine yanıtın değişken olduğunu göstermiştir. Aspirine dirençli hastalarda tromboembolik vasküler olayların oluşması veya tekrarlaması riski oldukça yüksektir. Bu nedenle koroner arter hastalığı olan ve düzenli aspirin kullanan hastalarda aspirin etkinliğinin ölçülmesi kardiyovasküler olayların önlenmesi açısından yaşamsal önem taşımaktadır. Bu amaçla PFA-100 sisteminin koroner arter hastalarında aspirin etkinliğinin araştırılması için güvenli bir test olabileceğini düşünmekteyiz.
Objective: It was aimed to investigate the frequency of aspirin resistance and the related clinical and biochemical factors in patients with atherosclerotic heart disease who live in our region. Method: A total of 89 patients (57 male, 32 female) who had been diagnosed with coronary artery disease with angiography, who have been using at least 100 mg daily aspirin for at least one month were included in the study. Results: Aspirin resistance was detected in 18 patients (20.2%). Aspirin resistance was significantly higher among diabetic patients and smokers (p=0.009 and p=0.018, respectively). Although aspirin resistance was more frequent among women, it was not statistically significant (of the resistant patients, 14.0% were male and 31.3% were female, p=0.052). Laboratory parameters were not statistically significant among the patients who were resistant and sensitive to aspirin. Conclusion: Aspirin is the mainstay of antiplatelet therapy in cardiovascular diseases. Studies have indicated that response to aspirin varies. The risk for occurence or recurrence of thromboembolic events is quite high among aspirin-resistant patients. Therefore measurement of aspirin effectiveness is of quite importance for prevention of cardiovascular diseases in patients who have coronary artery disease and who use aspirin regularly. Therefore we consider that PFA-100 system may be a reliable test for investigating the effectiveness of aspirin in patients with coronary artery disease.

9.The Relationship of Obesity and Concomitant Diseases in the Patients with Obstructive Sleep Apnea Syndrome
Sema Saraç, Gülgün Çetintaş Afşar, Özlem Oruç, Gökhan Kırbaş, Ali Metin Görgüner
Pages 246 - 251
Amaç: Obstrüktif uyku apne sendromu (OUAS) tanısı konulmuş olgularda, ek hastalıkların sıklığı ve obezite ile ilişkisinin araştırılması amaçlandı. Materyal ve Metod: Uyku laboratuvarımızda OUAS ön tanısı ile polisomnografi yapılmış, 903 hasta retrospektif olarak incelendi. Boy, ağırlık, vücut kitle indeksi (VKİ), apne hipopne indeksleri (AHİ) ve eşlik eden ek hastalıkları kayıt edildi. AHİ değerleri; AHİ<5 basit horlama, 5?AHİ?15 hafif, 15 30 ise ağır olarak tanımlandı. Olgular obezite açısından beş gruba ayrıldı; 18?VKİ<25 normal, 25?VKİ<30 fazla kilolu, 30?VKİ<35 obez, 35?VKİ<40 aşırı obezite, VKİ?40 olanlar morbid obez şeklinde sınıflandırıldı. Bulgular: Retrospektif olarak incelenen 903 hastanın, 806’sı OUAS tanısı aldı OUAS olmayan 97 hastanın 23’ü normal (%23.7), 37’si fazla kilolu (%38.1) grupta yer aldı. OUAS tanısı alan hastaların 513’ünde (%63.6) VKİ 30’un üzerindeydi ve 425'inde obezite (%52.7), 88'inde ise morbid obezite (%10.9) görüldü. Çalışmaya alınan 903 hastanın 362’sinde hipertansiyon (HT) saptandı. HT olan hastaların 343’ü OUAS olan grupta iken, 19’u OUAS olmayan grupta idi. Diabetes Mellitus (DM) tanısı alan 177 hastanın 171’i OUAS tanısı almıştı. DM ve HT birlikte görülmesi OUAS grubunda belirgin şekilde fazlaydı. Sonuç: Hipertansiyonun OUAS’a en sık eşlik eden hastalık olduğu; hem obeziteden hem de AHİ şiddetinden etkilendiği, DM’nin ise obezite ile doğrudan ilişkili olduğu bulunmuştur.
Aim: We aimed to assess the rates of concomitant diseases and their relationship with obesity in the patients with obstructive sleep apnea syndrome (OSAS). Methods: Nine hundred two patients who have been diagnosed as OSAS have been observed by polysomnographics and evaluated retrospectively. Body mass index (BMI), Apnea-hypopnea index (AHI), concommittan diseases have been noted. AHI values have been defined as follows: AHI<5 habituel snoring, 5?AHI<15:mild, 15?AHI?30: moderate, 30>AHI: Severe BMI values patients have been grouped under 5 categories: 18?BMI<25: Normal, 25?BMI<30: Over weight, 30?BMI<35 obese, 35?BMI<40: very high obesity, BMI?40 morbid obesity. Results: Out of 903 patients which have been examined retrospectively 97 was not OSAS, 806 was diagnoed as OSAS. Of 405 (52.7%) OSAS patients were obeses, 88 (10.9%) were morbid obese. Hypertension (HT) has been detected in 362 patients. Three hundred forty three of these patiens were OSAS, 9 was not OSAS. Out of 177 patients were diagnosed as diabetes mellitus (DM), 171 of them were also diagnosed as OSAS. Rates of both DM and HT in OSAS group was considerably high. Conclusion: Hypertension is the most common concomitant disease with OSAS. It is affected by both obesity and AHI severity. In addition, DM is directly related to obesity.

10.Microorganismal Infection Agents in Cancer Patients
Mahmut Sünnetçioğlu, Aysel Sünnetçioğlu, Gülhan Arvas, Yasemin Bayram
Pages 252 - 255
Amaç: Kanserli hastalarda en sık rastlanılan enfeksiyon etkeni mikroorganizmaların belirlenmesi hızlı tanı ve tedaviler açısından önemlidir. Bu çalışmada hematolojik ve solid organ maligniteli hastaların farklı kültür örneklerinde izole edilen mikroorganizma türlerini ve görülme sıklıklarını belirlemeyi amaçladık. Materyal ve Metod: Aralık 2010 ve Haziran 2014 ayları arasında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji laboratuarında bakılan kan, balgam, idrar, yara, abse ve gaita kültür sonuçları pozitif olan hematolojik ve solid tümörlü hastalar çalışmaya alındı. Üreyen bakterilerin sıklığı ve dağılımı retrospektif olarak incelendi. Bulgular: 47 hematolojik ve 40 solid tümörü olan 87 hastaya ait farklı zamanlarda istenen 957 kültürden 157 kültürde bakteriyel, 15 kültürde fungal üreme görüldü. Üreme görülen örneklerin 68 (%43.3) kan kültürü, 33 (%21) balgam kültürüydü. En çok üreyen enfeksiyon etkenleri E. Coli (%23.5) ve Koagülaz Negatif Stafilokok (KNS) (%20.6) olarak bulundu. E. Coli daha çok idrar kültüründe (%32.5), KNS ise kan kültüründe (%38.2) üredi. Fungal kültürlerin hepsinde Candida üredi. Sonuç: Biz bu çalışmada kanserli hastalarda en sık enfeksiyon etkeni olarak E.coli ve koagülaz negatif stafilokok tespit ettik. Bu hastalarda enfeksiyonlardan sorumlu olan mikroorganizmaların bilinmesi ampirik tedavinin belirlenmesi açısından önemlidir.
Abstract Objective: Identifiying the most encountered causative microorganisms of infections is important in terms of rapid diagnosis and therapy. In this study, we aimed to determine the types and prevalance of microorganisms isolated from different culture specimes of patients with hematological and solid organ malignancies. Material and Method: Patients with hematological and solid tumors and with positive culture test results of blood, sputum, urine, wounds, abscesses and gaita; analyses of which were performed at Yüzüncü Yıl University, School of Medicine Laboratory of Microbiology (Van, Turkey) between December 2010 and June 2014 were included in this study. Densities and distributions of bacterias were examined retrospectively. Results: A total of 957 culture specimens obtained from a total of 87 subjects comprising of 47 patients with hematological tumors and 40 patients with solid tumors in different times. A total of 68 (43.3%) and 33 (21%) of the samples in which reproduction was observed, were blood culture and sputum culture, respectively. E. coli (23.5%) and Coagulase-Negative Staphylococcus (CNS) (20.6%) were found to be the most reproducing factors of infections. While E. coli (32.5%) reproduced more in urine, CNS (38.2%) reproduced more in blood culture. Candida reproduced in all of the fungal cultures. Conclusion: In this study, we determined E. coli and CNS as the most common cause of infections in cancer patients. Having a knowledge of the microorganisms responsible for infections is crucial for the determination of empirical treatment in these patients.

11.Laparoscopic Totally Exraperitoneal Hernia Repair: Initial Experience
Fahri Gökçal, İskan Çallı, Necat Almalı, Gökhan Akkurt
Pages 256 - 259
Amaç: Günlük cerrahi pratikte en çok yapılan ameliyatlardan biri kasık fıtığı onarımıdır. Birçok yöntem tanımlanmıştır. Bu çalışmada amacımız Van Bölge Eğitim Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi kliniğinde yaptığımız laparoskopik total ekstraperitoneal kasık fıtığı onarımı ameliyatlarının verilerini paylaşmaktır. Yöntem: Van Bölge Eğitim Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi kliniğinde, Ocak 2013 - Ocak 2014 tarihleri arasında kasık fıtığı tanısıyla laparoskopik ameliyat yapılan olgular retrospektif olarak analiz edildi. Bulgular: Laparoskopik total ekstraperitoneal fıtık onarımı yapılan toplam 42 hasta çalışmaya alındı. Yaş ortalaması 31,18 idi. 27 olguda sağ, 7 olguda sol, 8 olguda bilateral olmak üzere toplam 50 onarım yapıldı. Ameliyat sonrası ortalama hastanede kalış süresi 3.31 gün olarak bulundu. Ameliyat sonrası erken dönemde seroma, hidrosel, testis iskemisi, epididimit, hematom gibi minör komplikasyonlar gözlendi. Büyük komplikasyon ve mortalite olmadı. Takiplerde nüks ve kronik ağrı gözlenmedi. Sonuç: Laparoskopik total ekstraperitoneal kasık fıtığı onarımı hastanemizde güvenle uygulanmaktadır. Tekniğin başarı oranından söz edebilmek için uzun dönem takip sonuçlarına ihtiyaç vardır.
Aim: Inguinal hernia repair is one of the most common procedures in daily surgical practice. A lot of methods have been described. The aim of this study is to share our data of laparoscopic totally extraperitoneal inguinal hernia repair surgery which we have done in Van Regional Training and Research Hospital, Department of General Surgery. Method: The patients who underwent laparoscopic inguinal hernia surgery in Van Regional Training and Research Hospital, Department of General Surgery between January 2013 - January 2014 were analyzed retrospectively. Results: A total of 42 patients who underwent laparoscopic totally extraperitoneal hernia repair were enrolled in this study. The mean age was 31,18 years. We made a total of 50 repairs, including; right in 27 cases, 7 cases left, bilateral in 8 patients. The average hospital stay after surgery was 3,31 days. In the early postoperative period, some minor complications were observed, such as seroma, hydrocele, testicular ischemia, epididymitis, and hematoma. There was no observed major complications or mortality. No recurrent hernia or chronic pain was observed on follow up. Conclusion: Totally extraperitoneal laparoscopic inguinal hernia repair is being performed safely in our hospital. Long term follow-up is needed to talk about the rates of success of the technique.

12.The Frequency of Restless Leg Syndrome in Hospital Staff and the Effect on Life, Sleep Quality
Elif Gökçal
Pages 260 - 265
Amaç: Huzursuz Bacak Sendromu (HBS) uyku bozukluklarının sık bir nedeni olarak normal yaşam fonksiyonlarını bozabilen klinik bir durumdur. Çalışmamızda hastane çalışanlarında HBS sıklığının araştırılması, yaşam ve uyku kalitesi üzerine etkisini incelemeyi amaçladık. Yöntem: 218 olgunun demografik özellikleri ve çalışma koşulları kaydedildi. Uluslararası HBS Çalışma Grubu tarafından belirlenen tanı kriterlerine göre HBS varlığı araştırıldı. HBS tanısı alan katılımcılara ‘HBS Çalışma Grubu Şiddeti Ölçeği’ uygulandı. HBS grubuna hastalık farkındalığı ve hekime başvuruları olup olmadığı soruldu. Bütün katılımcılara Pittsburgh Uyku Kalitesi İndeksi ve Kısa Form-36 formu doldurtuldu. Tüm sonuçlar HBS var olan ve olmayan olgular arasında karşılaştırıldı. Bulgular: HBS sıklığı hastane çalışanlarında %12.8 olarak yüksek bulundu. Demografik özellikler ve çalışma düzenleri açısından fark görülmedi. HBS grubunda yaşam ve uyku kalitesi düşük bulundu. Hastalık farkındalığı ve hekime başvuru oranları düşüktü. Klinisyene başvuran hastaların hiçbiri tanı ve tedavi almamıştı. Sonuç: HBS; yaşam ve uyku kalitesini olumsuz etkilemektedir. Bölgemizde HBS prevalans çalışmalarına ve farkındalığın arttırılmasına ihtiyaç vardır.
Introduction: Restless Leg Syndrome (RLS) is a clinical condition impairing normal life functions as a frequent cause of sleep disturbances. We intended to study the frequency of RLS in hospital staff and to seek the effect on life and sleep quality. Method: Demographic characteristics and working schemes of 218 adults were recorded. RLS was investigated by using diagnostic criteria of International RLS Study Group (IRLSSG). ‘IRLSSG Severity Scale’ was applied to RLS group. It was asked if they knew about RLS and consulted to any clinician for their complaints. Pittsburgh Sleep Quality Index and Short Form-36 were applied to all cases. Results were compared between groups with RLS and controls without RLS. Results: Prevalance rate of RLS was high as 12,5%. There was no association with demographic characteristics and working schemes. The qualities of life and sleep were lower in RLS cases. The rates of awareness and referral to clinician were low. No cases who cosulted to clinician had diagnosis or treatment. Conclusion: RLS has negative effect on qualities of life and sleep. Prevalance studies in our region and enhancement of awareness is needed.

13.The Clinical Characteristics of Children with Food Allergy in Van
Handan Duman Şenol, Burcu Tahire Köksal
Pages 266 - 272
Besin alerjisi besinlere karşı oluşan immünolojik bir mekanizmadır. İmmünglobulin E aracılı, non-IgE aracılı ya da ikisinin birlikte rol aldığı mekanizmalarla oluşmaktadır. Son yıllarda çocukluk çağında giderek sıklığının arttığı bildirilmektedir. Bu çalışmanın amacı besin alerjisi tanısı ile izlenen hastaların klinik özelliklerinin ve neden olan besinlerin belirlenmesidir Yöntem: Van İpekyolu Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi çocuk alerji polikliniğinde Mart 2014-Eylül 2014 tarihleri arasında besin alerjisi tanısı ile izlenen hastaların dosyaları geriye dönük olarak değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya alınan 79 hastanın yaş ortalaması 34.7± 38.0 ay olup %63.3’ü erkek idi. Hastalarda en fazla inek sütü (%46.8) ve yumurta (%27.8) alerjisi saptandı. Hastaların aldıkları tanılar 38’inde atopik dermatit, 15’inde besin protein ilişkili enteropati, 7’sinde anafilaksi, 5’inde proktokolit, 9’unda ürtiker/anjioödem, 3’ünde besin protein ilişkili enterokolit, 1’inde alerjik rinit ve 1’inde hışıltılı çocuk idi Sonuç: Hastalarımızda en fazla süt ve yumurta alerjisine rastlanmıştır. Hastalarımızın yaklaşık yarısında atopik dermatit vardı. Atopik dermatitli hastaların besin alerjisi açısından değerlendirilmesi önemlidir. Ayrıca çocuklarda anafilaksinin en sık nedeni besinler olup bu hastaların ailelerinin besin eliminasyonu ve adrenalin otoenjektör kullanımı konusunda bilgilendirilmeleri çok önemlidir.
Aim: Food allergy is an immune response directed toward food. It occurs by responses that are immunoglobulin E mediated, non–IgE mediated, or a combination of both. It is announced that the prevalence of food allergy appears to have increased in recent years in children. This study aimed to bring out the clinical characteristics of food allergic patients and the responsible food Methods: The patients admitted with complaints of food allergy and applied prick test in Van İpekyolu Obstetrics and Pediatrics Hospital between March 2014- September 2014 were included in the study. Results: The average age of 79 patients included ın the study were 34.7± 38.0 months and 63.3% of them were male. Cow milk (46.8%) and egg (27.8%) were the most seen allergens. The diagnosis of the patients were 38 atopic dermatitis, 15 food protein induced enteropathy, 7 anaphylaxis, 5 proctocolitis, 9 urticaria/angioedema, 3 food protein induced enterocolitis, 1 allergic rhinitis and 1 wheezy infant. Conclusion: Cow milk and egg were the most seen allergens among our patients. Almost half of our patients had atopic dermatitis. It is important that the patients with atopic dermatitis should be evaluated for food allergy. On the other hand food was the most common cause for anaphylaxis and it is important that families should be informed about food elimination and epinephrine usage.

14.Evaluation of Two Different Circumcision Techniques and Complications Associated With These Techniques İmplemented By Local Circumcisers in Yuksekova
Ahmet Ali Tuncer, Nadire Tuncer
Pages 273 - 277
Amaç: Yüksekova’da mahalli sünnetçiler tarafından uygulanan sünnet tekniklerinin komplikasyonlarının incelenmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Mayıs 2014-Ocak 2015 tarihleri arasında Yüksekova Devlet Hastanesi Çocuk Cerrahisi polikliniğine başvuru sonrası sünnet komplikasyonu olarak değerlendirilen hastalar retrospektif olarak incelendi. Mahalli sünnetçilerin uyguladıkları teknikler araştırıldı. Çalışmadan elde edilen verilerin istatistiksel analizi SPSS programında yapıldı. p<0.05, istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Mayıs 2014-Ocak 2015 tarihleri arasında Yüksekova Devlet Hastanesi Çocuk Cerrahisi polikliniğine başvuran 1387 sünnetli hastanın 26’sında sünnet komplikasyonu izlendi. Bu komplikasyonların 19’u (%73.1) mahalli sünnetçiler tarafından evde yapılan sünnetlerden kaynaklanırken, 7’si (%26.9) hastane ortamında sağlık ekibi tarafından yapılan sünnetlerden kaynaklanmaktadır. Mahalli sünnetçilerin komplikasyonu olarak en sık; penis derisinde kalıcı renk değişikliği (6 hasta) ve sekonder fimozis (4 hasta) izlendi. Sonuç: Sekonder fimozis ve penis derisinde kalıcı renk değişikliği Yüksekova’da uygulanan mahalli tekniklere bağlı ortaya çıkan komplikasyonlardır. Penis derisinde kalıcı renk değişikliği sirkümsizyon sonrası koagülasyonu sağlamak için kullanılan pamuklu bezin külünden kaynaklanmakta ve bu tarz bir komplikasyon literatürde ilk kez tanımlanmaktadır. Sekonder fimozis ise genellikle sünnet derisinin mukoza kısmının uzun bırakılmasına bağlı meydana gelmektedir. Ancak hem sirkümsizyon hem de koagülasyonu sağlamak amacıyla ateşte kor haline getirilmiş bir kesici aletle yapılan sünnet sonrası oluşan yara kontraktürü de sekonder fimozise neden olabilmektedir. Steril şartlar altında bu işin eğitimini almış hekimlerce sirkümsizyon işleminin yapılmasının komplikasyonları azaltacağını düşünmekteyiz.
Aim: We aimed to evaluate the complications of the circumcision techniques performed by local circumcisers in Yuksekova. Material and Method: Circumcision complications were examined retrospectively who admitted to the outpatient clinic of Pediatric Surgery in Yuksekova State Hospital between May 2014 - January 2015. Techniques applied by local circumcisers were investigated. Statistical analysis of the data was performed with SPSS. p <0.05 was accepted statistically significant. Results: Circumcision complications were found in 26 patients among 1387 circumcised patients who admitted to the Pediatric Surgery outpatient clinic of Yuksekova State Hospital between May 2014 - January 2015. 19 of these complications (73.1%) stemmed from the circumcision performed at home by local circumcisers, 7 (26.9%) of them stems from the circumcision done by the health care team in a hospital. The most frequent complication of local circumcisers; permanent color change of the foreskin (6 patients) and secondary phimosis (4 patients) were followed. Conclusions: Secondary phimosis and permanent color change of the foreskin are complications occurring due to local techniques in Yuksekova. Permanent color change of the foreskin is occured due to the ash of cotton cloth that used to provide coagulation after circumcision and in our knowledge it is first described in the English literature. The secondary phimosis generally occurs due to extended release of mucosal side of the prepuce. But the wound contracture after circumcision performed with a heated cutting tools to ensure circumcision and coagulation maybe facilitate the secondary phimosis. If qualified physicians performed circumcision procedure under sterile conditions, we suggest that it will reduce the complications.

15.The Effectiveness of Problem Solving Training on Burnout Situations to Nurses Who Work At Intensive Care Units
Havva Akpınar, Gül Ünsal Barlas
Pages 278 - 284
Amaç: Çalışma, yoğun bakım servislerinde çalışan hemşirelere uygulanan sorun çözme eğitiminin, hemşirelerin tükenmişlik düzeylerine etkisinin belirlenmesi amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Deney ve kontrol gruplarını içine alan, ön-test ve son-test ölçümlü deneysel bir çalışmadır. Araştırmanın evrenini bir eğitim araştırma hastanesinin yoğun bakım servislerinde çalışan 84 hemşire, örneklemini ise 63 hemşire oluşturmuş olup, 32’si deney 31 ise kontrol grubuna alınmıştır. Araştırmada Tanımlayıcı Anket Formu, Maslach Tükenmişlik Ölçeği kullanılmıştır. Deney grubuna, sekiz seanslık, birebir görüşme şeklinde, 20-30 dk sorun çözme eğitimi verilmiş, kontrol grubuna hiçbir işlem yapılmamıştır. Eğitim bitiminde ve üç ay sonra her iki gruba ölçekler tekrar uygulanmıştır. Bulgular: Deney grubundaki hemşirelerin, kontrol grubuna göre, eğitim sonrasında ve 3 ay sonrasında, Maslach Tükenmişlik Ölçeği alt boyutlarından duygusal tükenme, duyarsızlaşma puan ortalamasının azaldığı, kişisel başarı puan ortalamasının arttığı saptanmıştır. Sonuçlar istatistiksel açıdan anlamlıdır. Sonuç: Hemşirelere verilen sorun çözme eğitiminin tükenmişliği azaltmada etkili olduğu belirlenmiştir.
Aim: This experimental study was applied to intensive care unit nurses for the purpose of evaluating the effect of problem solving training on their burnout situations. Material and Method: Universe of the study was consisted of 63 nurses who work at intensive care units of a research-education hospital. Information Form and Maslach Burnout Inventory were distributed to volunteers (32 nurses for experimental group and 31 nurses for control group). A training programme which consisted of eight sessions, durations of each were about 20-30 minutes, was applied to each nurse of experimental group individually. On the other hand, control group was not subjected to any training. In both groups the scales were filled immediately after the training and three months later. Findings: It was determined that in nurses of experimental group according to nurses of the control groups both immediately after the training ended and three months after the training ended decreased mean score of emotional exhaustion and increased mean score of personal accomplishment from sub-dimensions of Maslach Burnout Inventory, results were statistically significant. Result: Our findings indicated that problem solving training applied to nurses had effect on decrement of burnout.

OLGU SUNUMU
16.Cervical Necrotising Fasciitis: Case Report
Banu Atalay Erdoğan, Enver Avseren, Fatih Bora, Timur Batmaz
Pages 285 - 288
Nekrotizan fasiit, mortalite ve morbiditesi yüksek, hızlı ilerleyen bir yumuşak doku enfeksiyonudur. Baş boyun bölgesinde nadir olarak görülür ve genellikle diş ve farenks kökenli enfeksiyonlardan sonra gelişir. Servikal nekrotizan fasiit tedavisinde başarıyı etkileyen faktörler; erken tanı, uygun antibiyoterapi ve cerrahi debridmandan oluşmaktadır. Makalemizde diş enfeksiyonu sonrası boyunda gelişen nekrotizan fasiit vakasını sunduk.
Necrotising fasciitis is a soft tissue infection which has rapid progress and high mortality and morbidity rate. It is seen rarely in the head and neck region and usually occurs after dental infections. The factors affecting the success of necrotising fasciitis treatment are early diagnosis, adequate antibiotherapy and surgical debridement. In this article, we present a case of cervical necrotising fasciitis developed after dental infection.

17.A Rare Cause of Pericardial Tamponade in a Patient with Down Syndrome: Hypothyroidism
Aytaç Akyol, Hakkı Şimşek, Ali Kemal Gür
Pages 289 - 291
Kardiyak tamponad (KT), atriyal ve perikardiyal basınçlarda eşit yükselme, inspirasyonla sistolik kan basıncında aşırı düşme (pulsus paradoksus) ve hipotansiyonla karakterize hemodinamik bir durumdur. Trizomi 21 olarak da bilinen Down Sendromu (DS)’nda görülen endokrin hastalıklardan tiroid bozukluklarının prevelansı %3 olup normal popülasyona göre yüksektir. Bu sendromda en sık gözlenen tiroid hastalığı, otoimmün subklinik hipotroididir. Hipotroidili hastalarda sıklıkla perikardiyal efüzyon bulunur ve nadiren kardiyak tamponada neden olur. Bu olguda 24 yaşında Down sendromlu bir hastada tedavi edilmeyen hipotrodiye bağlı gelişen kardiyak tamponad vakası sunulmuştur.
Cardiac tamponade is a hemodynamic condition characterized by an equal increase in atrial and pericardial pressure, an excessive decrease in systolic blood pressure with inspiration (pulses paradoxes), and hypotension. The prevalence in failure of thyroid which is an endocrine disorder seen in Down syndrome patients also known as Trisomy 21, is %3 and this is higher in comparison to normal population. In this syndrome the most frequent observable thyroid disorder is autoimmune subclinical hypothyroidism. It is frequent to see pericardial effusion in the patients with hypothyroidism and it scarcely causes cardiac tamponade. In this report, cardiac tamponade which developed depending on an untreated hypotroidism in a 24 year old patient with Down syndrome has been presented.

18.Intracranial Metastasis from Large Cell Neuroendocrine Carcinoma - Case Report
Adem Bozkurt Aras, Bahadır Alkan, Özbey Şafak, Hasan Ali Kiraz, Sule Kosar, Tarık Akman, Mustafa Güven, H. Murat Sen, Nihal Kılınç, Murat Coşar
Pages 292 - 296
Beyin metastazları, sistemik kanserlerin iyi bilinen bir komplikasyonudur. Yetişkinlerde beyin metastazlarının en çok kaynağı akciğerlerdir. Hemisferler, beyincik, beyinsapı, hipofiz (sellar bölge), serebellopontin/internal akustik kanal ve leptomeningeal bölgeler potansiyel yayılım lokalizasyonlarıdır. Dünya Sağlık Örgütü, 2004 yılında malign akciğer tümörlerinin yeni histolojik sınıflamasını oluşturmuştur. Bu sınıflamada yer alan büyük hücreli nöroendokrin karsinom kötü prognoza sahip nadir ve agresif bir tümördür. Büyük hücreli nöroendokrin karsinom tanısında farklı immünohistokimyasal belirteçler kullanılabilir. Bu olguda; 61 yaşındaki bir erkek hastada yürürken dengesizlik ve hafif baş ağrısı şikayete neden olan, kranyal MRG’ sinde sağ parietal ve sol serebellar yerleşimli metastazları olan olgu sunulmuştur. Sağ pariyetal yerleşimli tümör kranyektomi yapılarak çıkartıldı. Histopatolojik ve immünohistokimyasal bulgular büyük hücreli nöroendokrin karsinom ile uyumlu olarak değerlendirildi. Bu makalede; nadir görülen ve kötü prognoza sahip olan bu tümörlerin tanısı, yapmış olduğu metastazlar, radyolojik özellikleri, patogenezi, ve cerrahi yaklaşımları tartışılmıştır.
Brain metastases are well-known complications of systemic cancers. The most common source of brain metastases is lung cancer in adults. Hemispheres, cerebellum, brainstem, pituitary (sellar region), cerebellopontine angle / internal auditory canal and leptomeningeal areas are potential localizations of metastases. The World Health Organization organized a new histological classification of malignant lung tumors in 2004. Large cell neuroendocrine carcinoma which is located in this classification is a poor prognosed, rarely seen aggressive tumor. Different immunohistochemical markers are used for the diagnosis of large cell neuroendocrine carcinoma. In this case, a 61-year-old male patient suffering from walking instability and mild headaches with a right parietal and left superior cerebellar located metastasis at the cranial MRI is presented. Craniectomy was performed to the right parietal located one and the tumor was removed. Histopathological and immunohistochemical findings were evaluated as large-cell neuroendocrine carcinoma. In this article; the rarely seen and poor diagnosis of these tumors, their metastasis, radiological features, pathogenesis and surgical approaches were discussed.

19.Fertility Sparing Surgery in Placenta Previa Percreta
Orkun Çetinkaya, Numan Çim, İsmet Alkış, Ali Kolusarı, Abdülaziz Gül, Suat Orak
Pages 297 - 300
Amaç: Fertilite koruyucu cerrahi yaklaşımı uygulanan plasenta previa perkreta olgusunu literatür eşliğinde sunmayı amaçladık. Olgu: 29 yaşında, plasenta previa perkreta olgusu, 35. gebelik haftasında sezaryen ile doğurtuldu. Sezaryen sonrasında, plasenta ayrılmadan bilateral hipogastrik arter ligasyonu yapıldı. Uterus ön duvarından segmental rezeksiyon sonrasında, uterus yerinde bırakılarak fertilite koruyucu cerrahi yapıldı. Sonuç: Özellikle fertilite koruyucu cerrahi yapılacak plasenta perkreta olgularının dikkatli seçilmesi ve deneyimli bir operasyon ekibi tarafından, tersiyer bir merkezde planlanması uygun tedavi yaklaşımı olacaktır.
Aim: The aim of the study is to present a case of placenta previa percreta with fertility sparing surgery. Case: 29 years old, a placenta previa percreta case, was delivered by cesarean section at 35th gestational week. Bilateral hypogastric artery ligation was performed before plasental separation. After segmental resection of the anterior wall of the uterus, fertility sparing surgery was performed by leaving the uterus intact. Conclusion: Especially, fertility sparing surgery cases of placenta percreta will be selected carefully and planned by an experienced surgery team in a tertiary care center.

20.Benign Intracranial Hypertension Associated with a Facial Paralysis Case
Alper Gökgül, Mustafa Kiraz, Refah Sayın
Pages 301 - 303
Benign intrakranial hipertansiyon, artmış kafa içi basıncı ile karakterize bir sendromdur. Tekrarlayan baş ağrısı ile başvuran özellikle genç, bayan ve obez hastalarda tanıda düşünülmesi gereken bir hastalıktır. Benign intrakranial hipertansiyon bazen kranial sinir felçleriyle birlikte görülebilir. Abdusens sinir paralizileri hastaların %10-20’sinde rapor edilmektedir, diğer kranial sinir felçleri daha seyrek rapor edilmektedir. Bu vakada sağ periferik fasiyal sinir felci olan benign intrakranial hipertansiyonlu 25 yaşında kadın hasta sunulmuştur.
Benign intracranial hypertension is a syndrome characterized by raised intracranial pressure. Who presented with recurrent headaches, especially the young, women and obese patients should be considered in the diagnosis of the disease. Benign intracranial hypertension may occasionally be associated with cranial nerve palsies. Abducens nerve palsies have been reported in 10% to 20% of patients, other cranial nerve palsies have been less frequently. In this case, the right peripheral facial nerve palsy and benign intracranial hypertension in a 25 years old female patient is presented.

21.A Rare Case Report: Isolated Pericardial Hydatid Cyst
İlhan Ocakcıoğlu, Fuat Sayır, Levent Alpay, Talha Doğruyol, Mustafa Dinç, Hanifi Yıldız, İlhan Yalçınkaya
Pages 304 - 306
Ülkemizde endemik olarak görülen ekinokokkozun perikardiyal yerleşimine nadiren rastlanmaktadır. Hastalık asemptomatik olarak kalabildiği gibi ani ölümlere de yol açabilmektedir. Kabul gören tedavi yöntemi kistlerin cerrahi olarak çıkartılmasıdır ve nüksü engelemek amacıyla cerrahiyi takiben albendazolle medikal tedavi önerilmektedir. Nadir görülmesi nedeniyle perikardiyal kist hidatik olgusunu literatür eşliğinde sunmayı amaçladık.
Pericardial localization of echinococcosis, which is an endemic disease in our country, is rarely seen. The disease may be asymptomatic or may lead to sudden death. Surgical removal of the cysts is the treatment of choice. Treatment requires surgery combined medical management with albendazole. We aim to present our case with pericardial hydatid cyst as it is rarely encountered in the literature.

22.A Traditional and Wrong Handling Method in Treatment of Low Back Pain as Sewing to Skin by Quilting Needle: Case Report
İbrahim Burak Atcı, Serdal Albayrak
Pages 307 - 309
Bel ağrısı toplumda sık rastlanılan bir sağlık sorunudur. Bu yazımızda bel ağrısı tedavisi için halk tarafından ağrıyı geçirdiğine inanılan bele ip dikme gibi son derece sakıncalı ve yanlış bir yöntemi vaka olarak sunmak istedik. Yaklaşık 3 aydır bel ağrısı şikayeti olan 48 yaşındaki erkek hasta hastanemiz polikliniğine başvurdu. Hastanın yapılan lomber bölge muayenesinde L5 spinoz çıkıntı üzerinde giriş delikleri enfekte olan çevresi ekimotik, ülsere cilt lezyonu ve ip gözlendi. Bölgenin geleneksel tedavilere olan bağlılığı bölgede çalışan hekimlerce bilinmekte ve bu durum klinik pratikte sık olarak gözlenmektedir. Eğitim ve doğru bilgilendirme ile zaman içerisinde yanlış inanışların giderek azalarak kaybolacağına inanmaktayız.
Low back pain is a common health problem in community. In this article, we want to present a case which is believed to treat the low back pain with wrong and threading way such as sewing to skin by quilting needle. A 48-year-old male patient was admitted the clinic with low back pain. In the clinic examination of lumbar region, we inspected the sewing thread and ulcerated skin which had infected circumference and ecchimotic entry zone on the L5 spinous prominence. Commitment to the traditional treatments of the area are known by doctors working in the area and this situation is frequently observed in clinical practice. We believe that false beliefs will decrease gradually with education and correct information.

23.Myasthenia Gravis in Pregnancy: A Case Report
Numan Çim, Recep Yıldızhan, Gülhan Güneş, Orkun Çetin, Zehra Kurdoğlu
Pages 310 - 312
Miyastenia Gravis (MG)’in reprodüktif yaştaki kadınlarda insidansı 1/10.000- 1/50.000’dir. MG nöro-müsküler kavşakta postsinaptik Asetil Kolin reseptörlerine karşı antikor gelişimi ile karekterizedir. Çalışmamızda; MG tanısı ile takip edilen 28 yaşındaki gebe olgunun obstetrik yönetimini literatür bilgisi ışığında tartıştık. MG’nin gebelikteki seyri değişken olabilir. MG olguları nörolog ve obstetrisyen işbirliği ile takip edilmelidir. Doğum şekline obstetrik endikasyona göre karar verilmelidir.
characterized by muscle weakness, due to the antibody of targeting postsynaptic nicotinic receptors. The incidence of MG during reproductive period is 1/10000- 1/50000. In this case, we aimed to present the management of a 28-year-old pregnant woman diagnosed with MG in the highlights of the literature. The prognosis of MG may be variable during pregnancy. This condition should be managed with multidisciplinary approach including obstetrician and neurologist. The mode of delivery should be decided according to the obstetric indications.

24.Favus: A Case Report
Göknur Özaydın Yavuz, İbrahim Halil Yavuz
Pages 313 - 314
Favus genellikle Trichophyton schoenleinii tarafından oluşan yüzeyel mantar enfeksiyonudur. Genellikle saçlı deriyi tutar fakat aynı zamanda tırnak ve deriyi de enfekte edebilir. Sıklıkla çocukluk çağı hastalığı olmasına rağmen puberte ve sonrasında da görülebilmektedir. Eğer tedavi edilmezse skatrisyel alopesi sebebi olabilir. Biz favus tanılı 42 yaşında kadın hastayı bildirdik. Hastalık yanlış tanı ve başarısız tedaviden dolayı 25 yıldır devam etmekteydi.
Favus is a superficial fungal infection usually caused by Trichophyton schoenleinii. It typically infects scalp hair but may also infect skin and nails. Although it is usually a disease of childhood, it may also be seen during and after puberty. It may cause cicatricial alopecia if left untreated. We report a 42-year-old female patient diagnosed with favus. The disease had been present for 25 years owing to misdiagnosis and unsuccessful treatments.

25.Leiomyoma Cutis: Case report
Göknur Özaydın Yavuz, İbrahim Halil Yavuz, Gönül Saray
Pages 315 - 317
Leiyomiyom arrektör pili kaslarından kaynaklanan düz kasların benign tümörüdür. Doğumdan itibaren her yaşta meydana gelebilir fakat genellikle erişkinliğin erken dönemlerinde görülür. Leiyomiyomların insidansı tam olarak bilinmiyor. Her iki cinsiyet eşit olarak etkilenir. 35 yaşında erkek hasta vücutta çok sayıda şişlikle kliniğimize başvurdu. Dermatolojik muayenesinde sırtta, çok sayıda, deri renginde papülonodüler lezyonlar görüldü. Biopsi örneğinin histopatolojik incelemesinde leiyomiyom saptandı. Olguya klinik ve histopatolojik bulgularla leiyomiyom tanısı konuldu. Olgumuz leiyomiyomun nadir görülmesi nedeniyle bildirilmektedir.
Leiomyoma is a benign tumour of smooth muscle derived from the arrector pili muscle. It can occur at any age from birth onwards, but appears usually in early adult life. the exact incidence of leiomyomas is unknown.The sexes are affected equally. Thirty-five-year-old male patient was admitted to our clinic with multiple bumps on the body. Dermatologic examination revealed multiple, skin coloured-red papulonodules on back. Histopathological examination of the biopsy specimen revealed leiomyoma. The patient was diagnosed with leiomyoma based on clinical and histopathological findings. Our case is reported because of its rarity.

26.Soft Palate Damage Due To Suicide Attempt by a Blank Cartridge Gun: A Case Report
Abdulkadir Özgür, Engin Dursun, Zerrin Özergin Coşkun, Suat Terzi, Gökhan Emiroğlu, Münir Demirci
Pages 318 - 320
Kişilerin kendini savunma gerekliliği için imal edilen ve zararsız olduğu düşünülen kurusıkı silahlar ilgili yasal kuralların bulunmaması nedeniyle erişkinler tarafından kolayca satın alınabilmektedir. Bu yazıda kliniğimize kurusıkı tabanca ile intihar girişimi sonrası ikinci günde sevk edilen erkek hastanın klinik bulguları ve uygulanan tedavi yöntemi sunulmuştur. Sonuç olarak kurusıkı silahlar toplum tarafından zararsız olduğu düşünülse de, bu silahlara bağlı yaralanmalarda özellikle yakın mesafeden yapılan ateşlemelerde hayati tehdit edici hasarlara sebep olabileceği unutulmamalıdır.
Blank cartridge guns which are thought to be harmless and manufactured for self-defense requirements, can be easily purchased due to lack of legal regulations. Clinical findings and treatment approach of a male patient referred to our clinic on the second day after a suicide attempt by a blank firing gun is presented in this report. As a result; although they are believed to be harmless among the community, it shoud be kept in mind that damages related with this weapon can cause life-threatening injuries, especially firing at close range.

DERLEME
27.Hypothermia Applications for the Treatment in Newborn
Abdullah Barış Akcan
Pages 321 - 331
Doğum sırasında meydana gelen beyin hasarı hayatın en büyük trajedisidir. Etkilenen yenidoğanların neredeyse çoğu doğum öncesinde normal olmakta ve bunların büyük çoğunluğu ortadan ağıra doğru değişen şiddette ensefalopati ile ölmekte veya nörogelişimsel engellerle büyümeye devam etmektedirler. Gelişmiş ülkelerde perinatal asfiksi canlı doğumların ortalama binde 1-2'sinde canlı doğumda bir görülen hipoksik iskemik ensefalopati ile ilişkilidir. Ancak bu duruma küresel bakış açıları tamamen farklıdır. Tüm dünyada her yıl yenidoğan ölümlerinin dörtte biri perinatal asfiksi ile ilişkilidir. Hipotermi, hayatı tehdit eden boyutlarda asfiksiye maruz kalan yenidoğanlarda ilk efektif potensiyel nöroprotektif müdahaledir. Terapotik hipotermi, term veya geç preterm hipoksik iskemik infantlar da gelişmekte olan tedavi seçeneğidir. Soğutma, daha sık olarak kullanılmakta ve yenidoğan ünitelerinde kullanıma başlamaktadır. Bu derleme, hipotermi hakkında sistemik bir derlemedir ve hipotermiden ne beklenmesi gerektiğini anlama ihtiyacını vurgulamaktadır.
Brain injury, around the time of birth, is the greatest tragedy of life. Nearly all affected newborns were normal before birth, and the majority of those with moderate to severe encephalopathy will either die or go on to develop neurodevelopmental disabilities. In developed countries, perinatal asphyxia associated with moderate-to-severe hypoxic-ischemic encephalopathy occurs at an approximate rate of 1 to 2 per 1000 live births. However, global perspectives on this condition are entirely different. Worldwide, about a quarter of neonatal deaths are annually associated with perinatal asphyxia. Hypothermia is the first effective potential neuroprotective intervention for newborns who are critically ill following a life-threating asphyxial insult. Therapeutic hypothermia is an emerging therapy choice for hypoxic-ischemic encephalopathy in the term or late preterm infant. Cooling is used more widely and has been introduced in neonatal units. This review is a systemic review about hypothermia and emphasizes the need to understand what to expect about hypothermia.

28.Key Roles of the Nurses in Pain Management in Intensive Care Unit
Sevilay Erden
Pages 332 - 336
Yoğun Bakım (YB) hastalarının %40-70’i ağrı çekmektedir. Ağrı, morbidite ve mortalite riskini arttırdığından, durumu kritik olan YB hastalarında etkili bir ağrı yönetimi sağlanmalıdır. Ağrı yönetimi; hastanın ağrıdan kaynaklanan rahatsızlığını en aza indirmeyi ya da ortadan kaldırmayı, hastanede kalış süresini azaltmayı ve ağrıya yönelik yakınmaların tekrarlamasını önlemeyi amaçlamaktadır. Etkili ağrı yönetiminde YB hemşireleri anahtar rolü üstlenmelidir. Bu bağlamda, kolay uygulanabilen, hastanın tedaviye yanıtının değerlendirilmesine olanak sağlayan geçerliliği ve güvenilirliği kanıtlanmış ağrı ve sedasyon değerlendirme ölçekleri kullanmalı, ağrı tedavisinde hastanın tıbbi durumu göz önünde bulundurulmalı, analjezinin etkinliği değerlendirilmeli ve bu basamaklar kayıt edilerek ekibin diğer üyeleri ile paylaşılmalıdır.
40-70% of the ICU patients are experiencing pain. Since pain increases the risk of morbidity and mortality, an efficient pain management should be employed to the critical ICU patients. Pain management aims to minimize or annihilate the discomfort feeling stemming from the disease, to decrease the time patient spends in hospital, and to prevent the repeating complaints about pain. ICU nurses have remarkable and key roles in pain management. In order for an efficient pain management, reliability and validity proven pain and sedation assessment scales that enable patient’s response to treatment and that are easily applicable should be used. The efficiency of the treatments should be assessed and these courses should be recorded and shared with team.

EDITÖRE MEKTUP
29.
Bilateral Diş Apsesi Olan Gebe Hastada Anestezi Yönetimi
Ahmet Selim Özkan, Osman Kaçmaz, Muharrem Uçar, Mahmut Durmuş
Pages 337 - 338
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale