E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 23 (3)
Volume: 23  Issue: 3 - 2016
1.Cover

Pages I - II

ORIGINAL ARTICLE
2.Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki Gebe Kadınlarda Rubella Virus Seroprevalansı
Şenol Şentürk, Mehmet Kağıtcı, Gülşah Balık, Kazım Şahin, Figen Kır Şahin
doi: 10.5505/vtd.2016.98598  Pages 242 - 245
Amaç: Rubella virus Togaviridae familyasının Rubivirus genusunun tek üyesidir. Zarflıdır ve tek sarmallı ribo nükleik asit genomuna sahiptir. Bu viruse ilk trimesterde maruz kalan annelerin doğmamış çocukları konjenital rubella sendromu açısından yüksek risk altındadırlar. Bu çalışmada hastanemiz gebe polikliniklerine başvuran gebelerde rubella antikorlarının sıklığının tespit edilmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada hastanemiz gebe polikliniğine 31.07.2009 ile 01.08.2014 tarihleri arasında başvuran 1037 gebenin rubella IgM ve 424 gebenin rubella IgG antikor değerleri retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Rubella IgG ölçümüne göre olguların %1,9’unun (n=8) rubella IgG sonucu negatif, %4,2’sinin (n=18) ara değer ve %93,9’unun (n=398) rubella IgG sonucu pozitif olarak saptandı. Rubella IgM ölçümüne göre olguların %99,2’sinin (n=1029) rubella IgM sonucu negatif, %0,5’inin (n=5) ara değer ve %0,3’ünün (n=3) rubella IgM sonucu pozitif olarak saptandı. Sonuç: Bu çalışma ile yöremizdeki gebe kadınlarda 5 yıllık dönemde rubella virüs seroprevalansı tespit edildi. Bölgemizde rubella IgG seroprevalansı oldukça yüksektir ve bu sebeple gebelerde rutin olarak taranmasının gerekli olmadığını düşünüyoruz. Rubella IgM seropozitivitesi ise oldukça düşüktür ve bu sebeple de bu bölgede rutin rubella IgM taraması yapmadan önce obstetrisyenlerin maliyet etkinlik açısından değerlendirme yapmaları gerekir.
Objective: Rubella virus, a member of the Togaviridae family is the sole member of the genus Rubivirus. It is enveloped and has a single stranded ribonucleicacid genome. Infection acquired in the first trimester of pregnancy poses high risk of congenital rubella syndrome to the unborn child. In the present study we aimed to investigate seroprevalance of rubella antibodies among pregnant women who were admitted to our obstetrics department. Materials and Methods: In this retrospective study, 1037 pregnant women were investigated for rubella IgM antibody and 424 for rubella IgG antibody, who were admitted to our obstetric clinic between 31st July 2009 and 1st August 2014. Results: Rubella IgG results of the patients were; 1,9% (n=8) negative, 4,2% (n=18) grayzone and 93,9% (n=398) positive. Rubella IgM results of the patiences were; 99,2% (n=1029) negative, 0,5% (n=5) grayzone and 0,3% (n=3) positive. Conclusion: As a result, in this study we identified the last 5 years seroprevalance of rubella virus in our region. Seropositivity of rubella virus is high in our region and we think routine screening for rubella IgG is not necessary. Seropositivity rubella IgM is very low in our region. Therefore, obstetricians should reconsider the cost-effectiveness of routine screening for rubella IgM.

3.Trans-9 18: 1 Oktadesenoik Asit İzomerinin İnsülin Direnci Üzerine Etkileri
Nezihe Pehlivanlı, Mehmet Gürbilek, Çiğdem Damla Çetinkaya, Cemile Topcu Cemile Topcu
doi: 10.5505/vtd.2016.30316  Pages 246 - 251
Amaç: Trans yağ asitleri hücre membran fonksiyonlarını etkileyebilmektedir. Bu nedenle çalışmamızda Trans-9 18: 1 oktadesenoik asit izomerinin insülin direnci üzerine etkilerini araştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada 40 adet erkek rat kullanıldı. Ratlar dört gruba ayrıldı. 1. Grup yağsız diyetle, 2. Grup oleik asit, 3. Grup margarin ve 4. Grup Trans-9 18: 1 oktadesenoik asit izomeri ile 20 gün boyunca beslendi. Beslenme periyodunun ardından ratların yaşamları sonlandırıldı ve kan örnekleri toplandı. Glukoz ve fruktozamin düzeyleri kolorimetrik metodla, adiponektin ve resistin düzeyleri de ELISA metoduyla tesbit edildi. Bulgular: Trans-9 18: 1 ile beslenen grupta fruktozamin ve glukoz düzeylerini oleik asit grubuna göre anlamlı şekilde yüksek bulduk. Margarin grubu ile karşılaştırıldığında; oleik asit grubunda fruktozamin, glukoz ve adiponektin seviyeleri anlamlı şekilde düşük, resistin seviyesi anlamlı şekilde yüksek bulunmuştur. Trans yağ asidi grubunda margarin grubuna göre, adiponektin seviyesi anlamlı şekilde düşük, resistin seviyesi ise anlamlı şekilde yüksek çıkmıştır. Sonuç: Tüketilen trans yağ asitlerinin miktarı toplum sağlığı açısından büyük önem taşıdığından diyetteki miktarı mümkün olduğu kadar sınırlandırılmalıdır. Trans yağ asidinin insülin duyarlılığı üzerindeki etkilerini göstermek için kapsamlı çalışmalar yapılması gerekmektedir.
Objective: Since trans fatty acids (TFA) might interfere with cell membrane functions. Therefore, the aim of our study was to investigate the effect of trans 9: 18 1 octadecenoic acid isomer on insülin resistance. Materials and Methods: Forty male rats were used in the study. Rats were divided into four groups: group l were fed oil-free diet (control), group 2 were fed oleic acid, group 3 were fed margarine and group 4 were fed trans-9 18: 1 octadecenoic acid isomers for 20 days. At the end of the nutritional period, rats were sacrificed and examples of blood was collected. Glucose and fructosamine levels was determinated by colorimetric method, as well as plasma adiponectin and resistin levels by ELISA method. Results: Fructosamine and glucose levels were significantly high in Trans-9 18: 1 fed rats compared with oleic acid group. Compared with margarine fed rats, adiponectin, glucose and fructosamine levels were low and resistin level was high in oleic acid group. In TFA group, adiponectin level was significantly low and resistin level was significantly high compared with margarine group. Conclusions: The amount in the diet is very important in terms of public health of the consumed amount of trans fatty acids should be limited as much as possible. Large controlled trials have been required to demonstrate adverse effects of TFA on insülin sensitivity.

4.In Vitro Investigation of the Effect of Different Irrigation Systems Connection Strenght of the Canal Filling Material to the Root Canal
Esin Özlek, Mert Gökay Eroğlu
doi: 10.5505/vtd.2016.36002  Pages 252 - 258
Amaç: Çalışmamızın amacı dişlerin şekillendirilmesi ve genişletmesi sırasında farklı yıkama sistemlerinin (EndoVac (Discus Dental, Culver City, CA, ABD), EndoActivator (Dentsply, Tulsa, OK) ve Endo-Eze (Ultradent Product, South Jordan, UT, USA) yıkama ucunun) kullanılmasının, kanal patının bağlanma dayanımını artırıp artırmadığını araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda standartlara uygun olarak seçilmiş 45 diş kullanılmıştır. Kanallar ProTaper Next nikel titanyum (Ni-Ti) kanal aletleri (Dentsply Maillefer, Balaigues, İsviçre) kullanılarak crown-down tekniği ile şekillendirilmiştir. Dişlerin irrigasyonu şekillendirme ve genişletme sırasında 1 ml %5.25 NaOCI kullanılarak EndoEze yıkama ucuyla yapılmış olup son irrigasyon işleminde gruplara ayrılmıştır. Gruplarda sırayla EndoVac, EndoActıvator ve EndoEze yıkama ucu kullanılarak %5.25 NaOCI ve %17'lik EDTA ile irrigasyon yapılmıştır. Daha sonra kanallar AH Plus jet kanal patı ve Protaper Next güta-perka kullanılarak tek kon tekniğine uygun olarak doldurulmuştur. 1 mm horizontal kesitler elde edilen örnekler, Shimadzu Universal Test Cihazına (Shimadzu Corporation, Kyoto, Japan) bağlanmıştır. Push-out kuvveti, kanal dolgusunun dentine bağlantısında başarısızlık oluşana kadar uygulanmış ve elde edilen değerler Newton olarak kaydedilmiştir. Çalışmada elde edilen push-out bağlanma dayanım değerleri normal dağılım gösterdiği için aralarındaki farklılığın tespiti için tek yönlü varyans analizi ANOVA testi, gruplar arası farkın tespiti için Tukey's Post Hoc testi (p=0.05) kullanılmıştır. Bulgular: Yapılan istatiksel analiz sonucu EndoVac cihazının kullanıldığı grubun daha yüksek bağlanma dayanımı gösterdiği belirlenmiştir. Sonuç: EndoVac yıkama sistemi kök kanal dolgu materyalinin dentin bağlantısı açısından diğer sistemlere göre üstün bulunmuştur.
Objective: Aim of our study is to investigate whether using different irrigation systems (EndoVac (Discus Dental, Culver City, CA, ABD), EndoActivator (Dentsply, Tulsa, OK) and Endo-Eze (Ultradent Product, South Jordan, UT, USA) irrigation tip) induces connection strength or not. Material and Method: 45 properly chosen extracted and standard teeth were used in our study. Instrumentation performed using Protaper Next (Ni-Ti) files (Dentsply Maillefer, Balaigues, Switzerland) in crown-down technique. Irrigation of teeth is performed using Endo- Eze irrigation tips with 1 ml NaOCl with 5.25% of concentration during instrumentation and separated into 3 groups in final irrigation unlike the first stage. Irrigation performed of NaOCl with 5.25% and of EDTA with 17% concentration using EndoVac, EndoActivator and Endo-Eze respectively. Subsequently, obturation is performed properly to single-cone technique using AH-Plus Jet canal sealer and Protaper Next gutta-percha. Samples, consisting of 1 mm wide horizontal sections are connected to Shimadzu Universal Testing Machine (Shimadzu Corporation, Kyoto, Japan). Push-out force is applied till the observation of fail in canal filling to dentine connection and these values are saved in Newton unit. As push-out connection strength values obtained in the study showed normal distribution, One way ANOVA and Tukey’s Post Hoc tests are used to determine the difference between groups (p=0.05). Results: According to statistical results, it is determined that samples in the group using EndoVac irrigation system showed higher connection strength. Conclusion: EndoVac irrigation system is presented significantly superior to other systems in connection strength of the canal root filling material to the root canal.

5.Our initial experiences in Micro Percutaneous Nephrolithotomy
Kerem Taken, Recep Eryılmaz, Müslüm Ergün, Rahmi Aslan, İlhan Geçit, Mustafa Güneş
doi: 10.5505/vtd.2016.76390  Pages 259 - 262
Amaç: İlk mikro-Perkütan nefrolitotomi (mikro-PNL) deneyimlerimizi değerlendirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada, Ağustos 2014 ile Ocak 2015 tarihleri arasında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi üroloji kliniğinde böbrek taşı nedeniyle Mikro- Perkütan Nefrolitotomi yapılan ilk 10 hasta değerlendirildi. İşlem genel anestezi altında, pron pozisyonunda uygulandı. Çalışmada 4.85 Fr microperc sistem kullanıldı. Fragmantasyonda 200 mikron veya 270 mikron lazer fiberi [8 Hz (6.4 W) 0.8 J] kullanıldı. Postoperatif nefrostomi tüpü bırakılmadı. Tüm hastalar ameliyat sonrası 1.gün ve 1.ayda DÜSG ve USG ile değerlendirildi. Rezidü taş kaldığı düşünülen hastalar BT ile değerlendirildi. Bulgular: Çalışmamızda hastaların ortalama yaşı 26.7 ± 20.6 (3-43) yıl, ortalama taş boyutu 13.1 ± 5.15 (0.9-22) mm ve ortalama cerrahi süresi 38 (24-58) dk olarak hesaplandı. Ortalama hastanede kalış süresi 1.76 ± 0.65 (1-5) gün, ortalama hemoglobinde düşme seviyesi 0.82 ± 0.84 (0-1.3) mg/dL olduğu izlendi. Hiçbir hastaya kan transfüzyonu yapılmadı. Hastaların 4 (%40)’ üne DJ stent uygulandı. Hastaların birinde postoperatif dönemde renal kolik izlendi ve 3 yaşında olan bir hastada ise abdominal distansiyon izlendi. Bu hastalar konservatif olarak tedavi edildiler. Ayrıca bir hastada ise ateş izlendi. Bir hastada rezidü taş olduğu BT ile saptandı. Sonuç: Mikroperkütan nefrolitotomi, düşük-orta büyüklükteki böbrek taşlarının tedavisinde güvenli ve etkin bir tedavi yöntemidir.
Objective: We aimed to evaluate our initial micro-percutaneous nephrolithotomy (micro-PNL) experiences. Materaials and Methods: In this study the results of 10 patients who underwent micro-PNL for renal stones between August 2014 and January 2015 in Yüzüncü Yıl University were evaluated. All interventions were performed in the prone position under general anesthesia. In all patients 4.85 F all-seeing needle was used. The stones were fragmented using [8 Hz (6.4 W) 0.8 J] 200 lm or 270 lm Ho: YAG laser fiber under direct visualization. The procedure was terminated with no need of any nephrostomy tube. Stone-free rates 1 day and 1 month postoperatively were assessed by US, and KUB. The patients were evaluated by CT when thought residue stone. Results: The mean age of patients in this study was 26.7 ± 20.6 (3-43) years, and the mean stone size was 13.1 ± 5.15 (0.9-22) mm and the mean operation duration was 38 (24-58) min. The mean hospital stay was 1.76 ± 0.65 (1-5) days, and the mean drop in the hemoglobin level was 0.82 ± 0.84 (0-1.3) mg/dL. None of our patients required transfusion. Ureteral J stent was implanted in 4 (40%) patients. One (10 %) patient complained of postoperative renal colic and abdominal distension was observed in one patients (10 %) who was 3 years old. They were treated conservatively. Also postoperative fever was seen in only one patient. In one patient residue stone was detected by CT. Conclusions: Micro-PNL is a safe and effective treatment method for small and moderately sized kidney stones.

6.Surgical Treatment of Pediatric Patients with Midline Located Primary Calvarial Lesions: Single-center Experience and Surgical Technique
İhsan Doğan, Gökmen Kahiloğulları, Mustafa Ağahan Ünlü
doi: 10.5505/vtd.2016.88598  Pages 263 - 268
GİRİŞ ve AMAÇ: Pediatrik hastalarda primer olarak kalvaryumdan köken almış orta hat üzerinde sagittal sinüse komşuluk gösteren lezyonlara yönelik klinik tecrübemizin aktarılması ve bu hastalarda uyguladığımız cerrahi prensiplerin ve tekniğin anlatılması.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2011-2015 yılları arasında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Kliniği’ nde radyolojik olarak orta hat üzerinde ekstradural yerleşimli patolojilere yönelik operasyon kararı alınan 8 pediatrik hasta dahil edildi. Olgular yaşlarına, cinsiyetlerine, lezyonun histopatolojisine, ameliyat sonrası klinik ve cerrahi sonuçlara göre değerlendirildi. Tüm hastalara ayrık otolog kalvaryel graft kullanılarak kranioplasti yapıldı.
BULGULAR: Çalışma kapsamında değerlendirilen tüm hastalarda lezyon total olarak çıkartıldı. Operasyon sırasında hiçbir hastada komplikasyon görülmedi. İkinci operasyona hiçbir hastada gerek duyulmadı. Hastaların ameliyat sonrası takiplerinde nüks ve rezidü saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Orta hat yerleşimli tümörlere cerrahi yaklaşımda lezyon içi rezeksiyon tekniğini uygulamak komplikasyon risklerinin yüksek olması nedeniyle tercih edilmemelidir. Perilezyonel yaklaşım, bu bölgenin patolojilerinin cerrahi tedavisinde kolay uygulanabilirliği ve güvenilir olması nedeniyle öncelikli olarak tercih edilebilir.
INTRODUCTION: To report our clinical experience about pediatric patients with midline located primary calvarial lesions in the neigborhood of sagittal sinus and detail our surgical technique and principles for these pathologies.
METHODS: 8 pediatric patients operated in Ankara University, School of Medicine, Department of Neurosurgery and radiologically diagnosed as calvarial lesion were included in our study. Perilesional approach was performed and total removal of tumors were performed in all patients. For the purpose of reconstruction of calvarial defect, autolog split calvarial bone graft was performed.
RESULTS: Total tumor removal was achieved in all patients. Peritumoral bone tissue was confirmed as tumor-free histopathologically. No residue and tumor recurrence were occured in none of the patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Intralesional tumor debulking is thought as an unsafe procedure for these tumors having potential injury risk to sagittal sinus intraoperatively. Perilesional approach due to its safety and practical, is offered to perform in lesions located midline in the neighborhood of sagittal sinus.

7.Analysis of uterine rupture cases at a tertiary referral center: A retrospective study
Erbil Karaman, Numan Çim, Orkun Çetin, İsmet Alkış, Ali Kolusarı, Recep Yıldızhan, Hanım Güler Şahin
doi: 10.5505/vtd.2016.87597  Pages 269 - 273
GİRİŞ ve AMAÇ: Komplet veya inkomplet uterin rüptür gelişen vakaların risk faktörlerini, perioperatif maternal-fetal sonuçlarını ve yönetim şekillerini retrospektif olarak belirlemek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada 2012 ile 2016 yalları arasında kliniğimizde uterin rüptür tanısı alan 28 hasta retrospektif olarak incelendi. Analiz için demografik bilgileri, risk faktörlerinin detayları, rüptürün tipi, yönetim şekli ve perioperatif maternal-fetal sonuçları ele alındı. Verilerin analizi için istatistik programı SPSS 20.0 versiyonu kullanıldı.
BULGULAR: Çalışma döneminde %0.86 oranında 28 uterin rüptür vakası olduğu görüldü. Vakaların yirmisi(%71) inkomplet rüptür iken sekizi(%29) komplet rüptür idi. Vakalardan sadece 8 tanesi kliniğimizde gelişen rüptür vakaları iken geriye kalan 20 vaka kliniğimize dışarıdan refere edilen hastalardan oluşmaktaydı. Önceki uterus cerrahisi 22 hastada(%78.5) en sık görülen sebep idi. Bu hastalardan 18’inde 2 yada daha fazla geçirilmiş sezeryan öyküsü vardı. Grand-multiparite ikinci en sık görülen sebep idi(8 hasta). Uterin rüptür bölgesinin primer onarımı en sık yapılan cerrahi girişim idi(28 hastanın 25’inde, %89.2). Ana perioperatif komplikasyon 4 hastada(%14.2) görülen mesane yaralanması idi. Maternal mortalite görülmedi. Komplet rüptür grubunda kan transfüzyon ihtiyacı, ortalama hastanede kalış süresi, önceki sezeryanla doğum fetal ölüm ve mesane yaralanması inkomplet rüptür grubuna göre daha fazla görülmekteydi(p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma obstetrisyenlerin geçirilmiş uterin cerrahi yada grand multiparite gibi risk faktörleri olan hastalarda uterin rüptür gelişebileceği konusunda dikkatli olmaları gerektiğinin doğrulamaktadır. Uterin rüptür yönetiminde hızlı tanı, erken transport, yeterli kan ürünü transfüzyonu ve tecrübeli cerrahi ekibin varlığı çok önemlidir.
INTRODUCTION: To determine the risk factors, peri-operative maternal-fetal outcomes and management modalities in patients diagnosed with complete or incomplete uterine rupture retrospectively.
METHODS: Twenty-eight patients diagnosed as uterine rupture were investigated retrospectively in our obstetric clinic between 2012 and 2016. The demographic data, details of risk factors, rupture type, the management modality and perioperative maternal-fetal outcomes were taken into consideration for analysis. Data was analysed using SPSS version 20.0.
RESULTS: There were 28 cases of uterine rupture during study period giving an incidence of 0.86%. Twenty of the cases were incomplete rupture(71%) and eight were complete rupture(29%). Only eight patients developed rupture in our clinic and the others were referred patients. Common cause of uterine rupture was previous uterine surgery in 22 cases(78.5%). Of these patients, 18 cases had 2 or more cesarean section scars. Grand-multiparity was the other common risk factor as seen in eight cases(28.5%). The primary repiar of uterine rupture site was the main surgical management in 25(89.2%). The main perioperative complication was bladder injury occured in 4 patients(14.2%). No maternal death was occured. The need for blood transfusion, the mean hospitalization time, prior cesarean section, fetal death and bladder injury were higher in the complete uterine rupture (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study confirms that obstetricians should be alerted about the occurence of uterine rupture in cases with predisposing factors such as previous uterine scar or grand multiparity. Prompt diagnosis, early transport, adequate blood products transfusion and an experienced surgical team are very important in the management of uterine rupture.

8.The relationship between basophil and slow coronary flow
Yakup Altaş
doi: 10.5505/vtd.2016.76486  Pages 274 - 277
GİRİŞ ve AMAÇ: Koroner yavaş akım patofizyolojisi ateroskleroz, küçük damar disfonksiyonu, trombosit fonksiyon bozukluğu ve inflamasyonu içerir. Bazofillerin koroner arter hastalığı ile ilişkisini gösteren çalışmalar vardır. Bizde koroner yavaş akım ile bazofil arasındaki ilişkiyi değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2011 ve Aralık 2013 arasında koroner anjiyografi uygulanan tüm hastalar geriye dönük olarak incelendi. 6832 hastadan koroner yavaş akımlı 102 hasta (66 kadın, ort. yaş 52.2±11.7 yıl) ve normal koroner anatomiye sahip 77 kontrol hastası (50 kadın, ort. yaş 50.7±8.1 yıl) belirlendi. Temel demografik ve klinik özellikler, tam kan ve biyokimyasal testleri hastane kayıtlarından elde edildi.
BULGULAR: İki grup arasında ortalama trombosit hacmi, beyaz küre ve trombosit sayısı arasında anlamlı fark yoktu. Fakat hasta grubunda bazofil sayısı kontrol grubundan daha yüksekti (0.04±0.05 x103/μL vs 0.02±0.01 x103/μL, p = 0.007). Ek olarak bazofil sayısı ile TİMİ çerçeve sayısı arasında zayıf bir korelasyon tespit edildi (r =0.24, p = 0.001).. Ayrıca koroner yavaş akıma sahip koroner arter sayısı ile bazofil sayısı arasında korelasyon tespit edilmedi (r<0.05, p =0.7).
TARTIŞMA ve SONUÇ: KYA’lı hastalar yüksek kan bazofil düzeyine sahiptir ve bu yükseklik KYA ‘ın patogenezinde rol oynayabilir. Yükselmiş kan bazofil düzeyi KYA’ın varlığına işaret edebilir.
INTRODUCTION: The pathophysiology of slow coronary flow includes atherosclerosis, small vessel dysfunction, platelet function disorders, and inflammation. There are study that basophils showed relationship coronary artery disease.We propose to evaluate the relationship between basophilia and slow coronary flow.
METHODS: All patients who underwent coronary angiography between January 2011 and December 2013 were screened retrospectively. Of 6832 patients, 102 patients with slow coronary flow (66 males, mean age 52.2±11.7 years) and 77 control subjects with normal coronary angiography (50 males, mean age 50.7±8.1 years) were detected. Baseline characteristics, hematological and biochemical test results were obtained from the hospital database.
RESULTS: Baseline characteristics of the study groups were comparable between groups. There was no significant difference between groups regarding leukocyte count, paletelet count, and mean platelet volume. However, patients group had a higher basophil count than the control (0.04±0.05 x103/μL vs 0.02±0.01 x103/μL, p = 0.007). In addition, basophil count was found to be poor correlated with thrombolysis in myocardial infarction frame count in the patient group (r=0.24, p=0.001). There was no significant correlation between basophil count and the number of coronary arteries showing slow flow (r<0.05, p =0.7).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Patients with SCF have higher blood basophil count, and this may play an important role in the pathogenesis of SCF. Elevated baseline basophil count may indicate the presence of SCF.

CASE REPORT
9.Lower Concha Bullosa: Case Report
Mehmet Hafit Gür, Hakan Çankaya, Nazım Bozan, Ahmet Faruk Kıroğlu, Mehmet Fatih Garça
doi: 10.5505/vtd.2016.09515  Pages 278 - 280
Alt konkanın değişik derecelerdeki pnömatizasyonu olarak tanımlanan alt konka bülloza, nazal pasaj içerisinde lateral nazal duvarın nadir bir anotomik varyasyonudur. Genellikle asemptomatik olmakla birlikte konka büllo¬zanın pnömatizasyonun büyüklüğüne, ve nazal septumla olan ilişkisine göre semptomatik olabilir. Burun tıkanıklığı, sinüzit, postnazal akıntı, baş ağrısı, koku almada bozukluk semptomlar arasında sayıla¬bilir. Tanısında anterior rinoskopik muayene, endoskopik muayene ve paranazal sinüs tomografisi yer alır. Alt konka pnömatizasyonunun cerrahi tedavisinde tam bir fikir birliği bulunmamaktadır. Cerrahi tedavi konka ve paranazal sinüs fonksiyonlarını en az oranda etkileyen teknikler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu yazımızda burun tıkanıklığı ile başvuran tek taraflı alt konka bülloza olgusu sunulmuştur.
Lower concha bullosa defined as the pneumatisation of the lower concha at various degrees is a rare anatomical variation of the lateral nasal wall within the nasal passage. Despite generally being asymptomatic, concha bullosa can be symptomatic depending on the size of pneumatisation and its relation with the nasal septum. Nasal obstruction, sinusitis, postnasal drip, malfunction in sense of smell can be listed among its symptoms. Anterior rhinoscopic examination, endoscopic examination and paranasal sinusitis tomography are used in the diagnosis of the disease. There is no concensus related to the surgical treatment of lower concha pneumatisation. Surgical treatment focusses on the techniques which affect the concha and paranasal sinusitis functions at the minimum level. In this paper, a case of unilateral lower concha bullosa accompanied by nasal obstruction is presented.

10.A case of soft tissue bleeding in atypical localization associated with Hemophilia
Kamuran Karaman, Sinan Akbayram, Mesut Garipardiç, Ahmet Fayik Öner
doi: 10.5505/vtd.2016.33154  Pages 281 - 283
Hemofili A hastalarındaki temel kusur, X kromozomunda yerleşik olan faktör VIII genindeki spesifik mutasyon nedeniyle karaciğerin sinüzoidal hücrelerinden FVIII koagülasyon faktörünün salgılanmasının ve/veya aktivitesinin bozuk olmasıdır. Hemartroz ve hematom hastalığın en tipik özelliğidir. Hafif, orta ve ağır olmak uzere üç farklı klinik tipi vardır. Sol koltuk altında, ağrı ve şişlik yakınması ile hastanemize başvuran 16 yaşındaki erkek hastanın öyküsünde, yaklaşık 1 gündür sol koltuk altında şişlik şikayetinin başladığı öğrenildi. Öyküsünde travma öyküsünün olmadığı ve şişliğin spontan olarak oluştuğu öğrenildi. Ağır ‘Hemofili A’ tanısı ile çocuk hematoloji polkliniğimizde takipli olan ve haftada iki gün sekonder profilaksi tedavisi alan hastanın ek bir şikayeti yoktu. Sol orta koltuk altı çizgisinde 6x4 cm ebadında yumuşak doku şişliği mevcuttu. Bakılan tetkiklerinde FVIII düzeyi %1 in altında olup inhibitör negatif olarak saptandı. Rekombinant faktör VIII ile 25 IU/kg 12 saatte bir toplam 2 gün faktör replasmanı yapıldı, immobilizasyon sağlandı. Bu tedaviyle 12 saat sonunda hastanın ağrısı azaldı. İkinci gün hematomda belirgin küçülme ve klinik bulgularda tamamen düzelme saptanması üzerine izometrik egzersizler önerildi. Hemartroz ve hematomlar, özellikle ağır hemofilili hastalarda spontan veya minör bir travmayı takiben sık görülür ve kas içine olan kanamalar, tüm kas, iskelet sistemi kanamalarının %30’unu oluşturur. Hemofili hastalarında kas içi hematomlar spontan veya travmatik sebeplerle olabilir. Konservatif yaklaşım ve faktör replasmanı ile hematomların çoğu geriler.
The basic defect in hemophilia-A patients is the disruption of secretion and/or activity of coagulation factor 8 from liver sinuosidal cells because of the mutation in factor 8 gene which is located in X chromosome. The typical features of disease are hematoma and hemarthrosis. There are three clinical types as mild, moderate and severe form. The hematomas occur traumatically especially in major muscle groups once children start crawling or walking. The incidence is 1/10.000. The diagnosis is made with appearence of swelling, heat, pain, redness in related muscle. The joint movements of involved muscle are restricted and painful. Here, we presented a case of Hemophilia-A patient with soft tissue bleeding in atypical localization which is rarely encountered.

11.Femoral-Sciatic Nerve Block in a Patient with Von Willebrand's Disease: A Case Report
Lokman Soyoral, Muhammed Bilal Çeğin, Nureddin Yüzkat, Ayşe Ekmen Peker, Uğur Göktaş
doi: 10.5505/vtd.2016.55257  Pages 284 - 285
Von Willebrand hastalığı (vWh) insanlarda tanımlanan en yaygın kalıtsal pıhtılaşma bozukluğudur. Aynı zamanda bazı tıbbi koşulların bir sonucu olarak da ortaya çıkabilir. Toplumda görülme insidansı %1 dolayındadır. Bu hastalık trombositlerin birbirine yapışmasını sağlayan ve multimerik bir protein olan von Willebrand faktörü (vWf)’nün kalitatif veya kantitatif eksikliği ile ortaya çıkar. Tipik olarak hafif veya orta şiddette deri, mukoza kanamalarıyla karakterizedir. Bu makalede vWh olan olguya perioperatif dönemde gerekli işlemler yapıldıktan sonra USG eşliğinde uygulanan başarılı bir periferik blok sunuldu.
Von Willebrand disease (vWD), is the most common hereditary coagulation abnormality described in humans, although it can also be acquired as a result of other medical conditions. The incidence is approximately 1% in the community. It arises from a qualitative or quantitative deficiency of vWF, a multimeric protein that is required for platelet adhesion, and is typically characterized by mild or moderate skin and mucosal bleeding. This article presents a successfully applied peripheral block under USG guidance, after the necessary procedures in the perioperative period in a patient with vWD.

12.Carcinoma Ex Pleomorphic Adenoma in a Minor Salivary Gland of the Hard Palate: Report of a Case
Ferhat Bozkus, Sezen Kocarslan, Ismail Iynen, Rıza Dundar
doi: 10.5505/vtd.2016.91145  Pages 286 - 289
Karsinoma ex pleomorfik adenom (CEPA) pleomorfik adenomdan kaynaklanan epitelyal malignensi olarak tarif edilir. CEPA primer ya da rekürren pleomorfik adenomdan gelişen agresif bir malignensidir. CEPA minör tükrük bezinin nadir görülen bir tümörüdür. Minör tükrük bezi tümörlerinin en yaygın görüldüğü bölge damaktır. Vakaların %7'den daha azı palatal minör tükrük bezlerinde oluşur. Biz bu yayında 74 yaşında bir kadın hastada sert damak minör tükrük bezinden gelişen bir CEPA vakasını sunmaktayız.
Carcinoma ex pleomorphic adenoma (CEPA) is defined as a epithelial malignancy arising from pleomorphic adenoma. CEPA is an agressive malignancy that commonly develops in a primary or recurrent PA. CEPA is an uncommon neoplasm of the minor salivary gland. The palate is the most common region for minor salivary gland tumours. Less than 7% of the cases occur in the palatal minor salivary glands. In this report we present a case of CEPA in a hard palate minor salivary gland of a 74 years old female patient.

INVITED REVIEW
13.Key Element in Oral Chemotherapy: Patient Adherence
Elif Sözeri, Sevinç Kutlutürkan
doi: 10.5505/vtd.2016.43027  Pages 290 - 293
Oral kemoterapi ilaçlarının, kanser tedavisinde kullanımı gittikçe artmaktadır. Oral kemoterapi tedavisinde istenen etkinin sağlanması, hasta uyumu ile gerçekleşir. Kişisel faktörler, tedavi ile ilişkili faktörler ve sistemle ilişkili faktörler hasta uyumunu etkiler. Bu faktörler göz önünde bulundurularak hasta uyumunun sağlanmasında farklı yaklaşımlar kullanılabilir. İlk tıbbi değerlendirme, hasta eğitimi, sağlık hizmetlerine ulaşım, karmaşık olan ilaç planını açıklama, uyumu izleme ve güvenlik aşamalarından oluşan bir yaklaşım kullanılmaktadır. Bu yaklaşım bireyin gereksinimleri doğrultusunda eğitim ve danışmanlık hizmeti almasını sağlar. Hasta uyumunun sağlanması, etkin tedavi ve bakım kalitesinin yükselmesinde anahtar rolü oynar.
The use of oral chemotherapy drugs for cancer treatment has an increasing trend. The desired impact in oral chemotherapy treatment can be achieved with patient adherence. Personal factors, treatment-related factors and system factors affect patient adherence. Different approaches can be used to ensure patient adherence by taking these factors into consideration. In the first medical assessment, an approach consisting of patient education, access to health services, explaining the complex drug use plan, monitoring the patience adherence and safety is used. This approach provides training and consultancy services in line with the needs of the patient. Ensuring patient adherence will play a key role in the promotion of effective treatment and quality of care.

14.Current Approaches to Primary Unknown Neck Metastases
Yeşim Başal, Aylin Eryılmaz
doi: 10.5505/vtd.2016.13262  Pages 294 - 300
Primeri bilinmeyen boyun metastazı, primer tümör tanısı olmaksızın histolojik olarak lenf nodunda metastaz saptanmasıdır. Primer lezyonu saptamak tanı aşamasında olguların az bir kısmında mümkün olabilmektedir. Primer lezyonu saptamak için tomografi, manyetik rezonans görüntüleme, pozitron emisyon tomografi, transservikal ultrasonografi, dar bant görüntüleme, immünohistokimyasal yöntemler, genel anestezi altında panendoskopik muayene, bronkoskopi ve özefagoskopi yapılmaktadır. Robotik cerrahi ile yapılan lingual tonsillektomiler primer lezyonu saptamada önemli rol oynamaya başlamıştır. Primeri bilinmeyen boyun metastazlarına yaklaşımda yenilikler yanında tartışmalı konular da mevcuttur. Bu derleme ile tanı ve tedavideki tartışmalı konulara dikkat çekilmiş ve güncel literatür eşliğinde mevcut bilgiler gözden geçirilmiştir.
Primary unknown neck metastases, are histologically diagnosed lymph node metastases without primary tumor diagnose. Determining the primary lesion during diagnosis is possible only for some patients. To determine the primary lesion; tomography, magnetic resonance imaging, positron emission tomography, transcervical ultrasound, narrow band imaging, immunohistochemical methods, panendoscopic examination under general anesthesia, bronchoscopy and esophagoscopy are performed. Lingual tonsillectomy performed with robotic surgery has begun to play an important role in detecting primary lesions. In addition to the controversial issues, there are improvements on the primary unknown neck metastases. With this article, we aimed to point out these controversial issues and reviewed the current knowledge with literature.

15.Long Term Health Problems Caused by Polycystic Ovary Syndrome
Begüm Yıldızhan, Gökçe Anık İlhan
doi: 10.5505/vtd.2016.22931  Pages 301 - 306
Polikistik Over Sendromu (PKOS), üreme çağındaki kadınlarda sıklıkla görülür ve tanısı hiperandrojenizm ve anovulasyona dayalıdır. PKOS kronik seyredip uzun dönemde obezite, insülin direnci, Tip–2 diyabet, hiperlipidemi, kardiyovasküler hastalık, metabolik sendrom ve kanser gibi sağlık sorunlarına zemin hazırlar.
Polycystic Ovary Syndrome ( PCOS) is frequently seen in women of reproductive age and the diagnosis is based on hyperandrogenism and anovulation. PCOS is chronic endocrine disorder and pave the way for obesity, insulin resistance, Type-2 diabetes, hyperlipidemia, cardiovascular disease, metabolic syndrome and cancer in long term.

LookUs & Online Makale