E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 23 (4)
Volume: 23  Issue: 4 - 2016
1.Cover

Pages I - II

ORIGINAL ARTICLE
2.Serum Heat Shock Protein 70, S100A12 and Matrix Gla Protein in Childhood Obesity and Metabolic Syndrome
Ummugulsum Can, Muammer Buyukinan, Asuman Guzelant, Adnan Karaibrahimoğlu
doi: 10.5505/vtd.2016.55265  Pages 307 - 312
GİRİŞ ve AMAÇ: Metabolik Sendromun (MS) primer nedeni erişkin ve çocuk popülasyonunda insülin rezistansı ile sonuçlanan düşük dereceli inflamasyon ile ilgili obezitedir. Heat şok protein 70 (Hsp70), S100A12 ve Matriks Gla protein (MGP) kronik inflamatuar hastalık ile ilgilidir. Çocuk çağı obezitesi ve Metabolik Sendromun da bu markırları değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma 10-15 yaş aralığında 45 obez çocuk ve 47 MS’lu çocukta yapıldı. Heat şok protein 70, S100A12 ve Matriks Gla protein (MGP) ELISA methodu kullanılarak ölçüldü.
BULGULAR: Obez çocuklarda serum MGP ve S100A12 seviyeleri MS’lu gruptan anlamlı olarak yüksekti
(p < 0.05). İlaveten, MS ve obez bireyler arasında serum hsCRP (p = 0.288) ve Hsp70(p = 0.960) fark yoktu. Her iki grupta S100A12, MGP ve Hsp70 seviyeleri arasında anlamlı pozitif korelasyon vardı.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Bizim bulgularımız S100A12, MGP ve Hsp70 biyomarkırları Metabolik Sendrom ve obezite ile anlamlı olarak ilgili olduğunu gösterdi. Obezite MS gelişiminde önemli bir risk faktörüdür. Obezitede bu proteinlerin artışı, MS ve diabet gibi metabolik bozuklukların gelişiminin önlenmesinde ilgi çekici olabilir.
INTRODUCTION: The primary cause of the metabolic syndrome (MS) appears to be obesity associated with a low-grade inflammatory state result from insulin resistance in both adult and pediatric populations. Heat shock protein 70, S100A12 and Matrix Gla protein (MGP) are involved in chronic inflammatory diseases. We aimed to evaluate those marker in the childhood obesity and MS.
METHODS: This study was performed in on 45 obese children aged 10-15 years and children with MS aged 10-15 years. Serum Heat shock protein 70, S100A12 and Matrix Gla protein were measured by using ELISA method.
RESULTS: Serum MGP and S100A12 levels in obese subjects were significantly higher than those of MS groups (p < 0.05). In addition, no significant differences were observed in serum hsCRP (p = 0.288) and Hsp70 (p = 0.960) levels between MS and obese subjects. There was a significantly positive correlation between serum S100A12, MGP and Hsp70 levels in both groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our findings showed significant association between Heat shock protein 70, S100A12 and MGP, and obesity and MS. Obesity may be at a greater risk of developing MS. It might be interesting to enhance those proteins in obesity to prevent the development of further metabolic disorders including MS and diabetes.

3.“Abdominal pain” due to angiotensin converting enzyme inhibitor and angiotensin receptor blocker treatment
Şevket Arslan, Ramazan Uçar, Esma Uçar, Bülent Savut, Serhat Sayın, Kültigin Türkmen, Ahmet Zafer Çalışkaner
doi: 10.5505/vtd.2016.55264  Pages 313 - 317
GİRİŞ ve AMAÇ: Anjiotensin konverting enzim inhibitörleri (ACEİ) ve anjiotensin reseptör blokerleri (ARB) hipertansiyon tedavisinde ilk sırada reçete edilen ilaçlar arasındadır. Bu grup ilaçların farkındalık düzeyi düşük bir yan etkisi de; intestinal ödeme bağlı olarak ortaya çıkan karın ağrısı ataklarıdır. Bu advers etki ile ilgili yayınlar olgu sunumu ve literatür taramaları şeklindedir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi etik kurulundan onay alınarak, aynı hastanenin iç hastalıkları polikliniklerine herhangi bir şikayetle müracaat etmiş 8736 hastadan hipertansiyon endikasyonu ile ACE inhibitörü ve ARB kullanmakta olduğu tespit edilen 1010 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların bu ilaçları kullanmaya başladıktan sonra oluşan dil-dudakta şişlik, öksürük ve karın ağrısı semptomları sorgulandı. Karın ağrısı şikayeti olup herhangi bir patoloji saptanamayan hastalar, çalışmanın hedefini oluşturacak grup olarak belirlendi.
BULGULAR: Hastaların 650 (%64.3)’si kadın ve 360 (%35.6)’i erkek idi. Yaş ortalamaları 52±8.02 idi. 553 (%55.3) ‘ü ARB ve 447 (%44.7)’si ACEİ kullanmaktaydı. Hastaların ilacı kullanma süreleri ortalama ACEİ için 60±7.4 ay ARB için 56±8ay idi. Karın ağrısı tarifleyen 12 hastanın 7’si ACEİ, 5’i ARB kullanmaktaydı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: ACEİ ve/veya ARB kullanımında intestinal anjioödeme bağlı olarak gelişen karın ağrısı görülebilmektedir. Bu ilaçlarla gelişebilecek gastrointestinal manifestasyonların farkındalığı arttıkça bu klinik semptom hekimler tarafından daha iyi tanınacaktır.
INTRODUCTION: Angiotensin converting enzyme inhibitors (ACEI) and angiotensin receptor blockers (ARB) are the first line drugs for the treatment of hypertension. Abdominal pain due to intestinal edema is another adverse effect which is not well recognized and so with lower levels of awareness. Data about this adverse effect is insufficient and limited with case reports.
METHODS: This study was approved by the Local Ethics Committee conducted Meram Faculty of Medicine, Necmettin Erbakan University. A total of 8736 patients were evaluated whom were admitted to outpatient clinic of internal medicine, Meram Faculty of Medicine. A total of 1010 patients included in the study whom were on ACEI or ARB therapy. The new symptoms of angioedema on lips and tongue, cough and abdominal pain were questioned after usage of these drugs. The patients with abdominal pain but without any pathology were selected as the study group.
RESULTS: 650 (64.3%) of the patients were male and 360 (35.6%) of them were male. The mean age was 52±8.02. 553 (55.3%) of patients were on ARB and 447 (44.7%) of them were on ACEI therapy. The mean duration of drug usage was 60±7.4 months for ACEI and 56±8 months for ARB. A total of 12 patients (ACEI=7, ARB=5) was found with abdominal pain.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Abdominal pain due to intestinal angioedema may be seen during ACEI and/or ARB usage. The gastrointestinal adverse effects of these drugs may be better recognized by physicians as the level of awareness as increased.

4.Sociodemographic and clinical characteristics of sexually abused children and adolescents cases living in Turkey's Eastern Anatolia Region
Salih Gençoğlan, Yavuz Hekimoğlu, Tuba Mutluer, Pınar Güzel Özdemir, Orhan Gümüş, Onur Durmaz, Serhat Nasıroğlu, Mahmut Aşırdizer
doi: 10.5505/vtd.2016.46330  Pages 318 - 323
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda cinsel istismar mağduru çocuk ve ergenlerin sosyodemografik özellikleri, istismar sonrası gelişen ruhsal tanıları, istismar süresi, istismar sıklığı, cinsel istismar ve istismarcı ile ilişkili özellikleri incelemesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Van adliyesi adli tıp şubesinde 01.01.2010 ile 30.06.2015 tarihleri arasında bilirkişi adli heyet raporu düzenlenmesi amacıyla yönlendirilen adli olguların (n=90) bilgileri geriye dönük olarak incelenmiştir. Genel fizik muayenesi adli tıp uzmanları tarafından yapıldı. Hasta ve ebeveynleri ile psikiyatrik görüşme çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı ve yetişkin psikiyatri uzmanı tarafından yapılmıştır. Mağdurlara konulan tanılar Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı V (DSM-V) tanı sistemine göre saptanmıştır.
BULGULAR: Çalışmamız 4 ile 18 yaş aralığında (11.9±4,02) değişen 60 (%66,7) kız ve 30 (%33,3) erkek olmak üzere toplam 90 çocuk ve ergen mağdurlardan oluşmaktadır. En sık bildirilen cinsel istismar tipi kızlarda %48,3 ile vajinal penetrasyon, erkeklerde %90 ile anal penetrasyon olduğu belirlendi. Olguların %31,1’i (n=28) birden fazla cinsel istismara maruz kaldığını, %5,6’si (n=5) birden fazla istismarcının olduğu ve 12,2’sinin (n=11) de bir yıldan daha uzun süre cinsel istismara maruz kaldığı bulunmuştur. Olguların %64,4’inde (n=58) istismarcının tanıdık biri ve %21,1’ünde (n=19) aileden biri olduğu tespit edilmiştir. Çocuk ve ergenlerin %28,9’ında (n=26) travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), %5,6’sında (n=5) akut stres bozukluğu (ASB), %8,9’inde (n=8) major depresif bozukluk (MDB) tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızın sonuçları cinsel istismar mağdurlarında başta TSSB olmak üzere psikopatoloji gelişme riskinin artığını göstermektedir. Kız cinsiyet ve ilköğretim çağında olmanın cinsel istismara maruz kalma açısından yüksek risk taşıdığı bulunmuştur. Çocuklar genellikle yakından tanıdığı ve güvendiği kişiler tarafından cinsel istismara uğradığı görülmektedir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to investigate the sociodemographic features of sexually abused children and adolescents who were sent for forensic evaluation, besides that psychopathologies developing after the abuse.
METHODS: Ninety child and adolescents who were admitted to Van judicial branch of forensic medicine units for forensic evaluation due to sexual abuse have been enrolled to the study between 01.01.2010 and 30.06.2015 retrospectively. General physical examination was carried out by forensic experts. The clinical interviews were conducted by two expert psychiatrists.
RESULTS: Our study consists of 60 girls and 30 boys aged between 4 and 18 years (11,9±4,02) old. The most frequently reported sexual abuse type was vaginal penetration in girls (48,3%) and anal penetration in boys (90%). It was found that 12,2 % of victims were exposed to sexual abuse longer than a year, 31,1 % of victims were exposed more than one sexual abuse and 5,6 % of victims were abused by more than one abuser. concerning the abusers; 64,4% were familiar and 21,1% were among family members. 28,9% of the child and adolescents were diagnosed with Posttraumatic Stress Disorder, 8,9% Major Depressive Disorder and 5,6% Acute Stress Disorder.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It has been found that female gender and primary education level are high risk factors in children for exposure to sexual abuse and psychopathologies particularly Posttraumatic Stress Disorder increase in sexual abuse victims. It is observed that children generally suffer sexual abuse in the hands of people they closely know and trust.

5.Prognostic importance of anthropometrics in obesity related cardiovascular risk factors in children
Yaşar Cesur, Sultan Kaba, Murat Başaranoğlu, Murat Doğan, Keziban Aslı Bala, Sevil Arı Yuca, Ertan Sal, Selami Kocaman
doi: 10.5505/vtd.2016.02486  Pages 324 - 329
GİRİŞ ve AMAÇ: Çocuklarda obezite ilişkili kardiyovasküler risk faktörlerini öngörmede antropometrik ölçümlerin prognostik önemini saptamak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Obezitesi olan 6-17 yaşlarındaki 100 çocuk vaka grubuna dahil edildi. Yaş ve cinsiyet bakımından benzer 100 sağlıklı çocuk kontrol grubuna dahil edildi. Vaka ve kontrol grubundaki çocukların antropometrik ölçümleri yapıldı ve kan basınçları ölçüldü. Kan lipidleri, HbA1c, açlık glukozu ve insülin düzeyleri hem vaka hem kontrol grubunda ölçülürken, oral glukoz tolerans testi sadece vaka grubunda yapıldı. Vücut yağ oranı bioimpedans vücut analizörü kullanılarak ölçüldü. Antropometrik ölçümlerin prognostik önemi ROC eğrisi kullanılarak değerlendirildi.
BULGULAR: Vaka grubundaki çocukların ortalama yaşları 11.44 ± 2.38 (48 kız 52 erkek), kontrol grubundaki çocuların yaş ortalamaları ise 11.46 ± 2.33 (48 kız 52 erkek) idi. Vaka grubundaki antropometrik ölçümlerin hepsi, kontrol grubundan daha yüksek bulundu. Obezite grubunda hipertansiyon, dislipidemi ve bozulmuş OGTT sırasıyla 26, 33, 37 çocukta bulundu. Herhangi bir kardiyovasküler risk faktörünü gösteren kesim noktası değeri vücut ağırlığı standart deviasyon skoru (SDS) için +2.6, vücut kitle indeksi (VKİ) SDS için +1.98, vücut yağ oranı için %27.1, subskapular deri kalınlığı için 29 mm, bel-boy oranı için 0.59 ve kalça/ boy oranı için 0.93 olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Antropometrik ölçümlerden subskapular deri kalınlığı ve bel-boy oranı obezite ilişkili kardiyovasküler risk faktörlerini öngörmede kullanılabilecek en iyi parametrelerdir.
INTRODUCTION: To determine the prognostic importance of anthropometrics for obesity related cardiovascular risk factors in children
METHODS: : A total of 100 children aged 6-17 years old with obesity were included the study. Age and sex matched healthy 100 children who had not any disease were included in control group. The anthropometrics of all children in study and control group were taken and blood pressures were measured. Additionally the laboratory examinations included liver function tests, lipid profile, fasting glucose, fasting glucose insulin ratio, serum insulin level, oral glucose tolerance test were performed. Body fat ratio was measure by using bioimpedence body analyzer. The prognostic importance of anthropometrics was evaluated by using ROC curve
RESULTS: The mean ages of children were 11.44 ± 2.38 years in study group (48 girl, 52 boy), 11.46 ± 2.33 years in control group (48 girl, 52 boy). In study group, hypertension, dyslipidemia, high liver enzymes/hepatomegaly/hepatosteatosis and impaired OGTT were found in 26, 33, 44, 37 children, respectively. The cut off value for showing any cardiovascular risk factors was found to be as +2.6 for wight SDS, +1.98 for BMI SDS, 27.1 % for body fat ratio, 29 mm for suprascapular skin thickness (SST), 0.59 for waist height ratio and 0.93 for hip height ratio.
DISCUSSION AND CONCLUSION: SST and waist height ratio which can be used for predicting obesity related cardiovascular risk factors are the best anthropometrics.

6.Association Between New Platelet Indices And Calcific Aortic Stenosis: Plateletcrit And Platelet to Lymphocyte Ratio
Hüseyin Altuğ Çakmak, Asım Enhoş, Mehmet Ertürk, Ali Kemal Kalkan, Muhammet Hulusi Satılmışoğlu, Mehmet Gül
doi: 10.5505/vtd.2016.47955  Pages 330 - 337
GİRİŞ ve AMAÇ: Kalsifik aort darlığı (AD) dünyada kalp kapak hastalıklarından ölümlerin önde gelen nedenidir. Biz bu çalışmada plateletkrit (PKT) ve platelet lenfosit oranı (PLO) ile kalsifik AD’nın varlığı ve şiddeti ile olan ilişkisini incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmaya sırasıyla 98 kalsifik AD tanısı olan hasta ile 30 sağlıklı kontrol dahil edildi. Kalsifik AD hastaları hastalığın şiddetine göre 3 gruba şu şekilde ayrıldı: hafif AD (n=35), orta AD (n=30) ve ileri AD (n=33).
BULGULAR: PKT ve PLO aort darlığı grubunda anlamlı derecede yüksek bulundu. Ayrıca, PKT ve PLO ileri AD grubunda hafif ve orta AD gruplarına göre önemli derecede en yüksek saptandı. Korelasyon analizinde PKT ile maksimum ve ortalama transaortik gradyan ve maksimum jet akım hızı arasında önemli pozitif, aort kapak alanı ile anlamlı negatif ilişki saptandı. Benzer ilişkiler PLO ile AD şiddetinin ekokardiyografik parametreleri ile gösterildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Artmış inflamatuar durum ve platelet aktivasyon ve agregasyonunu yansıtan PKT ve PLO kalsifik AD olan hastalarda tedavi stratejileri için risk sınıflamasını iyileştirebilen kullanışlı, kolay elde edilebilen, ucuz ve basit hesaplanabilir belirteçlerdir.
INTRODUCTION: Calcific aortic stenosis (AS) is the leading cause of death from valvular heart disease in worldwide. We aimed to evaluate the relationship between plateletcrit (PCT), platelet to lymphocyte ratio (PLR) and presence and severity of the calcific AS in the present study.
METHODS: A total of 98 consecutive patients diagnosed with calcific AS and 30 healthy controls were included in this retrospective study. Patients with calcific AS were divided into three groups according to severity of disease as follows: mild AS (n=35), moderate AS (n=30) and severe AS (n=33).
RESULTS: PCT and PLR were demonstrated to be significantly higher in the AS. Moreover, PCT and PLR were significantly highest in the severe AS group than in the mild and moderate AS groups. Correlation analysis indicated positive significant relationships between the PCT and maximal and mean transaortic gradients, and maximum jet velocities; but negative association with AVA. The same relations were obtained between PLR and echocardiographic parameters of severity of AS.
DISCUSSION AND CONCLUSION: PCT and PLR, which reflect elevated inflammatory status and platelet activation and aggregation, are useful, cheap, easily available and simply calculated markers that have an ability to improve risk stratification of patients with calcific AS for treatment strategies.

7.Effects Of Lıfe Style Modıfıcatıons On Echocardıographıc And Bıochemıcal Parameters In Prehypertensıve Patıents
Yasemin Kaya, Mehmet Yaman, Ahmet Kaya, Ahmet Karataş, Zeki Yüksel Günaydın, Adil Bayramoğlu, Osman Bektaş
doi: 10.5505/vtd.2016.77487  Pages 338 - 347
GİRİŞ ve AMAÇ: Son yapılan çalışmalara göre hipertansiyonun habercisi olan prehipertansiyonun prevelansının ülkemizde, dünyada oldukça fazla olduğu tespit edilmiş ve gittikçe artacağı tahmin edilmektedir. Yapılan çalışmalar sonucunda prehipertansif hastalarda diyastolik disfonksiyona rastlanmıştır ve prehipertansiyonun kardiyovasküler hastalık oluşumunun başlangıç noktası olduğu tahmin edilmektedir Araştırmamızda, prehipertansif hastalarda kan basıncını kontrol altına almak ve hipertansiyona gidişi önlemek için önerilen DASHdiyeti ve egzersizinbiyokimyasal, klinik ve ön planda diyastolik olmak üzere tüm ekokardiyografik parametrelere etkisinin belirlenmesi amaçlandı
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ek bir hastalığı olmayan, 20- 40 yaş arası prehipertansif (kan basıncı 120/80- 140/90 mmHg; 13E, 5K) ve normotansif (kan basıncı 120/80 mmHg altında; 6E, 7K) iki gruba DASH diyeti ve egzersizverilerek tedavi öncesi ve sonrası klinik, laboratuvar değerlendirmesi ilediyastolik disfonksiyon için ekokardiyografik inceleme yapılarak, tedavinin bu parametreler üzerine etkisi ölçüldü.
BULGULAR: Sonuç olarak prehipertansif grubun vücut ağırlığı, GFR, homosistein ve OGTT açısından normotansif gruptan farklı olduğu; prehipertansif grubun DASH diyeti ve egzersiz tedavisine sistolik ve diyastolik kan basıncı, insülin düzeyi, insülin direnci, GFR ve homosistein açısından normotansif gruba göre daha iyi cevap verdiği; çalışma başında 17 prehipertansif hastanın 6’sında (%35.29) diyastolik disfonksiyon olduğu ve tedaviden sonra bunların 4 (%66.6)’ünün düzeldiği tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: DASH diyeti ve egzersiz tedavisi ile prehipertansif grupta normotansif gruba göre yüksek olan DKB ve SKB’ı, insülin ve homosisteinin düzeyleri ve insülin direnci etkin olarak tedavi edilebilmektedir..
Prehipertansiflerde DASH diyeti ve egzersizin diyastolik disfonksiyon üzerine ne kadar etki ettiğini değerlendirmek için vaka sayısının fazla olduğu daha büyük bir çalışmaya ihtiyaç vardır.

INTRODUCTION: Recent studies show that the prevalence of prehypertension as a predictive of hypertension is common in both our country and worldwide and will increase.
We aimed to determine the effects of DASH diet and exercise treatment on clinical, biochemical and echocardiografic parameters in prehypertensive patients
METHODS: Subjects were 20 to 40 years old and had blood pressure of 120 to 139 mmHg/ 80 to 89 mmHg and< 120/80 mmHg. They were treated withDASH diet and exerciseduring 6 months. After treatment we evaluated the clinical, biochemical and echocardiografic parameters in prehypertensive and normotensive groups.
RESULTS: : It has been showen that the basal weight, GFR, OGTT and homocysteine in prehypertensive group were different from normotensive group. The responsive of blood pressure insulin, insulin resistance, GFR and homocysteine to DASH diet and exercise were beter in the prehypertensive group when compared to normotensive group. In our study there were 6 patients with diastolic dysfunction in prehypertensive group and no patients with diastolic dysfunction were found in normotensive group. After treatment 4 patient with diastolic dysfunction showed improvement.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Significant improvement in blood pressure, insulin, insulin resistance and homocysteine were found with DASH diet and exrecise in prehypertensive group when compared to normotensive group.
Further study with large number of participants are needed to determine effects of DASH diet and exercise on diastolic dysfunction in prehypertensive patients.


CASE REPORT
8.Delayed Diagnosis of Gigantic Appendix Mucinous Cystadenoma
Mustafa Alimoğulları, Hakan Buluş, Gökhan Akkurt, Utku Tantoğlu
doi: 10.5505/vtd.2016.66347  Pages 348 - 351
Apendiks mukoseli; oldukça nadir görülen, apendiks lümeninin anormal müsinöz sekresyon sonucu dilatasyonu ile karakterize bir durumdur. Mukosel, mukozal hiperplazi, müsinöz kistadenom veya müsinöz kistadenokarsinom sonucunda oluşabilir. Apendiks müsinöz kistadenomu en sık görülen formudur. Hastada farklı klinik durumlarla kendini belli edebilir. Operasyon öncesi nadiren tanı alabilir. Rezeksiyon materyallerinin histopatolojik incelemesinde %0.1-0.3 oranında saptanmaktadır. Çalışmamızda üriner patolojiyi taklit eden dev müsinöz kistadenom tanısı konulan bir olguyu sunduk.
Appendiceal mucocele is a very rare condition that is characterized by abnormal dilation of appendix lumen due to mucinous secretion. Mucocele can consist of mucosal hyperplasia, mucinous cystadenoma or mucinous cystadenocarcinoma. Most common form is appendiceal cystadenoma. Patients with this diseases can be presented with various clinical conditions. This disease can not be diagnosed prior to surgery. It is seen in 0,1-0,3% of histopathologicanalysis of resection materials. Wea representing a patientwith gigantic mucious cystadenoma mimicking urinary disease.

9.The Preauricular Sinus / Cyst: A Case Report
Nazim Bozan, Yunus Feyyat Sakin, Ahmet Gözen, Ferhat Bozkuş
doi: 10.5505/vtd.2016.83364  Pages 352 - 356
Preauriküler sinüs embriyonik gelişimde kulağı oluşturan birinci ve ikinci brankial yarığın birleşmesi sırasında meydana gelen bozukluk onucu oluşan konjenital bir anomalidir. Genellikle semptomsuz olup, nadiren tekrarlayan rekürren şişlikle beraber akıntı, üzerinde inflamasyon meydana gelen ve enfeksiyonlarla bir arada olabilmektedir. Sağ kulak önünde 3 yıldır tekrarlayan rekürrent şişlik ve yara enfeksiyonu bulunan 18 yaşındaki erkek hastada preauriküler sinüs saptandı ve literatür eşliğinde vaka tartışıldı. Özellikle preauriküler bölgenin iyileşmeyen ve tedavilere cevap vermeyen tekrarlayan rekürren şişlikle beraber akıntı, üzerinde inflamasyon meydana gelen deri enfeksiyonu ve yaralarının emininde preauriküler sinüsün de olabileceği unutulmamalıdır. Fistül traktusunun yetersiz rezeke edildiği vakalarda geç dönemde nüks meydana gelebilmektedir. Preauriküler sinüs/kist preauriküler bölge lezyonlarında ayırıcı tanıda düşünülmelidir.
Preauricular sinus is a congenital anomaly that occurs because of a malformation during the merging of first and second branchial clefts, which form the ear in the course of embryonic development. Although it is usually non-symptomatic, it can rarely be seen together with recurrent swelling and discharge, and inflammatory infections. A preauricular sinus was observed in front of the right ear of an 18-year-old male patient with a recurrent swelling and wound infection for 3 years; and the case was discussed in the guidance of the literature. It would be important to consider preauricular sinus as the basis of recurrent swelling and inflammatory skin infections and wounds of the preauricular region, which do not respond to treatment nor heal. Recurrence may take place in the late period, in case of an inadequate resection of the fistula tract. Preauricular sinus/cyst should be taken into account in differential diagnosis of preauricular region lesions.

10.Postmenopausal Low Level HCG and Management: A Case Report
Aşkın Evren Güler, Hüseyin Pehlivan, Ahmet Ozek, Ali Kolusarı
doi: 10.5505/vtd.2016.24883  Pages 357 - 359
Olgu sunumuzda 1 yıllık menapozal statüde hCG pozitifliği tespit edilen 51 yaşındaki vaka tartışılmıştır. Düşük persiste hCG salınımı; erken gebelik dönemi, aktif gestasyonel trofoblastik hastalık, yanlış hCG pozitifliği, nongestasyonel maligniteler ve hipofizer kaynaklı hCG salınımı gibi durumlarda karşımıza çıkabilmektedir. hCG yüksekliğine neden olan durumlar incelendiğinde postmenopozal dönemdeki düşük seviye persiste hCG tespitinin her zaman patolojik durumlarla birlikte olmadığı, fizyolojik durumlarla da birlikte olabileceği unutulmamalıdır. Bu nedenle ayrıcı tanının net yapılarak, gereksiz invaziv işlem, kemoterapötik kullanımına varan tıbbi uygulamalardan kaçınılması önem arz etmektedir.
In our case report 51-year-old, 1-year menopausal status, hCG positive, patient is discussed. Persistent low-level hCG secretion may be seen in such cases as: early pregnancy, gestational trophoblastic disease session, false positive hCG, pituitary hCG, non-gestational malignancies. When the conditions causing the elevated hCG are analyzed, it should not be forgotten that persistent low level hCG is experienced not only in pathological situations but also in physiological conditions. For this reason, it is important to avoid unnecessary invasive procedures and medical practices involving the use of chemotherapeutics to make accurate differential diagnosis.

11.Tularemia characterized by cervical lymphadenopathy in an adolescent child
Nesrin Ceylan, Mehmet Parlak, Kamuran Karaman, Ali İrfan Baran, Mahfuz Turan
doi: 10.5505/vtd.2016.08208  Pages 360 - 363
On beş yaşında kız çocuğu, yedi haftadır devam eden sol orofarengeal şişlikle ve beraberinde ilk iki haftalık ateş nedeniyle hastanemiz dışında kullanılan antibiyotiklere cevap vermemesi üzerine tarafımıza başvurmuştur. Kırsal bölgede yaşama, aynı çevreden su içme hikâyesi olması, klinik bulguların uyumu ve tedaviye cevapsızlık olması nedeniyle tularemiden şüphelenildi. Tulareminin klinik tanısı mikroaglutinasyon testiyle doğrulandı. Sonuç olarak ateş, boğaz ağrısı, servikal lenfadenopatisi olan ve özellikle beta-laktam grubu antibiyotik tedavisine yanıt vermeyen olgularda tularemi ayırıcı tanıda dikkate alınmalıdır.
A fifteen year old girl consulted to us with the complaint that she not getting benefit from antibiotics used to treat left oropharyngeal on going swelling lasted for seven weeks along with first two weeks of fever. Tularemia was suspected because of living in rural area, being the story of drinking water from the same environment, the consistency of clinical findings and not responding to the treatment. Clinical diagnosis of tularemia was confirmed by micro agglutination testing. In conclusion, tularemia should be considered in the differential diagnosis in the patients with fever, sore throat, cervical lymphadenopathy, and particularly who do not respond to beta-lactam group antibiotics treatment.

INVITED REVIEW
12.The Complications of Robot Assisted Laparoscopic Radical Prostatectomy in the Process of the Learning Curve
Mustafa Güneş, Müslüm Ergün, Recep Eryılmaz, Rahmi Aslan
doi: 10.5505/vtd.2016.69930  Pages 364 - 368
Erkeklerde prostat kanseri en sık görülen kanserdir. Lokalize prostat kanserinde radikal prostatektomi temel küratif tedavi seçeneğidir. Radikal prostatektomi açık retropubik, perineal, laparoskopik ya da robot yardımlı laparoskopik olarak uygulanabilir. Son yıllarda robotik yardımlı laparoskopik radikal prostatektomi (RALRP; robotic assisted laparoscopic radical prostatectomy) daha fazla popülarite kazanmıştır. RALRP diğer teknikler ile karşılaştırıldığında daha az komplikasyon oranlarına sahiptir. Bu derlemede, RALRP’ de öğrenme eğrisi sürecindeki komplikasyonlar ele alınmaktadır.
Prostate cancer is the most common cancer in men. Radical prostatectomy is the major curative treatment option in localised prostate cancer. Radical prostatectomy can be perfomed as open retropubic, perineal, laparoscopic or robotic assisted laparoscopic. In the last years, RALRP has gained more popularity. RALRP has less complication rates when compared with other techniques. In this review, the complications of RALRP in the process of the learning curve have been discussed.

13.Current information about iron deficiency anemia in pregnancy: Iron supplementation for whom? When? How much?
Tayfun Vural, Aykut Özcan, Muzaffer Sancı
doi: 10.5505/vtd.2016.58070  Pages 369 - 376
Demir eksikliği anemisi, gebelikte en sık görülen anemi türüdür. Gebelikte demir eksikliği anemisi, preterm eylem, düşük doğum ağırlıklı bebek gibi olumsuz perinatal sonuçların yanında maternal mortalite ve morbidite artışı ile birliktedir. Ayrıca gebelikte demir eksikliği anemisi, yenidoğan ve ileri çocukluk döneminde bilişsel fonksiyonlar üzerinde de olumsuz sonuçlara neden olur. Demir eksikliği anemisi, ‘’iyileştirilebilir’’ ve ‘’önlenebilir’’ özellikleri olan önemli bir halk sağlığı sorunudur. Bu çalışmada gebelikte demir eksikliği anemisinin maternal ve perinatal sonuçları, tanısı, önleme stratejileri, tedavisi gözden geçirilmiştir.
Iron deficiency anemia is the most common type of anemia during pregnancy. It is associated with adverse pregnancy outcomes such as low birth weight babies, pre-term deliveries and increased maternal morbidty and mortalities. In addition, it also causes negative consequences on cognitive function during neonatal and late child-hood period. It’s, ‘’preventable’’ and ‘’amendable’’ kind of properties makes iron defiency anemias an important major public health problem. In this study, we revised maternal and perinatal outcomes, diagnosis, treatment and preventionall strategies of iron deficieny anemia of pregnancy.

LookUs & Online Makale