E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 28 (2)
Volume: 28  Issue: 2 - 2021
1.Cover

Pages I - II

ORIGINAL ARTICLE
2.Evaluation of Risk Factors assosiated with Fatty Liver Disease in Obese Children and Adolescents: A Single Center Experience
Selma Tunç
doi: 10.5505/vtd.2021.69862  Pages 171 - 177
GİRİŞ ve AMAÇ: Çocuklarda obezite prevelansındaki artışa paralel olarak Pediatrik Yağlı Karaciğer Hastalığı (YKH) görülme sıklığı artmaktadır. Erken tanı ve tedavisi önemlidir. Bu çalışmada obez çocuk ve adölesanlarda YKH prevelansı ve metabolik risk faktörleri ile olan ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 8-18 yaş arasında toplam 280 obez çocuk ve ergen dahil edildi. Karaciğerde yağlanma varlığı ultrasonografisi (USG) ile araştırıldı. Olgular 2 gruba ayrıldı. YKH olan ve olmayan grup, antropometrik (vücut kitle indeksi (VKİ) SDS, bel/kalça çevresi oranı) ve laboratuvar parametreleri (serum glukoz, AST, ALT, lipit profili, HOMA-IR) açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Olguların yaş ortalaması 12,1 ± 2,7 yıl (K/E= 143/137), ortalama VKİ SDS 2,7 ± 0,6 idi. Olguların %49’ unda ALT düzeyi yüksekti. KC USG ile olguların %63,2'inde (n=177) YKH tespit edildi. YKH olmayan grupla karşılaştırıldığında YKH olan grupta yaş, VKİ SDS, bel/kalça oranı, ALT, trigliserid, insülin, HOMA-IR değerleri anlamlı olarak daha yüksek saptandı. Bunun dışındaki parametreler (cinsiyet, glukoz, total kolesterol, HDL kolesterol, LDL kolesterol, AST) her iki grupta benzerdi.
Yaş, VKİ SDS, bel/kalça oranı ve ALT, trigliserid ve HOMA-IR düzeyleri ile hepatosteatoz derecesi arasında pozitif korelasyon saptandı (sırasıyla p=0,002, r=0,183, p=0,003, r= 0,155, p=0,02, r=0,165, p=0,001, r=0,338, p=0,001, r=0,155, p=0,001, r=0,311). Hepatosteatoz için %68’lik bir sensitivite ve %92’lik bir spesifite ile ALT cut of değeri 27,5 IU/L olarak saptandı.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Yağlı KC hastalığı çocuklarda önemli bir morbidite sebebi olup obezite derecesi ve yaş arttıkça görülme riski de artar. Yüksek VKİ SDS, bel/kalça oranı, ALT, trigliserid ve HOMA-IR değerleri YKH ile ilişkilidir. İlişkili risk faktörlerinin tespiti ve tedavisi ile YKH’na bağlı morbidite ve mortaliteyi azaltmak mümkün olacaktır.
INTRODUCTION: The frequency of Fatty Liver Disease (FLD) increases in children in parallel with the increase in the prevalence of obesity. Early diagnosis and treatment is important.The aim of this study was to investigate the prevalence and relationship with metabolic risk factors of FLD in obese children and adolescents.
METHODS: A total of 280 obese children and adolescents were included in this study. The presence of fatty liver was investigated by ultrasonography (US). The anthropometric (body mass index (BMI) SDS, waist / hip circumference ratio), laboratory parameters (serum glucose, AST, ALT, lipid profile, HOMA-IR) were compared in the group with and without FLD.
RESULTS: ALT levels were high in 49% of the cases. FLD was detected in 63.2% (n = 177). Age, BMI, SDS, waist / hip ratio, ALT, triglyceride, insulin, HOMA-IR values were found to be significantly higher in the FLD group compared to the non FLD group. There was a positive correlation between age, BMI SDS, waist / hip ratio, ALT, triglyceride and HOMA-IR levels and degree of hepatosteatosis. The cut-off value of ALT was 27.5 IU/L with a sensitivity of 68% and a specificity of 92% for hepatosteatosis.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Fatty Liver Disease is an important cause of morbidity in children. The higher the degree of obesity and age, the higher the incidence of fatty liver disease. High BMI SDS, waist / hip ratio, ALT, triglyceride and HOMA-IR values are associated with FLD. It will be possible to reduce morbidity and mortality related to FLD by identifying and treating associated risk factors.

3.Neutrophil Lymphocyte Ratio in Multiple Sclerosis Disease Actıvıty
NURAY BİLGE, Fatma Şimşek, Yıldız Dağcı
doi: 10.5505/vtd.2021.49002  Pages 178 - 183
GİRİŞ ve AMAÇ: Multipl skleroz (MS) santral sinir sisteminin otoimmün, kronik inflamatuar bir hastalığıdır. Nötrofil-lenfosit oranı (NLO), çeşitli kronik inflamatuar hastalıklarda hastalık aktivite markeri olarak tanımlanmıştır. Bu çalışmada immünomodülatör tedavi kullanan MS hastalarında NLO'nun MS hastalık aktivitesi belirteci olup olmayacağı araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 49 MS hastası ile yaş ve cinsiyet eşleştirilmiş 30 sağlıklı birey çalışmaya alındı. MS hastalarınının atak ve remisyon dönemi ile sağlıklı bireylerin c-reaktif protein (CRP), eritrosit sedimentasyon hızı (ESH), nötrofil ve lenfosit sayıları ve NLO düzeyleri retrospektif olarak karşılaştırıldı.Verilerin değerlendirilmesi SPSS 22 programı ile yapıldı.
BULGULAR: MS hastalarında kontrol grubuna göre lenfosit sayısı daha düşüktü (p<0,05), nötrofil sayıları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. MS hastalarında sağlıklı kontrollere kıyasla NLO (p <0.001) ve sedimentasyon değeri (p<0,05) daha yüksekti. MS hastalarında atak ile remisyon dönemi NLO düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. MS atak döneminde, remisyon dönemine göre sedimentasyon hızı daha yüksekti (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada NLO değerinin immünomodulatör tedavi kullanan MS hastalarında hastalık aktivitesi için bir belirteç olmadığı sonucuna varıldı. Ayrıca MS hastalarında kontrol grubuna göre NLO değerindeki artışın lenfosit sayısındaki düşmeye bağlı olduğu düşünüldü.
INTRODUCTION: Multiple sclerosis (MS) is an autoimmune, chronic, inflammatory disease of the central nervous system. Neutrophil-lymphocyte ratio (NLR) is defined as a marker of disease activity in various diseases. In this study, it was investigated whether NLR would be an indicator of MS disease activity in MS patients using immunomodulatory therapy.
METHODS: The study included 49 MS patients and 30 age-matched and gender-matched healthy controls. C-reactive protein (CRP), erythrocyte sedimentation rate (ESR), neutrophil and lymphocyte count, NLR of MS patients in the periods of attack and remission, and those of healthy controls were compared retrospectively. SPSS 22 program was used for data evaluation.
RESULTS: There was no significant difference in age and gender between MS patients and the control group. The number of lymphocytes was lower in MS patients compared to the control group (p <0.05). NLR was significantly higher in patients with MS than healthy controls (p <0.001). Sedimentation rate was higher in MS patients than the control group (p <0.05). There was no statistically significant difference between NLR levels of MS patients during attack and remission periods. Sedimentation rate was higher in the MS attack period than in the remission period (p <0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: This in study, it was concluded that NLR was not a marker for disease activity in MS patients receiving immunomodulatory therapy. In addition, in our study, it was thought that the increase in NLR in MS patients compared to healthy controls was related to the decrease in lymphocyte counts.

4.Relation of disease activity with quality of life and sleep quality in knee osteoarthritis
Volkan Şah
doi: 10.5505/vtd.2021.79058  Pages 184 - 187
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı diz osteoartritinde hastalık aktivitesinin yaşam kalitesi ve uyku kalitesi ile ilişkisini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma diz osteoartriti olan hastalar üzerinde yapıldı (n = 100; 28 erkek, 72 kadın; ort. yaş 58.09 yıl; dağılım 23-85 yıl). Kellgren-Lawrence (KL) sınıflandırma sistemi, Görsel Analog Skala (VAS), Western Ontario ve McMaster Üniversiteleri Osteoartrit İndeksi (WOMAC), Dünya Sağlık Örgütü Yaşam Kalitesi (WHOQOL-BREF) ve Pittsburgh Uyku Kalitesi Endeksi (PSQI) sırasıyla radyolojik derecelendirme, ağrı, fiziksel fonksiyon (hastalık aktivitesi), yaşam kalitesi ve uyku kalitesini değerlendirmek için kullanılmıştır.
BULGULAR: KL, VAS, WOMAC ve PSQI skorları arasında anlamlı pozitif, WHOQOL-BREF profilleri ile KL, VAS, WOMAC ve PSQI skorları arasında anlamlı negatif korelasyon bulundu (tümü p<0.01).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuçlarımız diz osteoartritinde daha yüksek hastalık aktivitesinin daha düşük yaşam kalitesi ve daha kötü uyku kalitesi ile ilgili olduğunu göstermektedir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to assess the relation of disease activity with quality of life and sleep quality in knee osteoarthritis.
METHODS: The study was performed on patients with knee osteoarthritis (n=100; 28 males, 72 females; mean age 58.09 years; range 23 to 85 years). Kellgren-Lawrence (KL) classification system, Visual Analog Scale (VAS), Western Ontario and McMaster Universities Osteoarthritis Index (WOMAC), World Health Organization Quality of Life (WHOQOL-BREF), and Pittsburgh Sleep Quality Index (PSQI) were used to evaluate radiological grading, pain, physical function (disease activity), quality of life, and sleep quality, respectively.
RESULTS: There were significant positive correlations among KL, VAS, WOMAC, and PSQI scores, while significant negative correlations were found between WHOQOL-BREF profiles and KL, VAS, WOMAC, and PSQI scores (all p< 0.01).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our results suggest that higher disease activity is related to lower quality of life and poorer sleep quality in knee osteoarthritis.

5.Evaluation of the Etiological and Clinical Characteristics of Patients with Cerebral Venous Sinus Thrombosis
Hamit Çelik, AHMET YARDIM, Mesude Kisli
doi: 10.5505/vtd.2021.71501  Pages 188 - 192
GİRİŞ ve AMAÇ: Serebral Venöz Sinüs Trombozu (SVST) tüm yaş grubunda görülebilen fakat sıklıkla genç erişkinleri etkileyen bir inme alt tipidir. SVST beynin tıkayıcı arterial hastalıklarına göre daha nadir görülür ve tüm inmelerin %0,5-1’ini oluşturur. Çalışmada klinik ve radyolojik olarak kesin SVST tanısı konulmuş olguların demografik özelliklerinin, klinik semptomlarının, ilk başvuru nörolojik muayene bulgularının, etiyolojik faktörlerin, tedavilerin ve serebral görüntülemedeki özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlandı
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2018 ile Kasım 2019 arasında nöroloji kliniğinde kesin serebral venöz sinüs trombozu (SVST) tanısı ile takip edilen 17 olgunun hasta dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Olguların demografik, klinik, radyolojik özellikleri ve tedavileri değerlendirildi
BULGULAR: SVST tanısı ile takip edilen 17 hastanın 5’i (%29,41) erkek 12’si(%70,58) kadındı. Çalışmaya alınan hastaların yaş ortalaması 36,82 ve yaş aralığı 22-78 idi. En sık klinik prezantasyon baş ağrısı, en sık nörolojik muayene bulgusu papil ödem, en sık tromboze olan sinüs ise transvers sinüstü. Etiyolojide en sık faktör gebelik ve lohusalıktı
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada SVST’ li hastalar geriye dönük olarak incelendi. Yeni başlayan şiddetli baş ağrısı ve epileptik nöbet ile gelen her hastada göz dibi muayenesinin yapılması, gebelik ve lohusalık dönemindeki hastalarda serebral venöz sinüs trombozu akılda tutulmalı, klinik şüphe halinde serebral görüntüleme hızlı bir şekilde yapılmalı ve akut dönemde tedavi başlanılmalıdır.
INTRODUCTION: Cerebral venous sinus thrombosis (CVST) is a stroke subtype that can be observed among all age groups, but often affects young adults. CVST is less common than cerebrovascular occlusive diseases and accounts for 0.5-1% of all strokes. This study aimed to evaluate the demographic characteristics, clinical symptoms, first-line neurological examination results, etiological factors, treatments and cerebral imaging features of patients with definitive CVST diagnosis based on clinical and radiological evaluation
METHODS: The patient files of a total of 17 patients who were followed up in the neurology clinic between January 2018 and November 2019 due to the diagnosis of definitive CVST were analyzed retrospectively. In these cases demographic, clinical, radiological and treatment results were evaluated
RESULTS: Of 17 patients who were followed up with the diagnosis of CSVT, 5 (29.41%) were male and 12 (70.58%) were female. The mean age and age range of the patients was 36.82 years and 22-78, respectively. The most common clinical presentation, neurological examination outcome and thrombosed sinus was headache, papillary edema, transverse sinus, respectively. In addition, the most common factor in etiology was pregnancy and puerperality
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study examined retrospectively patients with CVST. An eye ground examination should be performed in every patient with new beginner of severe headache and epileptic seizure. A possibility of cerebral venous sinus thrombosis should be considered in pregnant and puerperant patients, whereby cerebral imaging should be performed rapidly in case of clinical suspicion and treatment should be started in the acute period

6.The Effect of Thyme (Thymus vulgaris L.) and Blackhead Thyme (Thymbra spicata L.) Administered on Serum Protein Fractions in Experimental Diabetic Rats
Veysel Yüksek, Semiha Dede, Sedat Çetin, Zafer Akan, Hülya Özdemir, Melek Dikilidal, Gokhan Oto
doi: 10.5505/vtd.2021.98475  Pages 193 - 198
GİRİŞ ve AMAÇ: DM'de kan glukoz düzeyinin yanında kan serum parametrelerinde de değişimler gözlenebilmektedir. Bu hastalığın tedavisinde bilinen ilaçların dışında geleneksel bitkisel tedavilerde kullanılmaktadır. Bu çalışma, iki farklı kekik (TVL: Thymus vulgaris L., TSL: Thymbra spicata L.) türünün diyabetli ratların serum proteinleri üzerindeki etkilerini araştırmak amacıyla gerçekleştirildi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma; kontrol, diyabet, diyabetli glibenklamid verilen, diyabet+TVL 100 mg/kg, diyabet+TVL 200 mg/kg, diyabet+TSL 100 mg/kg, diyabet+TSL 200 mg/kg olmak üzere 7 gruba ayrıldı. Elde edilen serum proteinleri sellüloz asetat elektroforez yöntemiyle yürütülerek, fraksiyonlarına ayrıldı. Elde edilen serum örnekleri, sellüloz asetat elektroforez yöntemiyle yürütülerek, fraksiyonlarına ayrıldı ve çalışma gruplarına ait serum proteinleri konsantrasyonları (g/L) ve oranları (%) tespit edildi.


BULGULAR: Tüm parametrelerde kontrol ve deneysel diyabet arasında bir fark bulanamadı. Kontrol grubuna göre total protein ve α1-globulin; TVL2 ve TSL2 gruplarında önemli oranda azaldığı (p<0.05), albümin düzeyleri; TSL1 ve TVL1 gruplar dışında diğerlerinde azalma (p<0.05) gösterdiği, α2-globulin ve β-globulin; TSL2 grubunda azaldığı (p<0.05), γ-globulin; TSL1 grubunda önemli bir artış (p<0.05) gösterdiği belirlendi. Kontrol grubuna göre % olarak sonuçlar ise: α2-globulin; deneysel diyabet grubunda önemli oranda arttığı (p<0.05), albumin; DMG ve TSL1 grubunda azaldığı (p<0.05), α1-globulin; DMG grubunda önemli oranda arttığı (p<0.05), γ-globulin; TVL2 ve TSL1 gruplarında önemli oranda artış (p<0.05) gösterdiği, albümin/globülin (A/G) oranı ise DMG ve TSL1 gruplarında önemli oranda azaldığı (p<0.05) tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Diyabetli ratlarda serum protein fraksiyonlarının değişmediği, fakat, TVL ve TSL ekstraklarının serum protein fraksiyonunu etkilediği ortaya konulmuştur. Bu sonuçlar DM ile ilgili yapılacak buna benzer ileriki çalışmalara katkı sağlacağı düşünülmektedir.
INTRODUCTION: In DM, changes in blood serum parameters can be observed in addition to blood glucose level. In the treatment of this disease, it is used in traditional herbal treatments besides the drugs known. This study was carried out to investigate the effects of two different thyme (TVL: Thymus vulgaris L., TSL: Thymbra spicata L.) species on serum proteins of diabetic rats.
METHODS: Groups; control, diabetes, diabetes and glibenclamide given, diabetes+TVL 100 mg/kg, diabetes+TVL 200 mg/kg, diabetes+TSL 100 mg/kg, diabetes+TSL 200 mg/kg. The serum proteins were fractionated by cellulose acetate electrophoresis method. The acetate electrophoresis cards were scanned software and the concentrations (g/L) and ratios (%) of the study groups were determined.
RESULTS: There was no difference between control and experimental diabetes in all parameters. it was determineted that: total protein and α1-globulin; decreased significantly in TVL2 and TSL2 groups (p <0.05), albumin levels; decreased (p <0.05) in all groups except for TSL1 and TVL1 groups, α1-globulin; increased significantly in the DMG group (p <0.05), γ-globulin; increased significantly (p<0.05) in TVL2 and TSL1 groups, albumin / globulin (A/G) ratio decreased significantly in DMG and TSL1 groups (p <0.05)
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was determined that serum protein fractions did not change in diabetic rats, but TVL. and TSL extracts affected serum protein fractions of diabetic rats. These results are thought to contribute to future studies in terms of evaluating serum protein changes in studies on thyme species or different plant extracts that can be used in the treatment of DM.

7.Intrahepatic cholestasis of pregnancy: results of a tertiary referral center
Onur Karaaslan, gurcan turkyilmaz
doi: 10.5505/vtd.2021.32659  Pages 199 - 203
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda gebeliğin intrahepatik kolestazı tanısı ile kliniğimizde takip edilen 48 olgunun gebelik sonuçlarını sunmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mart 2019 ve Nisan 2020 tarihleri arasında kliniğimizde takip edilen 48 hastanın tıbbi kayıtları retrospektif olarak incelendi. Gebelik kolestazı için tanı kriteleri: 1- kaşıntı 2-laboratuvar bulgularının gebelik kolestazını desteklemesi (ALT, AST>35 U/L, GGT>26 U/L, total bilurubin>1.2 mg/dl ve serum safra asitleri>10µmol/L). Tüm hastalar gebeliğin 37. haftasında doğurtuldu.
BULGULAR: Ortalama anne yaşı 23.5±4.2, ortalama VKİ 22.4±6.1 kg/m2, ortalama gravida 2.4±1.5 ve ortalama parite 1.6±0.9 olarak bulundu. Ortalama tanı haftası 30.4±5.4 hafta ve tanıdan doğuma kadar geçen süre ortalama 29.4±19.5 gündü. Hastaların ortalama ALT değeri 89.4±63.5 U/L, AST değeri 103.5±57.6 U/L ve serum safra asitleri değeri 37.8±21.1 µmol/L idi. Ortalama doğum haftası 37.8±21.1, ve doğum kilosu 3015±465 gramdı. 6 (%12.5) olguda preterm doğum gerçekleşti. Bunların hepsi spontan pretem doğumdu. Olguların %45.8’i vajinal yolla doğum yaparken %54.1 hastada sezaryen ihtiyacı görüldü. 15 hastada fetal distress nedeniyle sezaryen yapıldı. 11 vakada doğum sırasında mekonyumla boyalı amniyotik sıvı görüldü. Hiç bir olguda antepartum ölüm olmadı. Yenidoğanların ortalama 1. dakika Apgar skoru 7.5±2.1, 5. dakika Apgar skoru 8.1±1.6. idi. 7 (%14.5) bebeğin YDYBÜ ihtiyacı oldu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Gebeliğin intrahepatik kolestazı fetus ve yenidoğan için ciddi riskler taşımaktadır. Yaygın kaşıntı şikayeti ile başvuran gebelerde gebelik kolestazı mutlaka tanıda akla gelmeli, bu hastalarda yakın fetal takip ve erken term doğum planlanmalıdır.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to present the pregnancy outcomes of 48 cases followed up in our clinic with the diagnosis of intrahepatic cholestasis of pregnancy.
METHODS: Medical records of 48 patients were reviewed retrospectively Diagnostic criteria for ICP: 1-itching 2-laboratory findings supporting ICP (ALT, AST>35U/L, GGT>26U/L, total bilurubin>1.2 mg/dl and serum bile acids>10 µmol/L). All participants were delivered at the 37th week of pregnancy.
RESULTS: The mean gestational age at diagnosis was 30.4±5.4 weeks, and the mean duration from diagnosis to birth was 29.4±19.5 days. The mean ALT value of the patients was 89.4±63.5 U/L, the AST value was 103.5±57.6 U/L, and the serum bile acid value was 37.8±21.1 µmol/L. Mean birth week was 37.8±21.1 weeks, and birth weight was 3015±465 grams. Preterm delivery occurred in 6 (12.5%) cases. These were all spontaneous preterm births. While 45.8% of the cases delivered vaginally, 54.1% of the patients needed a cesarean section. Cesarean section was performed in 5 patients due to fetal distress. Meconium stained amniotic fluid was observed in 11 cases during delivery. Antepartum death did not occur in any of the cases. The mean 1st minute Apgar score of the newborns was 7.5 ± 2.1, the 5th minute Apgar score was 8.1 ± 1.6. was. 7 (14.5%) babies needed NICU.
DISCUSSION AND CONCLUSION: ICP carries severe risks for the fetus and newborn. Pregnancy cholestasis should be considered in the diagnosis of pregnant women who present with common itching complaints, close fetal follow-up and early term delivery should be planned in these patients.

8.Evaluation of factors affecting depression and sexual dysfunction in the postpartum period
Şebnem Alanya Tosun, Muhammet Bulut
doi: 10.5505/vtd.2021.82598  Pages 204 - 210
GİRİŞ ve AMAÇ: Postpartum depresyon ve cinsel işlev bozukluğu, postpartum dönemde sık görülen bozukluklardır ve bebeğin gelişimini olumsuz etkiler. Amacımız, emzirme, doğum şekli ve gebe eğitim programı gibi parametrelerin doğum sonrası kadınlarda depresyon ve cinsel disfonksiyon üzerindeki etkisini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Doğumdan 3 ay sonra postpartum kadınlar kesitsel kohort çalışmasına alındı. Doğum sonrası depresyon riski ve cinsel işlev bozukluğu Edinburgh Doğum Sonrası Depresyon Ölçeği (EPDS), Kadın Cinsel İşlev İndeksi (FSFI); günlük yaşam tarzı ve emzirmeyi içeren sosyo-demografik ve obstetrik özellikler anket ile değerlendirildi.
BULGULAR: Psikiyatrik hastalık öyküsü olmayan toplam 89 postpartum kadın dahil edildi. 45/89'u (% 50,6) doğum öncesi dönemde doğum eğitimi programını tamamlamıştı. Gebe eğitim programına katılanlarda EPDS ve FSFI skorları 6.57 ± 7.2, 26.6 ± 11.4 ve katılmayanlarda sırasıyla 9.70 ± 8.3, 19.4 ± 18 idi (p <0.05). Emzirme durumu veya doğum şekline göre, postpartum depresyon riski ve cinsel işlev skorları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu(p> 0.05). Ayrıca, ikincil sonuç olarak gebe eğitimi programının doğum şekli ve emzirme ile ilişkisini değerlendirdik. Vajinal doğum yapan postpartum kadınların% 64,4'ü öncesinde gebe eğitimi programına katılmışken, sezaryen ile doğum yapan kadınların sadece %35,6'sı bu eğitimi almıştı(p = 0,056). Emzirmenin durumu ile gebe eğitim programına katılım arasında karşılaştırma yaptığımızda anlamlılık yoktu (p = 0.4).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma, sistematik ve multidisipliner geliştirilmiş gebe eğitimi programının, doğum sonrası depresyon olasılığını azalttığını ve cinsel işlev seviyesini geliştirdiğini göstermiştir
INTRODUCTION: Postpartum depression and sexual dysfunction are common disorders in postpartum period and negatively effects infant’s development. The aim is to evaluate the effect of parameters such as breastfeeding, mode of delivery and birth education program on depression and sexual dysfunction of postpartum women.
METHODS: Postpartum women 3 months after childbirth were enrolled in this cross-sectional cohort study. Postpartum depression risk and sexual dysfunction were scanned by Edinburgh Postpartum Depression Scale(EPDS), Female Sexual Function Index(FSFI); socio-demographic and obstetric features were assessed through a self-developed survey including daily life style and breastfeeding.
RESULTS: A total of 89 postpartum women without a history of psychiatric illness were included. 45/89(50.6%) of them completed the birth education program during antenatal period. EPDS and FSFI scores were 6.57 ± 7.2, 26.6 ± 11.4 in those who attended birth education program and 9.70 ±8.3, 19.4±18 in those who did not, respectively(p<0.05).According to the status of breastfeeding or mode of delivery, there was no statistically significant difference in postpartum depression risk and sexual function scores(p>0.05). Additionally, as secondary outcomes we assessed the relation of the birth education program with mode of delivery and breastfeeding. 64.4% of postpartum women who delivered vaginally participated to the birth education program, whereas only 35.6% of women who delivered with caesarean section participated(p=0.056).Secondly, when we compared the status of breastfeeding with participation in the birth preparation program, there was no significance(p=0.4).
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study has shown that systematic and multidisciplinary developed birth education program reduces the possibility of postpartum depression and improves level of sexual function.

9.Late Side Effects in Terms of Thyroid Functions in Patients Who Improve After Acute Lymphoblastic Leukemia Treatment
Serap Karaman, Eda Çelebi Bitkin
doi: 10.5505/vtd.2021.98159  Pages 211 - 214
GİRİŞ ve AMAÇ: Günümüzde hasta bakımındaki şartların iyileşmesi, gelişmiş laboratuvar olanakları ve risk sınıflandırılmasının daha iyi belirlenmesi gibi etkenlerle lösemi tanılı çocukların önemli bir kısmı erişkin yaşa ulaşmaktadır, ancak neredeyse her üç hastadan ikisinde uzun dönemde kanser tedavisine bağlı yan etkiler görülmektedir. Bu çalışmada pediatrik hematoloji birimimizde kemoterapi ve radyoterapi verilip tedavisi şifa ile sonuçlanan ve tedavi bitiminin üzerinden en az iki yıl geçmiş vakalarda kemoterapi ve radyoterapi’nin tiroid fonksiyonları üzerine olan etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Akut lenfoblastik lösemi tanısı konulmuş, tanı anında 18 yaşın altında olan, Akut lenfoblastik lösemi tedavi protokollerine göre tedavi verilmiş, kemik iliği nakli yapılmamış, nüks olmayan, tedavi sonrası en az 2 yıllık takip süresi olan olgular dahil edilmiştir. Olguların poliklinik kontrollerinde yapılan tetkikleri ve demografik özellikleri dosyalarından ve elektronik kayıt sisteminden geriye dönük olarak kayıt edildi.
BULGULAR: Çalışmaya yaşları 5-18 yaş arası 45 hasta dahil edildi. On dört olguya kemoterapiye ilave olarak radyoterapi uygulanmış olup, bunların hepsine profilaktik kranial radyoterapi verilmişti. Olguların 6’sı 12 Gy, 8’i 18 Gy almışlardı. 45 olgunun 2’ sinde (% 4,4) TSH değerleri 5,5-10 µU / L arasındaydı. Hiçbir hastanın TSH >10 µU / L üzerinde değildi. Tüm hastaların sT4 düzeyleri normaldi. Tiroid fonksiyonları açısından karşılaştırıldığında kranial radyoterapi alan ve almayan hastalar da gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yapmış olduğumuz çalışmada kemoterapi ve profilaktik dozda kranial radyoterapi verilip iyileşen hastalarda troid fonksiyonları açısından geç yan etkiler saptanmamıştır.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to investigate the effects of chemotherapy and radiotherapy on thyroid functions in cases where chemotherapy and radiotherapy were given in our pediatric hematology unit and the treatment resulted in healing, and at least two years after the end of treatment.

METHODS: Patients diagnosed with acute lymphoblastic leukemia, under 18 years of age at the time of diagnosis, treated according to acute lymphoblastic leukemia treatment protocols, bone marrow transplantation, non-recurrence, and at least 2 years post-treatment were included. The examinations and demographic features of the cases performed in the outpatient clinic controls were recorded retrospectively from their files and electronic recording system.

RESULTS: Forty-five cases aged 6 years and over in girls and 5 years and over in boys were evaluated. Radiotherapy was applied in addition to chemotherapy in 14 cases, and all of them were given prophylactic cranial radiotherapy. Six of the patients received 12 Gy and 8 received 18 Gy. In 2 (45%) of 45 cases, TSH values were between 5.5-10 µU / L. None of the patients had TSH> 10 µU / L. All patients had normal ST4 levels. When compared with thyroid functions, patients who received and did not receive cranial radiotherapy did not differ statistically.


DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, late side effects were not detected in terms of thyroid functions in patients who received chemotherapy and prophylactic cranial radiotherapy.

10.Comparison of Tympanosclerosis and Chronic Suppurative Otitis Media Cases in Terms of Sigmoid Sinus Position, High Jugular Bulb and Carotid Artery Dehiscence
Hüseyin Akdeniz, Mahfuz Turan
doi: 10.5505/vtd.2021.28003  Pages 215 - 220
GİRİŞ ve AMAÇ: Timpanoskleroz ve Kronik Süpüratif Otitis Media (KSOM) cerrahisinde; anterior yerleşimli sigmoid sinüs (AYSS), yüksek yerleşimli juguler bulbus (YYJB) ve karotid arter dehisansı varlığı istenmeyen morbid ve/veya mortal komplikasyonlar için zemin oluşturabilir. Bu nedenle bu anomalilerin operasyon öncesinde radyolojik olarak değerlendirilmesi önem arz etmektedir. Çalışmamızda, timpanoskleroz ve KSOM olgularında AYSS, YYJB ve karotid arter dehissansı sıklık ve radyolojik özelliklerinin tanımlanması açısından Temporal Kemik Bilgisayarlı Tomografisi (TKBT) bulgularını karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda, Mart 2017 - Mart 2019 tarihleri arasında 30 timpanoskleroz ve 30 KSOM tanısı almış ve bu nedenle ameliyat edilmiş olguların TKBT’leri retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: YYJB KSOM’lu hastaların 8’inde (%26.6) saptanırken timpanosklerozlu hastaların 11’inde (%36.6) mevcuttu. AYSS KSOM’lu hastaların 14’ünde (%46.6) saptanırken timpanosklerozlu hastaların 21’inde (%70) mevcuttu. Bulgularımıza göre timpanoskleroz olgularında, bilateral görülme, YYJB ve AYSS sıklığı istatistiksel olarak anlamlı olmasa da KSOM’a göre daha fazlaydı. KSOM’lu hastaların hiçbirinde karotid arter dehissansı saptanmazken timpanosklerozlu hastaların 2’sinde karotid arter dehissansı mevcuttu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, çalışmamızda yer alan olgularda YYJB ve AYSS önemsenecek sayıda tespit edildi. Bu nedenle AYSS, YYJB ve karotid arter dehissansı sıklığı daha fazla tespit edilen özellikle timpanosklerozlu olgular başta olmak üzere TKBT tetkikinin yapılması ve operasyon öncesi değerlendirilmesi olası komplikasyonlardan kaçınmak için gerekli olduğunu düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: In Tympanosclerosis and Chronic Suppurative Otitis Media (CSOM) surgery; the presence of anteriorly located sigmoid sinus (ALSS), high jugular bulbus (HJB) and carotid artery dehiscence may provide a basis for undesired morbid and / or mortal complications. Therefore, it is important to evaluate these anomalies radiologically before the operation. In our study, we aimed to compare the findings of Temporal Bone Computed Tomography (TBCT) in terms of the frequency and radiological features of ALSS, HJB and carotid artery dehiscence in patients with tympanosclerosis and CSOM.
METHODS: In our study, TBCT of patients who were diagnosed with 30 tympanosclerosis and 30 CSOM between March 2017 and March 2019 and therefore operated on were therefore retrospectively analyzed.
RESULTS: While HJB was detected in 8 (26.6%) of patients with CSOM, it was present in 11 (36.6%) of patients with tympanosclerosis. While ALSS was detected in 14 (46.6%) patients with CSOM, it was present in 21 (70%) of patients with tympanosclerosis. According to our findings, the frequency of HJB, ALSS and bilateral occurence in tympanosclerosis cases, was higher than CSOM, although it was not statistically significant. While none of the patients with CSOM had carotid artery dehiscence, 2 of the patients with tympanosclerosis had carotid artery dehiscence.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, HJB and ALSS were detected in significant numbers in our study. Therefore, we think that TBCT examination and preoperative evaluation are necessary in order to avoid possible complications, especially in cases with tympanosclerosis with higher frequency of ALSS, HJB and carotid artery dehiscence.

11.Prognostic Value of Lenalidomide Maintenance Therapy in Patients with Newly Diagnosed Multiple Myeloma (NDMM); A Single Center Experience-A Retrospective Study
Ali Eser, Ayşen Timurağaoğlu
doi: 10.5505/vtd.2021.87369  Pages 221 - 226
GİRİŞ ve AMAÇ: Multiple myeloma (MM) en yaygın görülen malign plazma hücre hastalığıdır. Son 10 yılda tedavideki gelişmeler daha uzun genel sağkalım ve ilerlemesiz sağ kalım sürelerine ulaşılmasını sağlamıştır. Tedavideki bu ilerlemelere rağmen otolog kök hücre nakli (OKHN) sonrasında da tedavisiz izlenen hastalar nüksetmektedir. Nüksü geciktirmek için idame tedavi stratejileri gündeme gelmiştir. Merkezimizde lenalidomid idame tedavisi uyguladığımız MM’lı hastaların sonuçlarını paylaşmak istedik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2018-0cak 2020 tarihleri arasında MM tanısı ile OKHN yapılan 22 hasta ve nakile uygun olmayıp indüksiyon tedavisi sonrası lenalidomid idamesi başlanan üç hasta çalışmaya dahil edildi.
BULGULAR: Hastaların beşinde (%20) nötropeni, üçünde (%12) trombositopeni, dokuzunda (%36) pnömoni gelişti. Hastaların sekizinde (%32) enfeksiyon, hastalık progresyonu ve toksisite nedeni ile idame tedavisi kesildi. Lenalidomid kesilen hastalara pomalidomid, karfilzomib veya ixazomib içeren dördüncü basamak tedavileri başlandı. Son durumda bir hasta (%4) progresif hastalık nedeniyle vefat etti. Bir hasta stabil hastalık, altı hasta tam yanıt, altı hasta kısmi yanıt, 11 hasta ise çok iyi kısmi yanıt ile takip edilmekteydi. Hastalar en az iki ay en çok 44 ay (ortanca 12 ay) lenalidomid idamesi kullandılar.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu nedenle biz indüksiyon ve konsolidasyon tedavileri sonrasında hastalar tolere ettikleri ve hastalık belirtilerinde bir progresyon saptanmadığı sürece idame tedavisinin devam edilmesini öneriyoruz.
INTRODUCTION: Multiple myeloma (MM) is the most common malignant plasma cell disease (1). Advances in treatment in the last 10 years have enabled longer overall survival and progression-free survival. Despite these advances in treatment, patients who are followed up without treatment recur after autologous stem cell transplant (ASCT). Maintenance therapy strategies have been introduced to delay relapse. We wanted to share the results of patients with MM, for whom we applied lenalidomide maintenance therapy in our center.
METHODS: Between January 2018-January 2020, 22 patients were included in the study, who were diagnosed with MM and received ASCT, and were ineligible for transplantation, started lenalidomide maintenance treatment after induction treatment.
RESULTS: Five of the patients developed neutropenia (20%), three of them developed thrombocytopenia (12%), and nine of them developed pneumonia (36%). The maintenance treatment was discontinued in eight of the patients (32%), due to infection, progression of the disease and toxicity. Fourth line treatments was started in patients who discontinued lenalidomide. In the end, one patient died due to the progressive disease (4%). It was followed that one patient was stable disease, six were complete remission, the other six were partial remission, and 11 patients were very good partial remission to the treatment. Patients received lenalidomide maintenance treatment from two months the least, and 44 months (median 12 months) the most.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Therefore, we recommend that, after induction and consolidation treatments, patients should keep receiving maintenance treatments, as long as there is no progression in the symptoms of the disease, and patients can tolerate.



12.Intraocular Pressure Assessment in Pediatric Cases Receiving Long-Term Seasonal Allergic Conjunctivitis Treatment
Cafer Tanrıverdi, Goktug Demirci, Sevil Karaman Erdur, Ozlem Balci, Mustafa Özsutcu, Cengiz Aras, Burcu Nurözler Tabakcı
doi: 10.5505/vtd.2021.75317  Pages 227 - 231
GİRİŞ ve AMAÇ: Mevsimsel alerjik konjonktivit (MAK) tanısı ile takip ve tedavi edilen pediatrik yaş grubu hastalarda, dönemsel olarak kullanılan ilaçların uzun dönemde göz içi basıncı (GİB) üzerine olan etkisini araştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 16 yaş altında, 5 yıl veya daha fazla süredir MAK tedavisi alan 230 olgu (Grup I) ve kontrol grubuna 16 yaş altında sağlıklı 255 olgu (Grup II) dahil edildi. Hastaların GİB ölçümleri non-kontakt tonometri ile yapıldı. Her iki grubun ortalama GİB değerleri istatistiksel olarak kıyaslandı.
BULGULAR: Çalışmaya alınan olguların yaş ortalaması grup I'de 9.3±2.0, grup II'de 9.1±2.1 bulundu. Grup I'de hastaların MAK nedeni ile tedavi aldıkları süre ortalama 5.3±0.7 yıldı. Grup I'de ortalama GİB sağ gözde 13.7±3.1 mmHg, sol gözde 13.7±2.8 mmHg bulunurken, grup II'de ortalama GİB sağ gözde 13.8±3.1 mmHg, sol gözde 13.9±3.0 mmHg olarak bulundu. İki grubun ortalama GİB değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark olmadığı görüldü (P>0.05). Grup I'de 11 hastada (% 4.8) tedavi esnasında kortikosteroid kullanımına bağlı geçici GİB yükselmesi olduğu gözlendi. Bu hastaların tümünde kortikosteroid kesildikten sonra GİB normale döndü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pediatrik olgularda MAK tanısıyla dönemsel olarak verilen medikal tedavinin uzun dönemde GİB üzerine kalıcı bir etkisinin olmadığı görüldü. Bu hastalarda olası akut GİB yükselmesini fark etmek için yakın takibin önemli olduğunu düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: To investigate the effect of seasonal drugs on intraocular pressure (IOP) in the long term in pediatric age group who are followed up and treated with seasonal allergic conjunctivitis (SAC) diagnosis.
METHODS: The study included 230 cases under the age of 16 who received SAC treatment for 5 years or more (Group I), and 255 healthy cases under the age of 16 in the control group (Group II). IOP measurements of the patients were made with non-contact tonometry. Mean IOP values of both groups were statistically compared.
RESULTS: The mean age of the patients included in the study was 9.3±2.0 in group I and 9.1±2.1 in group II. The mean duration of treatment in SAC patients was 5.3±0.7 years. In group I, the mean IOP was 13.7±3.1 mmHg in the right eye, 13.7±2.8 mmHg in the left eye, while in group II the mean IOP was 13.8±3.1 mmHg in the right eye and 13.9±3.0 mmHg in the left eye. There was no statistically significant difference between the mean IOP values of two groups (P>0.05). Temporary IOP elevation due to corticosteroid treatment was observed in 11 patients (4.8%) in group I. In all these patients, IOP lowered to normal limits after corticosteroid treatment discontinued.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was observed that medical treatment, which is given periodically with the diagnosis of SAC in pediatric cases, does not have a permanent effect on IOP in the long term. We think that close follow-up is important to realize possible acute IOP elevation in these patients.

13.Comparison of LISA and INSURE Methods in Surfactant Application in Preterm Babies with Respiratory Distress Syndrome
Neşet Aydın, İbrahim Deger, Murat Başaranoğlu, Nihat Demir, Oğuz Tuncer
doi: 10.5505/vtd.2021.90581  Pages 232 - 237
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, respiratuvar distres sendromu tanısıyla sürfaktan tedavisi uygulanan prematüre bebeklerde, invaziv (entübasyon tüpü) ve daha az invaziv (ince kateter) yöntemlerle sürfaktan uygulanmasının karşılaştırılması amacıyla yapıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yenidoğan Yoğun Bakım ünitesinde yatan; doğum haftası 32. gebelik haftası ve/veya altında olan ve sürfaktan tedavisi verilmesi gereken bebekler çalışmaya alındı. Respiratuvar distres sendromu için sürfaktan replasmanı gereken 60 olgu çalışmaya alındı. Tüm olgulara poractant alfa (200 mg/kg/doz) verildi. Olgular, LISA (Daha az invaziv sürfaktan uygulaması) ve INSURE (Entübasyon, Sürfaktan uygulaması ve Ekstübasyon) grubu olacak şekilde randomize edildi.
BULGULAR: Sürfaktan verilişi sırasında INSURE grubundaki hastaların %90’ında, LISA grubundaki hastaların ise %63.3’ünde komplikasyon gözlenmedi. LISA grubunda ilk 72 saatte entübasyon ihtiyacının istatistiksel olarak anlamlı oranda daha düşük olduğu saptandı. Mekanik ventilasyon ihtiyacının ve ölüm oranlarının INSURE grubunda daha yüksek olduğu saptandı. Tekrarlayan sürfaktan ihtiyacı açısından gruplar arasında anlamlı farklılık bulunmadı. Gruplar arasında Respiratuvar distres sendromu komplikasyonları (Nekrotizan enterokolit, İntrakraniyal kanama, Prematüre retinopatisi, Bronkopulmoner displazi) yönünden istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sürfaktan replasman tedavisinde her iki yöntem de uygulanabilir ancak ince kateter ile sürfaktan tedavisi sırasında desatürasyon daha sık görülmektedir. Kateter yönteminin uygulama zorlukları yöntemin dezavantajlarıdır. Fakat entübasyon ve pozitif basınçlı ventilasyon gerektirmemesi, mekanik ventilasyon destek ihtiyacının ve mekanik ventilasyonda kalış süresinin daha az olması nedeniyle INSURE yöntemine göre daha başarılı görünmektedir.
INTRODUCTION: This study was conducted to compare the use of surfactant by invasive (intubation tube) and less invasive (thin catheter) methods in preterm babies who received surfactant treatment with the diagnosis of respiratory distress syndrome.
METHODS: The babies whose gestational week was 32nd gestational week and/or below and who needed surfactant treatment were included in the study. Sixty patients who needed surfactant replacement for respiratory distress syndrome were included in the study. Poractant alfa (200 mg/kg/dose) was given to all cases. The cases were randomized into LISA and INSURE group.
RESULTS: During the administration of surfactant, no complications were observed in 90% of the patients in the INSURE group and in 63.3% of the patients in the LISA group. In the LISA group, it was found that intubation was significantly lower in the first 72 hours in terms of flow. It was found that the need for mechanical ventilation and mortality rates were higher in INSURE. No citations were found among the groups when he asked for repeated surfactant. There was no significant feature among the groups in terms of Respiratory distress syndrome complications.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Both methods can be used in surfactant replacement therapy, but desaturation is more common during surfactant treatment with a thin catheter. Application difficulties of the catheter method are the disadvantages of the method. However, it seems more successful than the INSURE method because it does not require intubation and positive pressure ventilation, the need for mechanical ventilation support and the duration of stay in mechanical ventilation is less.

14.Relationship between 25-OH Vitamin D level and liver histopathology in patients with chronic Hepatitis B
Şevki Konür, Mehmet Ali Bilgili
doi: 10.5505/vtd.2021.58234  Pages 238 - 242
GİRİŞ ve AMAÇ: Hepatit B virüsü (HBV) enfeksiyonu global bir sağlık problemi olarak sürmektedir. İmmünmodülatör etkisi olan D vitamini eksikliğinde, kronik hepatit ve siroz progresyonunun ve viral replikasyonun arttığı görülmüştür. Biz de çalışmamızda kronik HBV hastalarında D vitamini ile karaciğer histopatolojisi arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya hastanemiz gastroenteroloji ve hepatoloji polikliniğinden Kronik HBV tanısı ile Eylül 2017- Kasım 2019 tarihleri arasında takipli, 137 hasta dahil edildi. Tüm hastaların demografik verileri ile serumdan bakılan D vitamini düzeyleri, kaydedildi. Hastaların histopatolojik verileri, eşlik eden komorbid hastalıklar, aldığı ilaçlar ve geçirilmiş operasyonlar sorgulandı. Fibroz ve inflamasyon düzeyi ile D vitamini arasındaki ilişki analiz edildi.
BULGULAR: Çalışmaya 62(%45.2) kadın olmak üzere toplamda 137 hasta alındı. Yapılan karaciğer biyopsisi sonucunda; 25(%18.2) hastada fibrozis yok iken (steage 0), 77(%56.2) hastada hafif fibrozis(steage 1-3) ve 35(%25.6) hastada da belirgin fibrosiz (stage 4-6) saptandı. Fibrozis evresi arttıkça yaşın arttığı gözlendi (p<0,001). Fibroz düzeyi arttıkça AST, GGT, ALP, total bilirubin, direk bilirubin artmaktadır (p<0.001). Albumin, lökosit, hemoglobin ve trombosit değerleri fibrozis arttıkça azalmaktadır (p<0.001). D vitamini düzeyleri ile fibroz arasında ilişki saptanmadı. Histolojik aktivite indeksi (HAI) ile ilgili yapılan analizde 63(%61,7) hastada HAI <6 iken, 39(%38,3) hastada HAI 6-18 olarak saptandı. D vitamini düşüklüğünün HAI indeksi ile anlamlı olarak ilişkili olduğu saptandı (p=0,026).
TARTIŞMA ve SONUÇ: İmmunmodülatör görevi nedeniyle karaciğerdeki inflamasyonu azaltarak karaciğerdeki hasarın ilerlemesini engelleyen D vitamininin, eksikliğine sekonder oluşabilecek patolojik durumların engellenmesi adına hekimlerin farkındalığında artma olması gerektiğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Hepatitis B virus (HBV) infection continues as a global health problem. In vitamin-D deficiency, which has an immunomodulating effect, chronic hepatitis, cirrhosis progression and viral replication have been increased. In our study, we aimed to examine the relationship between vitamin-D and liver histopathology in chronic HBV patients.
METHODS: 137 patients with chronic HBV diagnosis from the outpatient clinic of our hospital between September/2017-November/2019 were included in the study. The demographic data, vitamin-D levels, histopathological data, accompanying comorbid diseases, medications and previous operations were recorded. The relationship between fibrosis, inflammation level and vitamin-D was analyzed.
RESULTS: A total of 137 patients, 62(45.2%) women, were included in the study. As a result of liver biopsy; while 25(18.2%) patients had no fibrosis, 77(56.2%) patients had mild fibrosis and 35(25.6%) patients had significant fibrosis. It was observed that age increased with increasing fibrosis-stage (p<0.001). As the level of fibrosis increases, AST, GGT, ALP, total direct bilirubin increase (p<0.001). Albumin, leukocyte, hemoglobin, platelet values decrease as fibrosis increases (p<0.001). There was no relationship between vitamin-D levels and fibrosis. While histological activity index (HAI)<6 in 63(61.7%) patients, HAI was found to be 6-18 in 39(38.3%) patients. Low vitamin-D was found to be significantly associated with the HAI index (p=0.026).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We think that there should be an increase in the awareness of physicians in order to prevent pathological conditions secondary to the deficiency of vitamin-D, which prevents inflammation in the liver by decreasing the inflammation in the liver due to its immunomodulating function.

15.Off-Label Drug Use in Ocular Behçet's Disease in Turkey
HANİFE RAHMANLAR, Mehmet Murat uzel, Mehmet Çıtırık, Ali Alkan, Hakkı Gürsöz
doi: 10.5505/vtd.2021.01057  Pages 243 - 248
GİRİŞ ve AMAÇ: Türkiye’de oküler Behçet hastalığı nedeniyle endikasyon dışı ilaç kullanımı için yapılan başvuruları demografik yönden değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 1 Ocak ile 31 Aralık 2013 tarihleri arasında Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Başkanlığına Türkiye genelindeki hastanelerden oküler Behçet hastalığında endikasyon dışı ilaç kullanımı (infliksimab, adalimumab, mikofenolat mofetil) için yapılan başvurular geriye dönük olarak incelendi. Olguların dosyaları demografik veriler, önceki tedavi rejimleri ve başvuru gerekçeleri açısından değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya endikasyon dışı ilaç kullanımı başvurusu kabul edilen 124 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 32,1±7,9 yıldı. Tüm başvuruların %72,6’sı erkek iken %27,4’ü kadın idi. Başvuruların %78’i Marmara ve iç Anadolu bölgesine ait idi. Türkiye’de oküler Behçet hastalığında en fazla başvuru yapılan endikasyon dışı ilaç olarak % 75 oranıyla infliksimab ön plana çıkmaktaydı. Başvuru yapan hastaneler ele alındığında ise birinci sırayı %88 oranıyla devlet üniversiteleri alırken ikinci sırada % 6,5 oranıyla eğitim ve araştırma hastaneleri ön plana çıkmaktaydı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Endikasyon dışı ilaç kullanımı ile ilgili demografik verilerin incelenmesi bu konudaki verilerin belirlenmesi ilaç tercihleri doğrultusunda mevzuatta gerekli kolaylıkların sağlanması açısından yönlendirici olabilir.
INTRODUCTION: To assess demographic characteristics in patients with ocular Behçet’s disease who use off-label drugs in Turkey.
METHODS: The applications for off-label drug use (infliximab, adalimumab, mycophenolat mofetil) from hospitals in Turkey to the Turkish Medicines and Medical Devices Agency from January to December 2013 were evaluated retrospectively. The files of the cases were evaluated in terms of demographic data, previous treatment regimens and reasons for referral.
RESULTS: The study included 124 patients who were admitted for off-label drug use. The mean age of the patients was 32.1 ± 7.9 years. While 72.6% of all applications were male, 27.4% were female. Seventy-eight percent of the applicants were from Marmara and Central Anatolia. Infliximab was the most applied off-label drug in ocular Behçet’s disease at a rate of 75% in Turkey. When the hospitals that applied were taken, the state universities took the first place with a ratio of 88% and the education and research hospitals came to the fore with a 6.5% rate.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Examination of demographic data on off-label drug use can be a guide in terms of providing the necessary convenience in legislation in line with drug preferences.

16.The Relationship Of Depression, Anxiety and Post-Traumatic Stress Symptoms with Sociodemographic and Vocational Variables in Healthcare Professionals Who Work in COVID-19 Pandemia
İmran Gökçen Yılmaz Karaman, Cennet Yastıbaş
doi: 10.5505/vtd.2021.55453  Pages 249 - 257
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 salgını sırasında bir üniversite hastanesinde çalışan sağlık çalışanlarında depresyon, anksiyete ve travma sonrası stres seviyelerini ve bunların sosyodemografik ve mesleki değişkenler ile ilişkisini incelemek amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 131 sağlık çalışanı, Mayıs- Temmuz 2020 tarihleri arasında çalışmaya alınmıştır. Verilerin toplanmasında sosyodemografik veri formu, Hasta Sağlık Anketi-9, Yaygın Anksiyete Bozukluğu-7, Olayların Etkisi Ölçeği- Gözden geçirilmiş formu kullanılmıştır.
BULGULAR: Katılımcıların %13.7’si depresyon, %26.7’si yaygın anksiyete belirtileri göstermektedir. %26.4’ü hafif düzeyde ve daha şiddetli travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) belirtileri yaşamaktadır. Lojistik regresyon analizi sonuçlarına göre: kişinin bir yakınının veya meslektaşının COVID-19 geçirmesinin, enfeksiyon bulaşından korunma ile ilgili bilgisinin yetersiz olmasının TSSB, depresyon ve yaygın anksiyeteyi yordadığı; çalışma arkadaşları ile uyumsuzluğun TSSB ve depresyon belirtileri ile ilişkili olduğu; mesleki tecrübesi az olanların ve geçmiş psikiyatrik hastalık öykü olanların daha yüksek TSSB ve yaygın anksiyete belirtileri yaşadığı; kişisel koruyucu ekipman teminindeki yetersizliklerin daha şiddetli TSSB belirtileri ile, ekip lideri ile uyumsuzluğun daha şiddetli yaygın anksiyete belirtileri ile ilişkili olduğu tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Salgınlar gibi riskli dönemlerde sağlık çalışanlarının tehlikeden nasıl korunacaklarına dair bilgilendirilmesi, yeterli ve uygun kişisel koruyucu ekipman sağlanması, olumlu bir çalışma ortamı sağlanması ile iyi liderlik uygulamaları psikopatoloji gelişiminden koruyucu görünmektedir.
INTRODUCTION: We aimed to examine depression, anxiety, post-traumatic stress levels and their relationship with sociodemographic and occupational variables in health care workers who have been on duty during the COVID-19 outbreak, in a university hospital.
METHODS: 131 health care workers included in the study during May to July 2020. We used sociodemographic data form, Patient Health Questionnaire-9, Generalized Anxiety Disorder-7, Impact of Events Scale- Revised for data collection.
RESULTS: 13.7% of the participants had symptoms of depression and 26.7% of them had generalized anxiety symptoms. 26.4% of them experienced mild and more severe post-traumatic stress symptoms. According to logistic regression analysis: having a relative or colleague with the diagnose COVID-19, insufficient knowledge about infection prevention predict post-traumatic stress, depression and generalized anxiety; discordance with co-workers is related to post-traumatic stress and depression symptoms; persons who have less professional experience and have a history of psychiatric illness experience intenser post-traumatic stress and generalized anxiety symptoms; insufficient personal protective equipment supply is connected to higher post-traumatic stress levels and discordance with the team leader predicts generalized anxiety.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In risky periods such as outbreaks, informing health care workers about how to protect them from threats, providing adequate and appropriate personal protective equipment, providing a positive working environment and good leadership practices seem to protect health care workers from psychopathologies like depression, post-traumatic stress and generalized anxiety.

17.Comparıson of general characterıstıcs of patıents dıagnosed of pcr posıtıve covıd 19 followed ın ıntensıve care and servıce
iclal hocanlı, mehmet kabak
doi: 10.5505/vtd.2021.67434  Pages 258 - 264
GİRİŞ ve AMAÇ: 8 Aralık 2019’da Çin’in Hubei eyaleti Wuhan şehrinde nedeni bilinmeyen pnömoni vakaları rapor edildi ve Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), 7 Ocak 2020’de pnömoni etkeninin insanlarda infeksiyona neden olan yeni bir koronavirüs (covid19 ) olduğunu ortaya koymuştur. Amacımız, yoğun bakım ve serviste yatan covid 19 kesin tanılı hastaların genel özelliklerini sunmak ve bu hastalara ait tedavi deneyimlerimizi paylaşmaktır
YÖNTEM ve GEREÇLER: 17 Mart 2020 - 1 Mayıs 2020 tarihleri arasında hastanede yatırılarak takip ve tedavi edilen, PCR Covid 19 test sonucu pozitif olan 103 hasta retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Hastaların ortanca yaşı 42 (28-58) idi ve %58,3’ü erkekti. Yoğun bakımda takip edilen hastalarda HT ve DM sıklığı ile radyolojik olarak tipik görünüm oranı serviste takip edilen hastalara göre anlamlı olarak daha fazlaydı. En sık görülen semptomlar öksürük, ateş, nefes darlığı ve boğaz ağrısıydı. Yoğun bakımda yatan hastalarda lenfosit ve albümin düzeyleri anlamlı olarak daha düşük iken; CRP, D-dimer, Ferritin, LDH NLO, PLO ve CAR düzeyleri anlamlı olarak daha yüksekti. Yoğun bakıma yatan hastalarda tocilizumab tedavi uygulanma oranı, serviste yatan hastalara göre anlamlı olarak daha yüksekti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada, yoğun bakım gereksinimi olan hastaların daha yaşlı, BT’de tipik radyolojik görünümü daha sık, komorbid durumlar daha fazla, inflamatuvar parametrelerin daha yüksek olduğunu ve kombine tedavi gereksinimini tespit ettik
INTRODUCTION: On December 8, 2019, pneumonia cases of unknown cause were reported in Wuhan, China's Hubei province, and the World Health Organization (WHO) revealed on January 7, 2020 that the cause of pneumonia is a new coronavirus that causes infection in humans. Our aim is to present the general characteristics of covid 19 patients with definite diagnosis in intensive care and service and to share our treatment experiences of these patients.
METHODS: 103 patients with positive PCR Covid 19 test results who were hospitalized between 17 March 2020 - 1 May 2020 were retrospectively analyzed.
RESULTS: The median age of the patients was 42 (28-58) and 58.3% of them were male. The frequency of HT and DM and the typical radiological appearance rate were significantly higher in patients followed up in the intensive care unit compared to the patients followed in the service. The most common symptoms were cough, fever, shortness of breath and sore throat. While lymphocyte and albumin levels were significantly lower in intensive care patients; CRP, D-dimer, Ferritin, LDH, NLO, PLO and CAR levels were significantly higher. The rate of Tocilizumab treatment in intensive care patients was significantly higher than in patients hospitalized in the service.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, we determined that patients in need of intensive care were older, typical radiological appearance on CT was more frequent, comorbid conditions were higher, inflammatory parameters were higher, and combined treatment requirements were found.

18.Usefulness of 3D MR reconstruction in determining a smart craniotomy location in posterior interhemispheric approach
Mehmet Volkan Harput
doi: 10.5505/vtd.2021.87533  Pages 265 - 271
GİRİŞ ve AMAÇ: Posterior interhemisferik yaklaşım (PIY) nöroşirurji pratiğinde sık kullanılan girişimlerdendir. Bu girişim ile interhemisferik fissürde derinleşilerek singulat girus arka kısmı, parahipokampal girus üst kısmı, korpus kallozum ve splenium, talamus gibi birçok parasplenial oluşumlara ulaşmak ve burada nörovasküler girişimler yapmak mümkündür. Bu girişim yolunu tam olarak görmek ve yeterli açıklıkta cerrahi koridor oluşturmak için kranyotominin doğru yapılması önem arz etmektedir. Bu çalışmada, ameliyat öncesi manyetik rezonans imajlarının (MRI) 3-boyutlu rekonstrüksiyonu’nun, özel bir teknikle işlenerek paryetal köprü venlerinin ve bu venlerin lambda ile ilişkisinin gösterilmesinin PIY yapılan olgularda katkısı incelendi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada Aralık 2011 ve Mayıs 2013 tarihleri arasında çeşitli endikasyonlarla PIY uygulanan vakalarda ameliyat öncesi MR görüntülerinden elde olunan ve yeni bir yöntem ile oluşturulan 3-boyutlu imajların cerrahi planlamadaki etkinliğinin değerlendirilmesi planlandı. Yeniden cerrahi geçiren olgular çalışmaya dahil edilmedi. Olgular kranyotomi yeterliliği, köprü venlerinin korunması ve 3D imaj ile operasyon görüntüsünün örtüşüp örtüşmediği konularında değerlendirildi.
BULGULAR: Verilen tarih aralığında yeniden cerrahi geçiren 3 olgu çıkarıldıktan sonra 24 vaka çalışmaya dahil edildi. Oluşturulan 3D imajlar ile, tüm vakalarda lambda ve paryetooksipital çentik ile paryetal köprü veninin anatomik ilişkisi gösterilebildi. Tüm olgularda cerrahi alan görüntüsü ile 3D imajlar örtüştü. Bu sayede sadece bir vakada kranyotomiyi genişletme ihtiyacı oldu. Tüm vakalarda paryetal köprü veni korunabildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada tarif edilen yöntem ile PIY uygulanacak olgularda ameliyat öncesi cerrahi sahanın 3D imajlarla görüntülenmesi, akıllı kranyotomi ile ameliyatı kolaylaştırır ve hayati öneme sahip köprü venlerinin korunmasında fayda sağlar. Aynı yöntem, radyolojik görüntüler üzerinden yapılacak bilimsel araştırmalar için de etkili bir araç olacaktır.
INTRODUCTION: With posterior interhemispheric approach (PIA) it is possible to reach the cingulate gyrus, parahippocampal gyrus, splenium of the corpus callosum, thalamus and some other parasplenial neural and vascular structures. To expose this surgical corridor wide enough it is crucial to make a smart bone opening. In this study, usefulness of 3D reconstructions of the preoperative magnetic resonance images (MRI) prepared with a novel technique to reveal parietal bridging-vein and its anatomical relation with lambda is evaluated.
METHODS: Between December 2011 and May 2013, for all virgin cases that were planned to be operated via PIA, 3D reconstructions of the preoperative MRI were prepared and compared with the surgical view. These 3D images were used to plan the craniotomy site. All cases were evaluated in means of adequate craniotomy size and complication of bridging vein injury.
RESULTS: In the given period 24 virgin cases which were operated via PIA were included in the study. In all cases, the 3D-images were reflective of the surgical view after durotomy. Anatomical relations between lambda, parietooccipital notch and parietal bridging veins were shown and used for preoperative planning for craniotomy-site. Only in one case there were the need to extend the craniotomy caudally. There were no bridging vein injury.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The novel technique described in this study is useful for preoperative planning of craniotomy site in cases to be operated via PIA. This technique also facilitates the protection of bridging veins during craniotomy and durotomy by revealing its location prior to opening.

19.Evaluation of Knowledge Levels and Attitudes of Intern Dentistry Students and Assistant Dentists About AIDS
Nazli Zeynep Alpaslan Yayli, Yasemin Beliz Önder
doi: 10.5505/vtd.2021.96992  Pages 272 - 279
GİRİŞ ve AMAÇ: Edinilmiş immün yetmezlik sendromu (AIDS) aşısı bulunmayan ve hastaların yaşam kalitelerini olumsuz etkileyen bulaşıcı bir hastalıktır. Bu çalışmada stajyer diş hekimliği öğrencileri (Grup 1) ve asistan diş hekimlerinin (Grup 2) AIDS ile ilgili bilgi düzeyleri ve tutumlarının araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu kesitsel çalışma için gönüllü olan katılımcılara 3 bölümden oluşan (demografik özellikler, AIDS bilgi düzeyi ve tutum) ve çoktan seçmeli soruları bulunan bir anket dağıtılmıştır. Verilerin istatistiksel analizinde Ki-kare testi kullanılmıştır. İstatistiksel anlamlılık düzeyi P<0,05 olarak kabul edilmiştir.
BULGULAR: Araştırmayı yaş ortalaması 24,26 (±2,52) olan 89 katılımcı (46 kadın, 43 erkek) tamamlamıştır. Gönüllüler gruplara %64 (Grup 1) ve %36 (Grup 2) oranında dağılmıştır. %97,8 oranında katılımcı AIDS’in cinsel yolla bulaşan bir hastalık olduğunu belirtmiştir. Anketin ilk kısmı olan bilgi ölçeği bölümünde yalnızca ‘‘AIDS hastasının öksürmesi hastalığı bulaştırabilir’’ ifadesine verilen yanıtlar iki grup arasında anlamlı şekilde farklıdır (p=0,023). Tüm tutum ölçeği sorularına verilen yanıtlarda ise, iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmemiştir (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmanın sonuçları, AIDS hastalığını tanıma ve bulaş yolları açısından her iki grup için de kabul edilebilir bir farkındalığı gösterse de hastalığa bakış açısı ve tutum açısından halen önyargılar mevcuttur. Hekim ve hekim adaylarının hastalığa dair daha fazla bilgi sahibi olabilmesi için eğitici programlar planlanması gerekmektedir.
INTRODUCTION: Acquired immunodeficiency syndrome (AIDS) is an infectious disease that does not have a vaccine and negatively affects the quality of life of patients. In this study, it was aimed to investigate the knowledge levels and attitudes of intern dentistry students (Group 1) and assistant dentists (Group 2) about AIDS.
METHODS: Participants who volunteered for this cross-sectional study were distributed a questionnaire consisting of 3 parts (demographic characteristics, AIDS knowledge level and attitude) and multiple choice questions. Chi-square test was used in the statistical analysis. Statistical significance level was accepted as p<0.05.
RESULTS: 89 participants (46 female, 43 male), with an average age of 24.26 (± 2.52) completed the study. The volunteers were distributed to the groups at a rate of 64% (Group 1) and 36% (Group 2). 97.8% of the participants stated that AIDS is a sexually transmitted disease. In the information scale part of the questionnaire, only the answers given to the statement "Coughing of an AIDS patient can transmit the disease" are significantly different between the two groups (p = 0.023). In all attitude scale questions, there was no statistically significant difference between the two groups (p> 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although the results of this study show an acceptable awareness for both groups in terms of recognizing the AIDS and its transmission routes, there are still prejudices in terms of perspective and attitude towards the disease. Educational programs should be planned for physicians and physician candidates to have more information about the disease.

20.Intraoperative Anesthesia-Related Mortality: A 10-Year Survey in a Tertiary Teaching Hospital
Mehmet Selim Çömez, Hilmi Demirkıran
doi: 10.5505/vtd.2021.02259  Pages 280 - 287
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada Türkiye’de bir eğitim ve araştırma hastanesinde son 10 yılda anestezi ilişkili mortalite ve intraoperatif mortalite (IOM) insidansları ile birlikte ilişkili risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2010-2019 yıllarını içeren operasyonlar retrospektif olarak tarandı. Son 10 yılda anestezi uygulanan 351.930 hastadan 87 nin ex olduğu belirlendi. Ex olan her hasta hasta/durum ilişkili, cerrahi işlem ilişkili ya da anestezi ilişkili mortalite grubundan birine toplandı. Hasta özellikleri yaş, cinsiyet, ASA skoru ve komorbiditeler olarak belirlendi. Cerrahi işlemler minör/intermediate, major ve major kompleks olarak sınıflandırıldı. Anestezi tipi, cerrahi işlem süresi, vazopressor ihtiyacı, invazif monitorizasyon tipi belirlendi.
BULGULAR: İntraoperatif mortalitenin genel insidansı 10.000 de 2,47 idi. Anestezi ilişkili mortalite insidansı 10.000 de 0,28 idi. IOM grubundaki hastalar mesai dışı çalışma, cerrahi aciliyet, uzun cerrahi süresi, yüksek komorbidite oranı, yüksek ASA skoru, yüksek komplekli cerrahilere, vp kullanımına, invazif monitorizasyon kullanımına sahipti. Çok yönlü lojistik regresyon modeli cerrahi aciliyeti (p: 0,000), vp kullanımı (p: 0,002) ve invazif monitörizasyonu (p: 0,000) IOM nin bağımsız belirleyicileri olarak tanımladı. Anestezi ilişkili mortalite gelişen hastalarda ise yüksek kompleksli cerrahiler (p: 0.007), cerrahi aciliyet (p: 0.000), vp kullanımı (p: 0.002) ve invazif monitorizasyon (0.000) potansiyel olarak ilişkili özelliklerdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Mortalite oranları anestezi ilişkili 10.000 de 0.28, genel IOM 10.000 de 2,47 idi. Anestezi ilişkili mortalitenin havayolu yönetimi veya ilaç verilmesiyle ilişkili olması önleyici tedbirlerin gelişimi için önemlidir. Kötü ASA skoruna bağlı yüksek fatalite oranını azaltmada primer önleme kilit rol oynayabilir. Bu bulgular yüksek riskli ve acil hastalarda tıbbi perioperatif uygulamaları geliştirme ihtiyacını göstermektedir.
INTRODUCTION: This study aimed to determine anesthesia-related mortality and intraoperative mortality (IOM) incidences and the associated risk factors.
METHODS: The operations between the years of 2010-2019 were retrospectively reviewed. It was found that 87 of 351,930 patients who were anesthetized in the last 10 years died. Each patient who died was recruited into one of the patient/condition-related, surgical-related, or anesthesia-related mortality groups. Patient characteristics were determined as age, gender, ASA PS score, and comorbidities. Surgical procedures were classified as minor/intermediate, major, and major complex. Anesthesia type was recorded. Operative time, the requirement for vasopressor and the invasive monitoring were determined.
RESULTS: The incidence of IOM and anesthesia-related mortality were 2.47 and 0.28 per 10,000 patients, respectively. The IOM group had a higher rate of out-of-hours work, surgical emergency, prolonged operative time, high comorbidity rate, high ASA PS score, major complex surgeries, use of VP, and invasive monitoring. Surgical emergency (p: 0.000), use of VP (p: 0.002), and invasive monitoring (p: 0.000) were independent determinants of IOM. Major complex surgeries (p: 0.007), surgical emergency (p: 0.000), use of VP (p: 0.002), and invasive monitoring (0.000) were potentially associated factors in anesthesia-related mortality.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The incidence of IOM and anesthesia-related mortality were 2.47 and 0.28 per 10,000 patients, respectively. The fact that anesthesia-related mortality was associated with drug administration is important for the development of preventive measures. Primary prevention may play a key role in reducing the high fatality. These results indicate the need for improving medical perioperative practices in high-risk and emergency patients.

21.Searching For Influenza Virus In Upper Respiratory System Samples Of Patients From Our Region
Özgür Çelebi, Ahmet Ayyıldız
doi: 10.5505/vtd.2021.85666  Pages 288 - 293
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada bölgemizde İnfluenza virüs sıklığını değerlendirmeyi ve İnfluenza virüs prevelansını İmmün Floresan Antikor (IFA) tekniği ile belirlemeyi planladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza nazofarengeal sürüntü örnekleri dahil edildi. Eş zamanlı olarak örnek veren hastalara o yıl grip aşısı olup olmadıkları soruldu.Çalışmamızda İnfluenza olarak belirlenen ö rnekler Real Time PCR kullanılarak alt tipleme araştırmasına dahil edildi. Influenza virus prevelansı ise Immune Fluorescent Antibody (IFA) tekniği kullanılarak belirlendi.
BULGULAR: Tüm hastaların 4'ü (% 2,4) RSV, 16'sı (% 9,8) İnfluenza A ve 1'i (% 1,1) H5N1 olarak tespit edildi. Yetişkinlerin 2'si (% 2,7) RSV pozitif, 7'si (% 9,4) İnfluenza-A pozitifti. Bu çalışmada İnfluenza B hiçbir hastada tespit edilmemiştir. Aşı olan - aşı yaptırmayanlar arasında çocuklar- yetişkinlerde erkek ve kadın hastaların test sonuçları arasında anlamlı bir fark yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İnfluenza, hızlı başlayan ateş, yorgunluk, baş ağrısı ve miyalji ile karakterize akut bir enfeksiyondur. Herhangi bir komplikasyon olmadıkça kendini sınırlayan ve belirti ve semptomları kaybolan bir hastalıktır. Belirli dönemlerde ortaya çıkan epidemik influenza, çoğunlukla Influenza A ve B alt tiplerinden kaynaklanmaktadır. Nadiren salgınlara neden olan alt tip C, hiçbir belirti veya semptomun olmadığı maskeli enfeksiyon veya çocuklarda hafif bir hastalık olarak görülür. Yukarıdaki tanıtım ışığında, Influenzae A, B Enfeksiyon oranları periyodik olarak araştırılmalıdır.
INTRODUCTION: In this study, we have planned to evaluate the frequency of Influenza virüs in our region and identified Influenza virüs prevelance using Immune Fluorescent Antibody(IFA) technique.
METHODS: Nasopharyngeal swab samples were included in our study. Simultaneously, the patients giving samples were asked if they had been vaccinated against flu in that year. The samples identified as Influenza in our study were included in subtyping research using Real Time PCR. And Influenza virus prevelance using Immune Fluorescent Antibody (IFA) technique is identified.
RESULTS: 4 (2.4%) of all patients were detected with RSV, 16 (9.8%) with Influenza A, and 1(1.1%) with H5N1. 2(2.7%) of the adults were RSV-positive and 7(9.4%) of them were Influenza-A-positive. In this study Influenza B was not identified in any of the patients. There was not any significant difference between the test results of those vaccinated and not vaccinated; between children and adults, or between males and females
DISCUSSION AND CONCLUSION: Influenza is an acute infection characterised with rapid onset of fever, fatigue, headache and myalgia. It is a disease that limits itself and the signs and symptoms fade, unless there are any complications. Epidemic influenza that arises at specific periods is mostly caused by Influenza A and B subtypes. Subtype C, causing epidemies rarely, is seen as a masked infection where no signs or symptoms are present, or as a mild disease in children. In the light of above introduction, Influenzae A,B Infection rates should be investigated periodically.

22.Computerized tomography findings of neutropenic enterocolitis and its relationship with prognosis
Ali Mahir Gündüz, Nurşen Toprak
doi: 10.5505/vtd.2021.44370  Pages 294 - 299
GİRİŞ ve AMAÇ: Nötropenik enterokolit (NE), başta çekum olmak üzere kalın ve ince bağırsakların transmural inflamasyonu ile karakterize ciddi bir komplikasyondur. NE tanısı genellikle klinik ve radyolojik bulguların bir kombinasyonuna dayanmakta olup tanıda en güvenilir yöntem bilgisayarlı tomografi (BT)’dir.
Bu çalışmada BT ile NE tanısı koyduğumuz 15 hastada hangi bağırsak segmentlerinin etkilendiğini ve bağırsak tutulumu ile prognoz arasında bir ilişki olup olmadığını araştırmak istedik.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Tüm hastaların BT'leri detaylı bir şekilde incelendikten sonra tutulan bağırsak segmentlerine göre gruplara ayrıldı. Daha sonra en kalın olduğu yerdeki bağırsak duvarının boyutu ölçülerek bağırsak tutulumu ile prognoz arasında bir ilişki olup olmadığı araştırıldı.
BULGULAR: Başta çekum ve çıkan kolon olmak üzere terminal ileum ve diğer bağırsak segmentlerinde en az 11 mm olan cidar kalınlaşmaları ve mukozal kontrastlanmada artış saptadık. Kalınlaşmış bağırsak segmentlerine komşu mezenterde enflamatuvar kirlenme-heterojenite ve buna sekonder mezenterik stranding, yer yer LAP’lar ve serbest sıvı görünümleri mevcuttu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak kontrastlı abdomen BT ile bağırsak tutulumunu saptamada, yaygınlığını belirlenmede ve mezenterik tutulumda detaylı bilgiler elde ettik. Çekum ve sağ kolonun hemen hemen tüm durumlarda etkilendiğini varsayarsak ilave sol kolon tutulumundansa ilave terminal ileum tutulumunun prognozu etkileme ihtimalini daha yüksek bulduk.
INTRODUCTION: Neutropenic Enterocolitis (NE) is a serious complication characterized by transmural inflammation of the large and small intestines, with especially the cecum. The diagnosis of NE is usually based on a combination of clinical and radiological findings, and the most reliable method in diagnosis is computed tomography (CT).
In this study, we wanted to investigate which intestinal segments are affected in 15 patients we diagnose NE with CT and whether there is a relationship between intestinal involvement and prognosis.

METHODS: After the CTs of all patients were examined in detail, they were divided into groups according to the intestinal segments held. Then, by measuring the size of the intestinal wall where it is the thickest, it was investigated whether there is a relationship between intestinal involvement and prognosis.
RESULTS: We detected an increase in mucosal enhancement and wall thicknesses of at least 11 mm in the terminal ileum and other intestinal segments, primarily in the cecum and the ascending colon. The mesentery adjacent to the thickened intestinal segments had inflammatory contamination-heterogeneity and secondary mesenteric stranding, some local lymphadenopathies (LAPs), and free fluid appearance.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, we obtained detailed information in determining intestinal involvement, the length of the affected intestine segment and mesenteric involvement with contrasted abdominal CT. Assuming that the cecum and right colon are affected in almost all cases, we found that additionally terminal ileum involvement is more likely to affect the prognosis than the additional left colon involvement.

23.Comparison of Rubella, Cytomegalovirus, Toxoplasma gondii seroprevalence, Still Birth and Preterm Birth Rates in Pregnant Patients Admitted to Our Hospital, IgG Avidity in IgG Positive Patients
Esra Gürbüz, Ali Irfan Baran
doi: 10.5505/vtd.2021.54036  Pages 300 - 306
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, gebelerde Rubella, Cytomegalovırus ve T. gondii seroprevalansını belirlemek, ölü doğum ve erken doğum oranlarının saptanması ayrıca IgG antikorları pozitif olan gebe hastalarda avidite bakılarak IgG avidite değerlerinin karşılaştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma, Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniği’ne başvuran 18-48 yaş aralığındaki gebe hastalardan alınan 300 kan örneğinde Cytomegalovirus, Rubella ve T.gondii IgG ve IgM antikorlarının araştırılması amacıyla ELISA yöntemi ile yapıldı.
BULGULAR: Gebelerden alınan kan örneklerinde Rubella IgG %96 ve Rubella IgM %4, CMV IgG %99 ve CMV IgM %1,3, T.gondii IgG %56,3 ve IgM %7,6 oranında seropozitiflik tespit edildi. Ölü doğum/erken doğum oranlarının sırasıyla Rubella IgM 2 (%18,1) / 4 (%17,3), Rubella IgG 11 (%100) / 22 (%95,6), CMV IgM 1 (%9) / 2 (%8,6), CMV IgG 11 (%100) / 23 (%100), T.gondii IgM 1 (%9) / 3 (%13), T.gondiiIgG 4 (%36,3) / 8 (%34,7) olduğu saptandı. Avidite değerlerinin sırayla düşük/gri zon/yüksek değerlerin Rubella’da 3/0/2, Cytomegalovırus’te 0/0/3 ve T.gondii’de 8/1/12 şeklinde olduğu saptandı
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, düşük veya ölü doğumlara sebep olabilen T. gondii, Cytomegalovırus ve Rubella etkenleri, bölgemizdeki gebe hastalarda halen önemini koruyan sağlık sorunları arasındadır. Serolojik yöntemlerin, bu enfeksiyonların teşhisinde ve IgG avidite testi yapılarak şüpheli durumların netleştirilmesinde, hekime yol gösterici bir yöntem olabileceği kanaatine varıldı.
INTRODUCTION: The aim of this study is to identify seroprevalence of Rubella, Cytomegalovirus and T. gondii in pregnancies, determination of stillbirth and preterm delivery rates and comparison of IgG avidity with avidity in pregnant patients with positive IgG antibodies.
METHODS: The study was carried out by ELISA method in order to investigate Cytomegalovirus, Rubella and T.gondii IgG and IgM antibodies in 300 blood samples taken from pregnant patients between the ages of 18-48 who applied to the Gynecology and Obstetrics Outpatient Clinic.

RESULTS: Rubella IgG 96% and Rubella IgM 4%, CMV IgG 99%, CMV IgM 1.3%, T. gondii IgG 56.3% and IgM 7.6% seropositivity were detected in pregnant blood samples. The ratios of stillbirth and preterm delivery are respectively determined as Rubella IgM 2 (18.1%) / 4 (17.3%), Rubella IgG 11 (100%) / 22 (95.6%) and CMV IgM 1 (9%) / 2 (8,3%), CMV IgG 11 (100%) / 23 (100%), T. gondii IgM 1 (9%) / 3 (13%), T. gondii IgG 4 (34.7%). The avidity values were determined as 3/0/2 in Rubella, 0/0/3 in Cytomegalovirus and 8/1/12 in T. gondii in low / gray zone / high values respectively
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, Toxoplasma gondii, Cytomegalovirus and Rubella, which may cause aborts or stillbirths, are among the important health problems in pregnant patients in our region. It has been concluded that serologic methods may be a method of guiding medicine in diagnosing these infections and clarifying suspicious cases by performing IgG avidity test.

CASE REPORT
24.A Case of Keratoconus Associated with Morning Glory Syndrome
Halit Öcal, Muhammed Batur, Erbil Seven, Serek Tekin, Muhammet Derda Ozer
doi: 10.5505/vtd.2021.06978  Pages 307 - 309
Morning Glory Sendromu, çevresine göre daha kabarık korioretinal pigment epitel halkasıyla çevrelenmiş, huni şeklindeki bir optik disk anomalisidir. Bu çalışmada MorningGlory Sendromu olan bir olgunun klinik özellikleri sunulmuştur.
Morning Glory Syndrome is a the funnel shaped optic disc anomaly which is surrounded by chorioretinal pigment epithelium ring and an elevated in comparision with its surrounding. In this study, clinical features of a case who has morning glory syndrome was offered.

25.Inflammatory myofibroblastic tumor of kidney with splenic flexure invasion
Tolga Kalaycı, Ümit Haluk İliklerden, Rahmi Aslan
doi: 10.5505/vtd.2021.79553  Pages 310 - 313
Giriş

Üriner sistemde, çoğunlukla böbrekte bulunan inflamatuar myofibroblastik tümörler, nadir görülen benign iğ hücreli tümörlerdir. Bu vakada, splenik fleksura tutulumu görülen, böbrek kaynaklı inflamatuar myofibroblastik tümöre olan tanı ve tedavi yaklaşımı sunulması amaçlanmıştır.

Olgu

58 yaşında bir bayan hasta, 1 aydır süren sol yan ağrısı olması üzerine üroloji kliniğine başvurdu. Batın sol üst kadranda derin palpasyonda hassasiyet dışında patoloji yoktu. Laboratuvar parametreleri normaldi. Ultrasonografide sol böbreğe komşu kistik bölge olduğunda ileri tetkik için bilgisayarlı tomografi planlandı. Tomografide sol böbrek ile splenik fleksura arasında kistik bir alan görüldü. Kisti boşaltmak için perkütan katater yerleştirildi. Drenaj sırasında şüpheli gastrointestinal içerik ortaya çıktığından; drenden kontrast uygulanarak kontrast geçişi değerlendirildi. CT taraması sırasında sol kolona doğru kontrast geçişi meydana geldi. Bu nedenle ameliyat planlandı. Preoperatif hazırlıklar sonrasında, hastaya orta hat insizyon ile nefrektomi, splenektomi ve sol kolon rezeksiyon anastomozu uygulandı. Hasta postoperatif 9. günde, takibi sırasında komplikasyon gelişmeden taburcu edildi. Histopatolojik değerlendirilmede, patolojinin inflamatuar myofibroblastik tümör (IMT) ile uyumlu olduğu görüldü.

Sonuç

IMT nadir görülen bir tümör olup, tanı için tek başına yeterli bir tetkik yoktur. İMT, klinik bulgular, laboratuvar parametreleri, görüntüleme araçları ve immünohistokimyasal çalışmaları içeren multidisipliner bir yaklaşımla teşhis edilmektedir.
Introduction

In the urinary system, inflammatory myofibroblastic tumors, mostly located in the kidney, are rare benign spindle cell tumors. In this case, it was aimed to present diagnostic and treatment approach to an inflammatory myofibroblastic tumor of kidney with invasion of the splenic flexure.

Case

A 58-year-old female patient who had left flunk pain for one month applied to urology clinic. There was no pathology except tenderness on deep palpation in the left upper quadrant of the abdomen. Laboratory parameters were normal. Computed tomography (CT) was planned for further examination when there was a cystic area adjacent to left kidney in ultrasonography. Tomography revealed a cystic area between left kidney and splenic flexure. Percutaneous catheter was inserted to drain the cyst. When suspicious gastrointestinal content came out during drainage, contrast transition was evaluated by applying contrast from the drain. Contrast transition occurred towards the left colon during the CT scan. Therefore, surgery was planned. The patient underwent nephrectomy, splenectomy, and left colon resection anastomosis with midline incision. One drain was placed in the left pararectal area and the other in the pelvic cavity. The patient was discharged on the postoperative 9th day without complication. In the histopathological evaluation, it was observed that the pathology was compatible with the inflammatory myofibroblastic tumor (IMT).

Conclusion

IMT is a rare tumor, and there is no sufficient examination alone for diagnosis. IMT is diagnosed with a multidisciplinary approach that includes clinical findings, laboratory parameters, imaging tools and immunohistochemistry studies.

26.Coexistence of Parotic Warthin Tumor and Oncocytic Ductal Cyst in the Larynx
Şeyma Öztürk, Selma ERDOĞAN DÜZCÜ
doi: 10.5505/vtd.2021.80764  Pages 314 - 316
Warthin tümörü parotis bezinin sık görülen iyi huylu tümörlerindendir. Görülme sıklığı pleomorfik adenomdan sonra ikinci sırada gelmektedir. Histolojik olarak Warthin tümörü kapsülle çevrili, onkositik epitel ve lenfoid stroma içeren benign tükrük bezi tümörüdür. Onkositik lezyonların laringeal biyopsilerde görülme insidansı %0,5-1’dir. Baş ve boyun bölgesinde sıklıkla parotis bezinde görülürler. Bu olgu 57 yaşında erkek hastada parotis yerleşimli Warthin tümörü ve larinks yerleşimli nadir görülen onkositik kist birlikteliği nedeniyle sunulmuştur.
Warthin tumor is one of the common benign tumors of the parotid gland. Its incidence comes in second place after pleomorphic adenoma. Histologically, Warthin tumor is a benign salivary gland tumor surrounded by capsule and containing oncocytic epithelium and lymphoid stroma. The incidence of oncocytic lesions in laryngeal biopsies is 0.5-1%. They are often seen in the parotid gland in the head and neck region. This case is presented due to the association with Warthin tumor located in parotid gland and rare oncocytic cyst of larynx in a 57-year-old male patient.

LookUs & Online Makale