E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 5 (3)
Volume: 5  Issue: 3 - 1998
KLINIK MAKALE
1.Uncovertebral joint and its development
Murat Çetin Rağbetli, Atıf Aydınlıoğlu, Metin Karakök
Pages 120 - 123
Servikal bölgede, discus intervertebralis vertebra korpusunun lateral kenarına kadar uzanmaz. Bu bölgede, intervertebral disklerin her iki tarafında artikular modifikasyonlar bulunur. Bu oluşumlar yarık şeklinde kaviteler olup bir vertebra üzerinde processus uncinatusun üst yüzü ile üstteki vertebranın alt yüzünün lateral kenarı arasında bulunur. Uncovertebral eklem (Luschka eklemi) diye bilinen bu eklem tartışma konusu olmuştur. Bu çalışmanın amacı Luschka ekleminin gelişimini incelemektir. Çalışmanın materyalleri 13-34 haftalık fetuslardan elde edildi. Fötal servikal omurlardan oblik, horizontal ve frontal planda kesitler elde edildi ve hematoksilen-eozin boyası ile boyandı. Işık mikroskobunda incelemede, intervertebral sahada ve disk lateralinde gevşek bağ dokusu izlendi. Fötal hayatta izlenen gevşek bağ dokusunun postnatal dönemde absorbe olması sonucu uncovertebral eklem geliştiği kanaatına varıldı.
The intervertebral discs between the cervical vertebrae do not extend to the lateral edges of the vertebral bodies. In this area articular modifications are found on both sides of the intervertebral discs as cleft-like cavities between the superior surface of the uncinate process of one vertebra and the lateral lips of the inferior articulating surface of the vertebra above. These modifications, called as Luschka joints, are contro versial. The purpose of the present study is to investigate the development of the uncovertebral joint (Luschka joint). The materials were obtained from the fetuses ranged 13 to 31 weeks old. The fetal spines were sliced into three section (oblique, frontal, horizontal) and stained with hematoxylin and eosin. On examination by light microscopy, the intervertebral space that is lateral to the disc was found to be occuppied by loose fibrous tissue. It is suggested that this joint forms postnatally by slow absorption of loose fibrous tissue.

2.The Comparative Results of Treatment by Electrocauterization and Cryotherapy in Chronic Eroded Cervisitis Showing Benign Cellular Changes With Pap Smear
Mansur Kamacı, Emel Akman
Pages 124 - 127
Pap smearlerde benign hücresel değişiklikler gösteren erozyonlu kronik servisitlerin tedavisinde elektrokoterizasyon ve kryoterapinin etkinliğini karşılaştırmalı değerlendirmek amacıyla çalışma planlanmıştır.Ankara’da 600 yataklı Askeri Mevki Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniğine başvuran 217 olgudan 41’ine tek seans elektrokoterizasyon sonunda 38’inde (%92.6), 176 olguya ise aynı şekilde uygulanan kryoterapi sonunda 152 (%86.3) olguda iyileşme görüldü.Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Sağlık Araştırma ve Uygulama Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğine başvuran 57 olgudan 36’sına tek seans elektrokoterizasyon işlemi sonunda 34 (%94.4)‘de kryoterapi sonrasında 21 olgunun 17 (%80.9)’sinin iyileşmiş olduğu belirlendi.Pap smearle benign hücresel değişiklikler gösteren erozyonlu kronik servisitlerin tedavisinde; pratik ve ekonomik olan elektrokoterizasyon tedavi yönteminin, kryoterapiye göre başarı oranları açısından istatiksel olarak (x2=4.36, p=0.036) anlamlı bir fark olduğu görüldü.Çalışmamızda da görüldüğü gibi ortalama %93.5 gibi çok yüksek iyileşme sağlayan elektrokoterizasyonun, %83.6’lık iyileşme sağlayan kryoterapiye tercih edimesinin uygun olabileceği düşünülmüştür.
A study was planned to assess the effectiveness of electrocauterization and cryotherapy comparatively in treatment of chronic cervicit with erosion which shows benign cellular changes in pap smears. 217 cases who applied to Ankara 600 beds of Military Mevki Hospital’s Obstetrics and Gynecology out patient department, were treated. 41 patients treated with one time electrocauterization and 38 were healed (92.6%) and 152 of 176 patients who treated by cryotherapy with the same method were healed (86.3%) also. In Van Yüzüncü Yıl University Medical Faculty’s Obstetrics and Gynecology clinic, study was carried out for 57 patients. It was determined that, 34 of 36 patients (94.4 %) who were treated by one time electrocauterization and 17 of 21 (80.9%) patients who were treated by cryotherapy were healed. In our study we found out that in treatment of chronic cervicit with benign cellular changes in pap smears, electrocauterization method which is practical and economic was statistically significantly different in success ratios when compared with cryotherapy (x2= 4.36, p= 0.036). As seen in our study, it is suggested that, electrocauterization which provides very high average healing ratio (93.5 %) can be preferred instead of cryotherapy which provides 83.6 % healing.

3.Recombinant erytropoietin treatment in patients with beta thelassemia intermedia
Murat Söker, Kenan Haspolat, Fuat Gürkan, Alpay Çakmak, Ahmet Yaramış
Pages 128 - 131
Beta talasemili hastalarda hemosiderozis ve/veya demir yüklenmesi gibi transfüzyon sıklığına bağlı komplikasyonları azaltmak, dolayısıyla talasemili hastaların yaşam kalitesini arttırmak amacıyla çeşitli tedavi yöntemleri hayvan modelleri ve küçük ?-Talasemi gruplarında uygulanmaktadır. Bu tedavi yöntemlerinden birisi de rekombinan eritropoietin kullanımıdır. Hemoglobin düzeyini arttırarak talasemik hastaların yaşam kalitesini arttırmak amacıyla 13 ?- Talasemi intermedia olgumuza 500 U/kg/gün haftada 3 kez ortalama 14.2?3 hafta süreyle subkutan rekombinan eritropoietin tedavisi uygulandı. Tedavi süresi boyunca oral 1.5 mg/kg/gün elementer demir desteği yapıldı. Tedavi süresi içinde 2 vakaya eritrosit transfüzyonu yapıldı. Hastalarımız tedavi süresince ve sonrasında Hemoglobin (hb), hemotokrit (hct), retikülosit, hemoglobin F (hbF), ferritin ve eritrosit indeksleri açısından takip edildi. Tedavi peryodu içinde hemoglobin düzeylerinde (1.9 ? 0.8 gr/dl) ve yaşam kalitesinde görülen artış, tedavinin kesilmesi ile ortadan kalktı. Sonuçlar literatür bilgileri ışığında değerlendirildi.
Various treatment methods have been performed on small patient groups of beta thalassemia as well as animal models in order to decrease transfusion complications due to frequent transfusions and to supply high quality of life to thalassemic patients. Recombinant erythropoientin treatment is one of these methods. Subcutaneous recombinant erythropoietin was used 500 U/kg/day for three days weekly during a mean of 14.2 ? 3 weeks period in 13 patients with beta thalassemia intermedia in order to supply higher life quality by increasing hemoglobin values. Oral iron supplementation of 1.5 mg/kg/day was supplied during the treatment and erythrocyte pack was also transfused in two patients. The patients were followed up with hemoglobin, hematocrit, reticulocyte, HbF, ferritin and erythrocyte indices during and after the treatment. Increase at hemoglobin values (1.9 ? 0.8 gr/dl) and life quality during the treatment did not continue after the cessation of treatment. Results were evaluated by the literature knowledges.

4.Radiologic Findings in the Lymphoma of the Thorax
M. Emin Sakarya, Bülent Özbay, Halil Arslan, Mehmet Gencer, Erkan Ceylan, Kemal Ödev
Pages 132 - 135
Çalışmamızın amacı, toraks tutulumu gösteren lenfomalarda radyolojik bulguların değerlendirilmesidir. Çalışma grubu 2 enstitüde 1990-1997 yılları arasında incelenen toplam 28 hastadan oluşmaktadır. Ortalama yaş 34.8 olan (6 - 67 yaş arası) hasta grubunda 15 erkek, 13 kadın bulunmaktaydı. Tüm hastaların direkt radyografi ve bilgisayarlı tomografi (BT) incelemeleri yapıldı ve retrospektif olarak değerlendirildi. Tüm hastalarda histopatolojik tanı elde edildi.
The aim of the study was to evaluate the radiologic findings in the lymphoma of the thorax. The study population consisted of 28 patients from two institutions between 1990 and 1997. All patients had both plain radiography and computed tomography (CT). The group included 15 men and 13 women with a mean age of 34.8 years (between 6 – 67). The plain radiography and CT scans were retrospectively evaluated to identify the lesions. The histopathological diagnosis was obtained in all patients.

5.Fungal diseases in Van and its territory
Ahmet Metin, Mustafa Berktaş, Mevlüt Güzeloğlu, İbrahim Delice, Şule Subaşı
Pages 136 - 140
Yüzeyel mantar hastalıkları yaş ve cins ayırt etmeden her insanda bulunabilir ve çeşitli faktörlerin etkisi altında ülkeler, hatta yöreler arasında klinik ve mikrobiyolojik farklı özellikler gösterir. Bu retrospektif araştırmada Van ve çevresinde yaşayan hastalarda ortaya çıkan yüzeyel mantar hastalıklarına ait klinik özelliklerin ortaya konması planlanmış ve bu amaçla Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi Dermatoloji Polikliniğine gelen hastaların kayıtlı bilgileri ele alınmıştır. Yapılan inceleme sonucu bir yıllık süre içerisinde polikliniğe müracaat eden 7231 hastanın 1015‘inde (%14.03) ve 1057 vücut bölgesinde yüzeyel mantar hastalığına rastlanmış; hastaların %80,98’sinde dermatofitoz, %17.41’inde pitriyazis versikolor ve %1.61’sinde monilyazis saptanmıştır. Dermatofitoz kliniğinin çoğunu tinea pedis (%43,46) oluşturmuş sonra daha az sıklıkta sırası ile diğer klinik tablolara (tinea kapitis (%13,43), tinea korporis (%12,50), tinea inguinalis (%12,21), tinea manum (%9,81), tinea unguium (%9.34) ve tinea barbae (%0.24)) rastlanmıştır.
Superficial fungal diseases can be found on people with not regarding age and sex. These diseases show some clinical and microbiological differences among countries and territories. In this retrospective study it was planned to search clinical properties of the superficial fungal infections seen in patiens whom living in Van and around. For this reason, recorded information of the patients whom attended to dermatology clinic of Yüzüncü Yıl Medical school was evaluated. As a result of one year evaluation of record of 7231 patients, 1015 (14.03%) had superficial fungal diseases of total 1057 body reagion. 856 (80.98%) of those had dermatophytosis, 184 (17.41%) had pityriasis versicolor, and 17 (1,61%) had moniliasis. Tinea pedis was (43,46%) most comprised of dermatophytosis, then in range other forms (tinea capitis (13,43%), tinea corporis (12,50%), tinea cruris (12.21%), tinea manuum (9,81%), tinea unguium (9.34%) and tinea barbae (0.24%).

6.Correlation between serum magnesium levels and blood glucose control in type II (NIDDM) diabetes mellitus.
Mehmet Sayarlıoğlu, Hüseyin Demirsoy, Hayriye Sayarlıoğlu, Lütfi Öztürk
Pages 141 - 143
Son yıllarda tip II diabetes mellitus’lu (DM) hastalarda serum magnezyum (Mg) seviyelerinin düşük olduğu saptanmıştır. Bu çalışmada tip II DM’da serum Mg düzeylerinin diabetin regülasyonu ile ilişkisi olup olmadığını araştırdık. Kırksekiz tip II DM’lu hasta (20 erkek, 28 kadın, yaş ortalaması; 53.42 ? 9.43 yıl) HbA1c düzeylerine göre iki gruba ayrıldı ve serum magnezyum (Mg) düzeyleri çalışıldı. Sonuçlar Pearson korelasyon testi ile değerlendirildi. HbA1c normal sınırlarda olan 15 hastanın 14’ünde (%93.3 ) Mg seviyeleri normal iken, HbA1c düzeyleri yüksek olan 33 hastanın yalnızca 9’unda (%27.3) Mg düzeyleri normal idi (%72.7 oranında düşük). Sonuç olarak tip II DM’da serum Mg seviyesi diabet regülasyonu iyi olmayan hastalarda düşük olarak seyretmektedir (p<0.01).
In recent years it was shown that serum magnesium levels were low in patient with type II diabetes mellitus (DM). In this study we aimed to assess whether serum magnesium levels was correlated with blood glucose regülation or not, in NIDDM patients. Fortyeight patients (20 male, 28 female mean, age; 53.42 ? 9.43 years) with type II DM were divided into two groups depending on HbA1c levels and serum magnesium levels were measured. Groups were statistically compared with Pearson’s correlation test. For 15 patients with normal HbA1c levels 14 (%93.3) have normal magnesium levels whereas for 33 patients with high HbA1c levels, only 9 (%72.7) have normal magnesium levels. Twentyfour patients (%72.7) have low magnesium levels (p<0.01). In type II DM serum magnesium levels were low for poorly controlled diabetic patients.

7.Comparison of drainage operations for benign biliary obstructions
Çetin Kotan, İbrahim Barut, Erol Kisli, İshak Taşdemir
Pages 144 - 148
Bu çalışmada benign biliyer obstrüksiyon olgularında uygulanan farklı cerrahi tedavi tiplerinin karşılaştırılması amaçlandı. Kliniğimizde 1993-1997 tarihleri arasında koledokoduodenostomi, transduodenal sfinkteroplasti veya retrospektiv olarak endikasyonları ve sonuçları yönünden değerlendirildi. Olguların 14' üne koledokoduodenostomi, 5' ine transduodenal sfinkteroplasti ve 11' ine T tüp drenajı uygulanmıştır. Septik kolanjit nedeni ile acil şartlarda ameliyat edilen iki olgu postoperatif erken dönemde kaybedilmiş, 8 olguda kardiak, renal ve yara enfeksiyonu olmak üzere postoperatif komplikasyon gelişmiştir. Her üç guruptan olguların tümünde yeterli safra drenajı sağlanmış, Transduodenal sfinkteroplasti ve Koledokoduodenostomi yapılan olgularda rezidüel, nüks safra taşı ile karşılaşılmamış, T tüp drenajı yapılan 2 olguda rezidüel safra taşı saptanmıştır. Transduodenal sfinkteroplasti ve koledokoduodenostomi, koledok drenajı için koledok T tüp drenajı yapılmış 30 benign biliyer obstrüksiyon olgusuna uygulanan iki majör ameliyat prosedürüdür.Her iki prosedürün endikasyonları, sonuçları ve başarı oranları benzer olabilmektedir. Biz bu çalışmada benign biliyer obstrüksiyon olgularında uyguladığımız ameliyat prosedürlerimizi değerlendirip gözden geçirdik.
In this study, we aimed to compare different surgical techniques in the treatment of benign biliary obstruction cases. 30 benign biliary obstruction cases treated with choledochoduode-nostomy, transduodenal sphincteroplasty, and T tube drainage between 1993-1997 were evaluated retrospectively according to their indications and the result. 14 cases underwent choledochoduo-denostomy, 5 transduodenal sphincteroplasty, and 11 T tube drainage. 2 patients who operated for septic cholangitis in emergency condition died in early postoperative period. Non- fatal postoperative complications including cardiac, pulmonary, renal disease, and incisional infection were observed in 8 cases. In all cases of three groups satisfactory biliary drainage was obtained. Cases operated via choledochoduodenostomy, and transduodenal sphincteroplasty did not show any residual or relapsing biliary lithiasis. However 2 cases treated with T tube drainage resulted in residuel biliary lithiasis. All these cases were asymptomatic.The two major operative procedures for drainage of the common bile duct are transduodenal sphincteroplasty and choledochoduodenostomy. For either operation, the indication may be similar. The overall results are good for both procedures and success rates are similar.

8.Evaluation of Some Biochemical Parameters in the Patients Receiving Steroid Therapy
Ahmet Faik Öner, Şükrü Arslan, Ruhan Özer, Abdullah Ceylan
Pages 149 - 151
Bu çalışmada standart (2 mg/kg/gün prednizolon) ve yüksek doz (30 mg/kg/gün metil prednizolon) steroidlerin yalnız veya kombine tedaviler içinde kullanılması ile bazı yan etkileri araştırldı. 35 standart doz (3 idiopatik trombositopenik purpura=İTP, 11 nefrotik sendrom, 4 henoch schölein purpurası, 5 akut romatizmal ateş, 14 lenfoma), 19 yüksek doz (7 İTP, 2 jüvenil romatoid artrit, 10 akut lenfoblastik lösemi) tedavisi alan hastalarda kan glukoz, BUN, kreatinin, ürik asit, sodyum, potasyum, klor, kalsiyum, ALT, AST düzeyleri tedavi öncesi ve ortalama 13 (9-19) gün sonra incelendi. Bu parametrelerin tedavi öncesi ve sonrası ortalama düzeyleri arasında fark istatistiki olarak anlamlı bulunmadı (bütün parametrelerde p>0.05 idi). 5 hastada bir veya iki parametrede (ALT, AST, glukoz, ürik asit) klinik önemi olmayan hafif yükselmeler gözlendi. Bu bulgular yüksek doz steroid tedavisinin standart dozdan daha fazla riskli olmadığını düşündürmektedir. Çalışma grubumuzdaki olgu sayısı az ve grup homojen değildi. Bununla birlikte genel olarak hem yüksek, hem de standart doz steroid tedavileri ile biyokimyasal parametrelerde önemli değişiklik olmaması anlamlı sayılabilir.
this study, blood glucose, BUN, creatinin, uric acid, sodium, potasium, chlor, calcium, AST, ALT levels were analysed in the patients receiving standart (2 mg/kg/day prednisolon) and high dose (30 mg/kg/day methyl prednisolon) steroid to investigate side effects of both steroid therapies. Standart dose steroid was adminitered to 35 patients including 3 idiopathic thrombocytopenic purpura, 4 Henoch Schönlein purpura, 11 nephrotic syndrome, 14 lymphoma, 5 acute rheumatic fever, and high dose steroid in 19 patients including 7 idiopathic thrombocytopenic purpura, 2 juvenile rheumatoid arthrit, 10 acute lymphoblastic leukemia as a single use or within combined chemotherapy. The parameters were analysed at the beginning and after the mean of 13 (9-19) day. The mean levels of the parameters after and before therapy were not significantly changed with both steroid therapies (p>0.05 for all parameters). Only 5 patients showed slightly increase in one or two parameters (ALT, AST, uric acide and glucose) with both therapies. These findings suggested that short course of high dose steroid therapy does not have more side effects than standart dose therapy. Although the patient's number of the both study groups were not sufficient, our results may be considerable because there were no prominently biochemical changes with both steroid therapies.

9.Ultrasound-guided Percutaneous Cutting Needle Biopsy In Focal Hepatic Lesions
Halil Arslan, F. Hüsniye Dilek, M. Emin Sakarya, Mehmet Bozkurt, Nusret Akpolat
Pages 152 - 154
Rutin radyolojik incelemelerle çok küçük karaciğer lezyonları bile büyük oranda saptanmaktadır. Ancak hiçbir yöntemle doku karakterizasyonu tam olarak yapılamamaktadır. Bu nedenle iğne biyopsileri vazgeçilmez radyolojik tanı yöntemi konumuna gelmiştir. Biz bu çalışmada karaciğer lezyonlarında ultrasonografi rehberliğnde yapılan kesici iğne biyopsilerinin sonuçlarını ve yöntemin etkinliğini araştırdık. Karaciğerde fokal kitle lezyon bulunan 62 hastaya serbest el tekniği ile kesici iğne biyopsisi yapıldı. 14-150 mm büyüklüğündeki lezyonlara ortalama 2.3 girişim uygulandı. Hiçbir olgumuzda tedavi gerektirecek komplikasyon gelişmedi. Sonuç olarak karaciğer kitlelerinde kesici iğne biyopsileri güvenli, ucuz, komplikasyon oranı düşük olan bir radyolojik tanı yöntemidir.
It is possible to detect even very small focal liver lesions with routine radiological examinations. However, any modalities are not sufficient for tissue characterisation. For this reason, needle biopsy occurred indispensible diagnostic modality. In this study, we investigated the results and efficacy of the US-guided liver biopsies with cutting needle. Cutting biopsies were performed with free-hand technique in the 62 patients with liver mass. Average 2.3 puncture were performed in the lesions, which are measured 14-150 mm. There was no serious complication in any patients. We conclude that cutting biopsy in liver lesion is safe inexpensive and rarely may be associated with a serious complication.

10.Effect of inhale furosemide in bronchial asthma
Kürşat Uzun, Faruk Özer, Oktay İmecik
Pages 155 - 160
Son yıllarda inhale furosemidin astımda çeşitli uyaranlar ile meydana gelen bronkokonstrüksiyona karşı koruyucu etkisinin olduğu gösterilmiştir. Bu amaçla bronkospazm ile polikliniğe başvuran astımlı olgularda inhale furosemidin etkisini araştırmak için randomize tek kör sistemi ile plasebo kontrollü bir çalışma yaptık. Bu çalışmada 25 astımlı olguya inhale furosemid, kontrol grubu 10 astımlı olguya ise inhale % 0.9 serum fizyolojik (SF) uygulandı. İnhale furosemid alan olgularımızın yaş ortalaması 33?12 olup 7 erkek, 18 kadın ve toplam 25 olgudan oluşmaktaydı. Kontrol grubunun yaş ortalaması 29?5 olup 5 erkek ve 5 kadından oluşmaktaydı. Bronkospazm ile polikliniğe başvuran bronş astmalı olgulara solunum fonksiyon ölçümünü takiben furosemid grubuna (20mg) furosemid, kontrol grubuna %0.9 SF (5cc) inhale ettirildi. İnhalasyondan sonra 1, 5, 15, 30, 60 dk ve 4. saat’te FVC, FEV1, FEV1/FVC, PEF ve MMEF değerlerini içeren solunum fonksiyon testleri yapıldı. Her iki grubun ilaç öncesi solunum fonksiyon değerleri arasında istatiksel olarak farklılık yoktu. Elde edilen değerlere göre furosemid inhalsyonu öncesi ve sonrası 1, 5,15,30 ve 60 dk FVC, FEV1, PEF ve MMEF değerleri arasında istatiksel olarak anlamlılık mevcuttu. FEV1/FVC değerlerinde furosemid inhalasyonu öncesi ile 1.dk arasında istatiksel anlamlılık olmamakla beraber 5, 15, 30 ve 60.dk’lar arasında anlamlılık mevcuttu. Bununla beraber tüm parametrelerin inhalasyon öncesi değerleri ile 4. Saat’teki değerleri arasında istatiksel anlamlılık yoktu. Plasebo verilen kontrol grubunda ise inhale SF öncesi ve sonrası değerler arasında istatiksel olarak anlamlılık yoktu. Sonuç olarak kontrol grubu ile karşılaştırdığımızda inhale furosemidin bronş astmalı olgularda anlamlı bir etkisinin olduğunu gördük.
Inhaled furosemide has been recently shown to produce a significant protective effect against the bronchoconstriction induced in asthmatic subjects by several indirect stimuli. For this reason, we investigated the effect of furosemide in treating acute asthma. Thirty-five patients who presented to outpatients department with acute exacerbations of asthma were entered into this study. They were blindly randomized to receive one of two regimens: 1- inhaled furosemide (20mg)(n=25); 2- inhaled %0.9 NaCl (5cc) (n=10). The study was a placebo-controlled and single-blind. Avaraged age of furosemide group was 33?12 (male:7, female:18) and in control group was 29? 5 ( male:5, female:5). We measured pulmonary function tests (FVC, FEVı, FEVı/FVC, PEF and MMEF) at entry (time 0) and 1, 5, 15, 30, 60 min and 4 hours after inhalation. There weren’t statistically differences between prefurosemide and control group pulmonary function tests. There were statistically significant differences between prefurosemide and postfurosemide FVC, FEVı, PEF and MMEF. There was no statistically difference between baseline FEVı/FVC and 1 min, but there were significant differences between baseline FEVı/FVC and 5, 15, 30 and 60 min. However, there were not differences between baseline pulmonary function tests and 4 hours in furosemide group. In placebo group, there were not significant differences between preinhalation and post inhalation. In conclusion, we show that inhaled furosemide is effective in asthma.

11.Conventional Radiography and Computed Tomography Findings in the Diagnosis of Lung Cancer
M.Emin Sakarya, Bülent Özbay, Halil Arslan, Kürşat Uzun, Erkan Ceylan, Kemal Ödev
Pages 161 - 165
Çalışmamızın amacı, akciğer kanseri tanısında konvansiyonel radyografi ve bilgisayarlı tomografi (BT) bulgularının karşılaştırılmasıdır. Çalışma grubu 2 enstitüde 1990-1997 yılları arasında incelenen toplam 80 hastadan oluşmaktadır. Ortalama yaş 55.09?16.36 olan (27-75 yaş arası) hasta grubunda 71 erkek, 9 kadın bulunmaktaydı. Tüm hastaların konvansiyonel radyografi ve BT incelemeleri yapıldı. Retrospektif olarak 2 radyolog tarafından bulgular değerlendirildi ve karşılaştırıldı. Konvansiyonel radyografi akciğer kanseri tanısında ilk radyolojik inceleme yöntemi olmalıdır. Ancak BT daha pahalı olmakla birlikte, lezyonun kontur, iç strüktür, komşu doku invazyonu, mediastinal lenfadenopati konularında daha fazla bilgi vermektedir.
The aim of the study was to compare the findings of conventional chest radiography (CR) and computed tomography (CT) in the diagnosis of lung cancer. The study population consisted of 80 patients admitted to two different institutions between 1990 and 1997 with the diagnosis of lung cancer. All patients had both CR and CT scans. The study population was consisted of 71 men and 9 women with a mean age of 55.09?16.36 years (between 27-75). Two radiologists retrospectively evaluated the CR and CT scans to identify the lesions and compared the findings. CR must be primary radiologic method in the diagnosis of lung cancer. CT gives more information on the contour of lesion, inner structure, invasion and mediastinal lymphadenopathy, although it is more expensive than CR.

12.Treatment of Chronic Idiopathic Thrombocytopenic Purpura in Adults: Results of 18 Cases
İmdat Dilek, Rafet Mete, Reha Erkoç, Kürşat Türkdoğan, Cevat Topal, Hüseyin Yıldırım, Süreyya Altun, Ahmet Durmuş, Halis Aksoy
Pages 166 - 169
İdiyopatik trombositopenik purpura (İTP) izole trombositopeni, normal kemik iliği ve trombositopeniye yol açacak diğer nedenlerin olmaması ile karakterize bir hastalıktır. Bu çalışmada, 1995 ve 1998 yılları arasında İTP tanısı alarak tedavi ve takip edilen 18 hastanın sonuçları değerlendirildi. Tanı zamanı yaş ortalaması 31.6 (15-66) olan olgular ortalama 12 (2-40) ay takip edildi. Tanı zamanı trombosit sayıları ortalama 10x109/L (2-26x109/L) idi. Trombosit sayısı 50x109/L altında olan 16 olguya tedavi verildi. Bu hastalardan 15’ine başlangıç tedavisi olarak 1 mg/kg prednizon 1 ay süreyle verildi ve daha sonra doz azaltıldı, bir olguya ise 1 gr/m2 5 gün oral metilprednizon verildi. Trombositlerin 50x109/L üzerine çıkması kısmi yanıt, trombosit sayısının tedavisiz en az üç ay 100x109/L üzerinde olması tam yanıt olarak değerlendirildi. Prednizona kısa ve uzun süreli yanıt sırasıyla % 68.7 (11/16) ve % 31 (5/16) bulundu. Prednizona bağlı ciddi bir yan etki görülmedi. Splenektomiye verilen altı olgunun dördünde tam yanıt alınırken, birinde kısmi yanıt alındı, diğer olgu ise splenektomi sonrası trombositopeniye bağlı kanama ile kaybedildi. Biri ilk basamak tedavisi olmak üzere yüksek doz metilprednizon verilen üç olgudan ikisinde tam yanıt alınırken, biri tedaviye yanıtsızdı. Tedavisiz izlenen iki olgudan birinde spontan remisyon gözlendi. Sonuç olarak, olgu sayısı az olmakla birlikte, erişkin İTP olgularında prednizon ve splenektomi ile olguların çoğunda yanıt alındığı, ve yüksek doz metilprednizonun ilk basamak tedavisinde olduğu gibi nüks bazı olgularda da etkili olabileceği kanaatine varıldı.
Idiopathic thrombocytopenic purpura (ITP) is defined by a low platelet count, normal bone marrow, and the absence of other causes of thrombocytopenia. In this paper, we analyzed 18 adults patients with ITP diagnosed in our department between 1995 and 1998. Median patient age was 31.6 years at the time of diagnosis. Length of follow-up was median 12 months. Median platelet count was 10x109/L (range 2-26x109/L) at the time of diagnosis. 16 of 18 patients with less than 30x109/L platelet count received an initial treatment. Fifteen patients were given 1 mg/kg oral prednisone (PDN) for 1 month, and then PDN is tapered, while one patient was treated with high-dose (1gr/m2) oral methylprednisone (HDOMP) for 5 days. Partial response to treatment was an increase in platelet count to above 50x109/L. Complete response was defined as any platelet count higher than 100x109/L lasting for 3 months or longer without treatment. Short -term and long-term responses to PDN were obtained in 68.7% and 31% respectively. No severe side effects of PDN were observed. Six patients underwent splenectomy. Four had a complete response, one case attained partial remission, and the other case died related to thrombocytopenia after splenectomy. HDOMP therapy was used to three patients (initial therapy for one case). Two patients achieved a complete response while other patient failed to respond. Spontaneous remission can be observed in a one case of untreated two patients. In conclusion, this analysis of ITP in adults suggests that prednisone and splenectomy remains effective treatment, and HDOMP therapy seems to be beneficial in some cases of refractory ITP as well initial therapy.

OLGU SUNUMU
13.Hepatolithiasis: a case report
Metin Aydın, Osman Güler, Ersin Özgören
Pages 170 - 172
Hepatolitiazis, Doğu ülkelerinde halen ciddi bir sağlık problemi olmaya devam etmektedir. Bu nadir hastalık, yüksek ateş, sarılık ve karın ağrısı gibi semptomlarla karakterizedir. Modern diagnostik yöntemlerin gelişmesiyle erken tanı konulmasına karşın halen bir çok hastada hastalık ölümle sonuçlanmaktadır. Hastalığın tanısında nadir görülmesi ve klinik presentasyonunun değişiklikler göstermesi nedeniyle problemler vardır. Halen bir çok araştırma intrahepatik taşların patolojisini ve etyolojisini bulmaya yöneliktir. Bu yazıda hepatolithiasisli bir hasta sunulmuştur.
Hepatolithiasis is a common, challenging problem in East countries. This rare disaese is characterized by semptoms suck as high fever, jaundice and abdominal pain. Despite the available modern diagnostic tools, which allow an early diagnosis in most cases but sometimes results in a fatal outcome. There are some problems with this syndrome because of its rarity and different clinical presentations. More ınvestigations are needed to define the aetiology and pathology of intrahepatic stones. Here we reported a case of hepatolithiasis in a patient with the light of literature.

14.Intestinal Perforation During Acut Lymphoblastic Leukemia Treatment: A Case Report
Ahmet Faik Öner, Mehmet Kuru, Şükrü Arslan, İsmail Demirtaş, Fatma Hüsniye Dilek
Pages 173 - 175
Bu yazıda Akut lenfoblastik lösemi tanısı ile indüksiyon tedavisi alan 7 yaşında bir hastada, tedavinin 25. günü gelişen barsak perforasyonu bildirilmiştir. Komplikasyon malign proçesten daha çok, tedaviyle ilişkili düşünülmüştür. Bu olgu kemoterapi alan malign hastalarda intestinal perforasyon komplikasyonunun gözardı edilmemesi gerektiğini düşündürmektedir.
In this report a 7 year old patien with Acute lymphoblastic leukemia (ALL) developing intestinal perforation as a complication of induction therapy was presented. The complication has been considered to be related to therapy rather than malign process. This case suggested that intestinal perforation should be regarded as an important complication of ALL treatment.

15.Broncholoalveolar Carcinoma (A Case Presentation with Radiological Progressions of Five Years)
Kürşat Uzun, Bülent Özbay, Serdar Uğraş, Mehmet Gencer
Pages 176 - 178
Bronkoalveoler karsinom (BAK) çeşitli büyüme paternleri, mikst histolojik özellikler, farklı klinik belirtiler ve karmaşık gelişim gösteren bir akciğer tümörüdür. Radyolojik bulgular çok değişken olup soliter nodül veya kitle, lokalize konsolidasyon, multisentrik veya yaygın hastalık şeklinde olmak üzere üç farklı paternde kendini gösterir. Bu yazıda beş yıldır takip edilen, lokalize infiltrasyon ile başlayıp zaman içinde iki taraflı yaygın hastalık halini alan ve balgamın sitolojik incelenmesi ile tanı konulan BAK olgusu sunulmaktadır.
Bronchoalveolar carcinoma has varied growth patterns, mixed histological features, and confusing clinical manifestations and evolution. The spectrum of the radiographic findings is broad with typically three different patterns such as a solitary nodule or mass, a localized consolidation, and a multicentric or diffuse diseases. In this article, we are present a case of bronchioloalveolar carcinoma beginning with localized infiltration and then progressing into bilateral diffuse disease which is diagnosed by sputum cytology.

DERLEME
16.Surgical Treatment of Intraabdominal Infections
Osman Güler
Pages 179 - 182
İntraabdominal enfeksiyonların cerrahi tedavisinde ilk adım enfeksiyon kaynağının ortadan kaldırılmasıdır. Sonraki safhada genellikle abdominal kavitenin kuru temizliği, lavaj, debritman, drenaj ve irrigasyon işlemleri uygulanabilir. Ancak intraabdominal enfeksiyonların tedavisinde ideal bir yöntem mevcut değildir.
The first step in surgical treatment of intraabdominal infections is the elimination of the infectious focus. Then, dry cleaning of abdominal cavity, lavage, debridement, drainage and irrigation may be done. But, an ideal method is not present for the treatment of intraabdominal infections.

17.Allogeneic Peripheral Stem Cell Transplantation
İmdat Dilek, Önder Arslan, Günhan Gürman
Pages 183 - 187
Kemik iliği transplantasyonu malign ve malign olmayan farklı bir çok hastalık tedavisinde kullanılmaktadır. Kolay hücre toplama ve hızlı hematopoietik toparlanma nedeniyle otolog transplantasyonlarda periferik kök hücre (PKH) genişçe kullanılmaya başlanmıştır. Bununla birlikte allogeneik uygulamda PKH kullanımı gecikmiştir. Transplantasyonda hedef engraftman elde etmek ve graft versus host hastalığı gelişiminden kaçınmaktır. Malign hastalıklar için allotransplantasyon yapılanlarda diğer önemli bir komponent de graft versus lösemi etkisidir. Burada allogeneik periferik kök hücre nakli ile ilgili çalışmaların bir özeti yapılacaktır.
Bone marrow transplantation is most commonly used for the therapy of a wide variety of neoplastic and nonmalignant disorders. Peripheral blood stem cells (PBSCs) are widely used in autologous transplantation because of easy collection and rapid hematopoietic recovery. However, in the allogeneic setting the use of PBSCs has been delayed. The goal is to achieve engraftment and hematopoietic recovery and avoid the development of graft versus host disease. For patients transplanted for malignant disease, another important component is the immune mediate graft versus leukemia effect. In this report, we summarize data regarding the allogeneic peripheral stem cell transplantation.

18.Necrotizing Enterocolitis: Pathogenesis, diagnosis, treatment and new aspects.
Abdullah Ceylan, Şükrü Arslan, Ercan Kırımi, A.Faik Öner
Pages 188 - 193
Neonatal nekrotizan enterokolit (NEK) başlıca prematüre yenidoğanları etkileyen ve sebebi bilinmeyen ciddi bir gastrointestinal hastalıktır. NEK sıklığı, yenidoğan yoğun bakım ünitelerindeki hastaların %1-5’i kadardır. Düşük gestasyonel yaştaki yenidoğanlarda, sıklık belirgin derecede artar. NEK’in patogenezinde en önemli faktör olarak uzun yıllardan beri mezenterik iskemi suçlanmaktadır. Bunun yanında enteral besleme de önemli bir rol oynamaktadır, çünkü NEK gelişen vakaların %90-95’i enteral beslenen bebeklerdir. NEK patogenezinde bakteriyel proliferasyon da bir diğer faktördür, fakat bakterilerin hastalığı başlatıcı rolleri olup olmadıkları bilinmemektedir. NEK’in erken bulguları neonatal sepsisten ayırdedilemez. Bulgu ve semptomlar beslenme intoleransından sepsis, şok ve peritonitle birlikte ağır, hızlı gidişli intaabdominal hastalığa kadar değişme gösterir. Hastalar Bell ve ark. tarafından düzenlenmiş bir klinik evreleme sistemine göre sınıflanmalıdırlar. NEK şüphesi olduğunda veya teşhis edildiğinde erkenden ve agresif tedavi başlanmalıdır. Bunlar; yoğun sıvı tedavisi, hematokrit ve trombosit değerlerinin düzeltilmesi, nazogastrik dekompresyonla barsakların dinlendirilmesi ve antibiyotik tedavisidir.
Neonatal necrotizing enterocolitis (NEC) is a serious gastrointestinal disease of unknown cause that predominately affects premature infants. The overall incidence of NEC is between 1% and 5% of all neonatal intensive care units admissions. The incidence is markedly increased in infants at lower gestational ages. Mesenteric ischemia has been postulated for many years to be the common denominator in the pathogenesis of NEC. Also, enteral alimentation is thought to play a major role since 90% to 95% of all infants who develop NEC have been enterally fed. Bacterial proliferation is undoubtedly another factor in the pathogenesis of NEC, but whether bacteria are primary initiators of the disease is unknown. Early signs of NEC are indistinguishable from sepsis neonatorum. The signs and symptoms are quite variable, ranging from feeding intolerance to evidence of a fulminant intraabdominal catastrophe with sepsis, shock and peritonitis. Patients should be staged using a clinical staging system for NEC was devised by Bell et al. Upon recognition or suspicion of NEC early and aggressive treatment should be started. This should include vigorous intravenous fluid resuscitation, correction of hematocrit and thrombocyt, bowel rest with nasogastric decompression, and antibiotic therapy.

LookUs & Online Makale