E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 8 (1)
Volume: 8  Issue: 1 - 2001
DERLEME
1.Effects of Some Quinolones on Central Nervous System and Investigation of Their Interactions with Etomidate and Teophylline by Motor Activity Tests
Orhan Yılmaz, Hanefi Özbek
Pages 1 - 9
Amaç: Florokinolon antibiyotiklerin santral sinir sistemi üzerine etkilerinin bulunup bulunmadığı ve bu sistemi etkileyen ilaçlarla (etomidat ve teofilin) birlikte kullanıldığında oluşabilecek etkileşimlerin ne yönde gelişebileceğinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Metod: Bu çalışma, 160 adet fare üzerinde gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmada, gerçekleştirilen nörofarmakolojik testlerde 31 kriter temel alınmış ve sonuçlar bu kriterlere göre değerlendirilmiştir. Bulgular: Nörofarmakolojik testlerden kulak kepçesi, kornea ve ipsilateral fleksor refleksleri, atiklik, görsel tanıma, hareketsiz kalamama, irritabilite, korkaklık, çevresel reaktivite, spontan aktivite, dokunmaya tepki, ağrıya tepki, ürkme cevabı, bacak tonusu, kavrama gücü bazında siprofloksasin teofilinin etkilerini önemli derecede artırmıştır (p<0.05). Ayrıca ağrıya tepkiye verilen cevapta, siprofloksasin grubu, kontrol grubu ile karşılaştırıldığında önemli oranda düşük bulunmuştur (p<0.05). Ofloksasin, bacak tonusu, kavrama gücü, kulak kepçesi refleksi, kornea refleksi ve ipsilateral fleksor refleksi baz alındığında teofilinin etkilerini önemli oranda artırmış (p<0.05); ağrıya tepkide ise kontrole göre azalma meydana getirmiştir (p<0.05). Dokunmaya tepkide pefloksasin verilen hayvanların verdikleri cevaplar kontrole göre daha düşük çıkmıştır (p<0.05). Dokunmaya ve ağrıya tepkide, bacak tonusu, kavrama gücü ve ipsilateral fleksor refleks kriterlerinde pefloksasin, teofilinin etkilerini önemli oranda artırmıştır (p<0.05). Norfloksasin, irritabilite, dokunmaya tepki, ürkme cevabı, kavrama gücü ve ipsilateral fleksor refleksi bazında teofilinin etkilerini artırırken; hareketsiz kalamama, çevresel reaktivite ve bacak tonusu kriterleri açısından teofilinin etkilerini düşürmüştür (p<0.05). Sonuç: Bu ilaçların etomidatla etkileşimine dair önemli bir bulgu saptanamamış olmasına karşın, florokinolon antibiyotiğin çeşidine göre değişen derecelerde olmak üzere teofilinle etkileşim gösterdiği sonucuna varılmıştır.
Aim: In this study, the aim was to investigate whether fluoroquinolone antibiotics have any effects on central nervous system (CNS) and if so how possible interactions may develop when these drugs are administered together with some of the pharmacological agents with known effects on CNS (teophylline and etomidate). Method: A hundred and sixty mice were used in the study. The neuropharmacological tests performed were based on thirty-one criteria and the results were evaluated accordingly. Results: Ciprofloxacin significantly augmented the effects of teophylline (p<0.05) on auricular, corneal and ipsilateral flexor reflexes, vigilance, visual perception, restlessness, irritability, distress, environmental reactivity, spontaneous activity, reaction to touch, reaction to pain, flight-reaction, leg tonus and grip strength. In addition, reaction to pain was found to be significantly lower in ciprofloxacin group compared to control animals. Ofloxacin, on the other hand, increased some of the effects of teophylline including those on leg tonus, grip strength, auricular, corneal and ipsilateral flexor reflexes (p<0.05) while causing a decrease in the reaction to pain compared to controls (p<0.05). As far as the reaction to touch is concerned, animals that received pefloxacin exhibited a subtler response than control animals (p<0.05). Pefloxacin, however, significantly augmented the effects of teophylline on reactions to touch and pain, leg tonus, grip strength and ipsilateral flexor reflex (p<0.05). Finally, while norfloxacin increased the effects of teophylline on irritability, reaction to touch, flight reaction, grip strength and ipsilateral flexor reflex, it decreased this drug’s effects on restlessness, environmental reactivity and leg tonus. Conclusion: Although no significant findings have been obtained regarding the interactions between these drugs and etomidate, fluoroquinolones were found to interact with teophylline at varying degrees according to the types of these antibiotics.

KLINIK MAKALE
2.The Demography and Histopathologic Characteristics Of Upper Gastrointestinal Cancers Appeared in Van and Its Vicinity
İlyas Tuncer, İsmail Uygan, Mustafa Kösem, Süleyman Özen, Serdar Uğraş, Kürşad Türkdoğan
Pages 10 - 13
Amaç: Üst gastrointestinal sistem (GİS) kanserleri ülkemizde ve tüm dünyada önemli morbidite ve mortalite nedenlerindendir. Ülkemizin doğusunda yeralan Van gölü havzasında üst GİS kanserlerinin prevalansını, lokalizasyonunu ve histopatolojik özelliklerini tespit etmek için bu çalışmayı planladık. Metod:Çalışmaya aralık 1994-Ocak 2000 tarihleri arasında endoskopi ünitemize müracaat eden 4763 hasta içinden endoskopik görünüm ve histopatolojik inceleme ile üst GİS kanseri tanısı almış 508 (%10.6) hasta dahil edildi. Bulgular: Vakaların 207 (%4.3)’si özofagus kanseri, 301(%6.3)’i mide kanseri idi. Her iki kanser grubunun en sık görüldüğü yaş 50-70 yaşlar arası idi. Mide kanseri, özofagus kanserine oranla 1,5 kat fazla olup, özofagus epidermoid kanseri kadınlarda, mide ve özofagus adenokanseri erkeklerde daha sık görülmekte idi. Sonuç: Sonuç olarak üst gastrointestinal sistem kanserlerinin, ülkemizin batı bölgeleri ile karşılaştırıldığında Van gölü ve çevresinde daha yüksek olduğu gözlenmiştir. Yöremizde üst GİS kanserlerinin yüksek sıklıkta görülmesi nedeniyle epidemiyolojik faktörler ve insidensi belirlemek amacıyla daha geniş ve kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: Upper gastrointestinal cancers are important causes of morbidity and mortality all over the world and in Turkey. In this study we evaluated the prevalence, anatomic, histopathologic characteristics of upper gastrointestinal Ca in Eastern Turkey and in Van. Method: We investigated retrospectively 4763 persons from December 1994 to January 2000 in our endoscopy unit. Five hundred eight (10.6%) patients with gastrointestinal Ca were diagnosed with endoscopic, radiological and histopathological methods . Results:Of the 4763 patients, 207(4.3%) were esophageal cancer, 301(6.3%) were gastric Ca. The highest prevalences of both cancer groups were between the ages of 50 and 70 . Gastric Ca was 1.5 fold frequent than esophageal Ca. Esophageal epidermoid Ca was more frequent in women, whereas gastric and esophageal adenocancers were more frequent in men. In lake Van and its vicinity, endoscopic examinations revealed a significantly high prevalence of upper gastrointestinal cancer, when compared with the reports of western cities of Turkey. Conclusion: We have concluded that there is an urgent need to conduct studies in a large scale in order to determine the epidemiological factors and incidence of upper GİS for they have a widespread occurence in our region.

3.Ultrasound-guided Cutting Needle Biopsy in Renal Parenchymal Diseases of the Children
Özkan Ünal, Şükrü Arslan, Halil Arslan, Mustafa Harman
Pages 14 - 17
Amaç: Bu çalışmada böbrek parankim hastalığı olan çocuklarda ultrasonografi kılavuzluğunda yapılan kesici iğne biyopsilerinin sonuçları ve yöntemin etkinliği araştırıldı. Metod: Araştırmaya biyopsi endikasyonu konulmuş yaşları 3-15 yıl (ort 10.7 ? 1.2 ) arasında değişen 23’ü erkek, 14'ü kız toplam 37 çocuk alındı. Sedasyon, uygun saha temizliği ve lokal anesteziden sonra ultrasonografi kılavuzluğunda sağ böbrek alt pol parankiminden kesici iğne biyopsisi yapıldı. İşlem sonrası böbrek ve perirenal alan olası komplikasyonlar bakımından renkli Doppler ultrasonografi ile incelendi. Elde edilen doku histopatolojik olarak değerlendirildi. Tüm olgularda ortalama iki girişim uygulandı. Biri dışında tüm olgularda histopatolojik tanı için yeterli materyal elde edildi. Bulgular: Hastaların tamamında mikroskopik hematüri, 8 olguda (% 21.62) makroskopik hematüri görüldü. Ciddi komplikasyon hiçbir hastada gözlenmedi. Sonuç: Çocuk yaş grubunda böbrek parankim hastalıklarında yapılan kesici iğne biyopsilerini ucuz, güvenilir, tanı değeri yüksek, ciddi komplikasyon oranı düşük olan ultrasonografi kılavuzluğunda yapılmasını önermekteyiz.
Aim: In this study, we investigated the results and efficacy of the ultrasound-guided cutting needle biopsies in children with renal parenchymal diseases. Method: This study included 37 children (23 boy, 14 girl) aged between 3-15 years old (mean 10.7?1.2) with renal parenchymal diseases. After sedation, local disenfection and local anesthesia, ultrasound-guided cutting needle biopsy was performed in the lower pole parenchyma of the right kidney. Renal and perirenal area was examined with color Doppler ultrasonography for the postbiopsy complications. Obtained tissue sample was evaluated histopathologically. An average of 2 punctures were performed. All patients were diagnosed histopathologically except one whose biopsy material was insufficient because of insufficient material. Results: Microscopic hematuria was seen in all patients and macroscopic hematuria in 8 patients (21.62 %). There was no serious complication in any patients. Conclusion: We suggest that cutting needle biopsy in the renal parenchymal diseases should be done under ultrasound guidance, because it is safe, inexpensive, highly diagnostic and rarely may be associated with a serious complication.

4.Breast Feeding and Supplementary Food Patterns Urban Area in Van
Fatma Demirel, Abdurrahman Üner, Ercan Kırımi
Pages 18 - 22
Amaç: Bu çalışma Van ili kırsalında yaşayan annelerin bebek beslenmesi konusundaki alışkanlıklarını saptamak amacıyla yapıldı. Metod: 12-24 ay arasında çocuğu olan 200 anne ile görüşüldü. Bulgular: Ailelerin sosyo ekonomik düzeyi kötüydü, annelerin %51’i hiç okula gitmemişti. Çocukların %70’i 25 persantilin altında idi. Annelerin %66’sı bebeğini 6 aya kadar emzirebilmişti. En sık sütten kesme nedeni yeni gebelik ve sütün yetersizliği idi. En sık başlanan ek gıdaların inek sütü, pirinç unu ve meyve suyu olduğu saptandı. Çocuk beslenmesinde en sık yapılan hatalar, erken ek gıda başlamak (%43), sütten erken kesmek (%47), bisküvi ve ekmek gibi tahıllı gıdaları fazla vermek (%68) ve inek sütünü fazla kullanmak (%64) şeklinde idi. Sonuç: Sonuç olarak daha sağlıklı ve iyi gelişen çocuklar için bölgede ekonomik, sosyal ve kültürel alanda ciddi ve köklü kalkınma çabalarına gereksinim olduğu kanısına varılmıştır.
Aim: In this study, it was assessed the knowledge and attitude of mothers on nutritional requirements and feeding practise of infants at urban area in Van. Method: Two hundred mothers who had babies aged between 12-24 months, were interviewed. Results: All families’ economic levels were very low, 51% of the mothers have never been gone to school. 70% of the infants were under the 25 percentages. 66% of the mothers had given breast milk to their babies during in first six month of their life. The main two reasons for terminating breast feeding were new pregnancy and insufficiency of breast milk. The most common supplementary food were cow’s milk, rice flour and fruit juice. The most common fault of the baby nutrition was early given supplementary foods (43%), early terminating breast feeding (47%), giving too many cereals, for example biscuits and bread (68%) and too many cows milk (64%). Conclusion: It was concluded that serious and radical development exhaustions is required in economic and sociacultural areas in the region for healthier and more well grown children

5.The Assessment of Anticoagulant Treatment in Patients with Infrapopliteal Deep Venous Thrombosis
Hasan Ekim, Kaan Kırali, Mehmet Özkökeli
Pages 23 - 26
Amaç: İliofemoral ve popliteal ven trombozlarında postfilebitik sendrom ve pulmoner emboli gelişmesini önlemek için heparinizasyon uygulanmaktadır. İnfrapopliteal derin ven trombozlarında ise heparinizasyon uygulanması tartışmalıdır. Amacımız infrapopliteal derin ven trombozu tanısı alan 50 hastada heparinize edilen ve edilmeyen gruplar arasında sonuçları karşılaştırmaktır. Metod: 1995-1999 Yılları arasında infrapopliteal derin ven trombozu tanısı konulan 50 hasta çalışma kapsamına alındı. Hastaların 30’u kadın (%60), 20’si erkek (%40) idi. Yaşları 24 ile 72 arasında değişmekte, ortalama yaş ise 52.?5.6 (ortalama? SD) idi. 25 hastada antikoagulasyon tedavisi yapıldı (Group A). Kalan 25 hasta ise heparinize edilmedi (Group B). Hastalar 1 ile 5 yıl arasında takip edildi. Bulgular: Ortalama takip süresi ise 2.5 yıldı. Her iki grup arasında proksimal trombus yayılımı, pulmoner emboli, trombolizis, rekanalizasyon ve reflü gelişimi bakımından karşılaştırma yapıldı. B grubundaki 2 hastada ilk 10 gün içinde proksimale doğru trombus uzanımı oldu. A grubunda 2 hasta dışında tümü semptomatikti. Bu iki hastanın hiç semptomları olmadığı halde daha önce pulmoner emboli geçirdikleri için emboli kaynağını araştırmak için yapılan dubleks scanning esnasında tanı kondu. İnfrapopliteal derin ven trombozu en sık sırayla peroneal ve posterior tibial vende en azda anterior tibial vende rastlandı. Hastaların %96’sınde 3 ay içinde trombolizis gelişerek rekanalizasyon oluştu. 4 olguda valvular reflü gelişti (%8). Hiçbir hastada ülserasyon gelişmedi. Yalnız 1 hastada ekstremitede şişlik, pigmentasyon ve varisler gelişti. Postflebitik sendrom ve reflü gelişmesi bakımından her iki grup arasında fark yoktu. B grubunda, ilk on gün içinde proksimale doğru trombus uzanımı gösteren 2 olgu daha önce derin ven trombozu geçirmiş idi. Sonuç: Antikoagulasyon yapılmayan olgularda daha önce derin ven trombozu geçirmiş ise en az ilk 10 gün dubleks scanning ve yakın takip ile değerlendirilmelidir.
:Heparinization is used to prevent postphlebitic syndrome and pulmonary emboli in the patients with popliteal and iliofemoral deep venous thrombosis. But, heparinization is controversial in the patients with infrapopliteal deep venous thrombosis. The purpose of our study was to compare the outcomes of the treatments of infrapopliteal deep venous thrombosis in patients who did and did not receive heparin. Method: From 1995 through 1999, 54 limbs of 50 patients were identified, by means of duplex scanning and/or venography, as having isolated infrapopliteal deep venous thrombosis. Of these patients, 30 (60%) were women and 20 (40%) were men; the median age was 52.?5,6 years ( range, 24 to 72 years). 25 patients (group A) received anticoagulant therapy and the remaining 25 patients (group B) did not. They had follow-up from 1 to 5 years (means, 2.5 years). Results:Comparisons were made between group A and group B with respect to proximal thrombus extension, pulmonary emboli, thrombolysis, recanalization and reflux. Proximal thrombus extension occurred in 2 of group B patients (8%) within 10 days of diagnosis. All patients had symptoms except 2 of group A patients. These 2 patients who were previously diagnosed to have pulmonary emboli had no symptoms of deep vein thrombosis in their extremities. Asymptomatic infrapopliteal deep vein thrombosis was diagnosed as a result of search for a source of pulmonary emboli. The most common sites for infrapopliteal deep vein thrombosis were peroneal vein and posterior tibial vein, respectively. Complete thrombolysis of infrapopliteal thrombi was found in % 96 of the cases by 3 months. Valvular reflux was developed in 4 of 50 cases (8%). At the end of the follow-up period, only 1 patient had hyperpigmentation, swelling and varicose veins. No ulcers occurred. There were no differences between group A and group B with respect to postphlebitic sequelae and reflux. 2 patients of group B had proximal thrombus extension within 10 days. These 2 patients had previous deep vein thrombosis attacks. Conclusion:We conclude that if a treatment without anticoagulation is preferred, duplex scanning and close follow-up should be carried out for at least 10 days of the initial diagnosis.

OLGU SUNUMU
6.Pheochromosytoma: Because Of Two Cases
Celalettin Camcı, Ertuğrul Seyrek, Hulki Meltem Sönmez, Nihat Özgel, A. Zahit Bolaman
Pages 27 - 31
Feokromositoma nadir görülen ancak tanı konmadığı taktirde çeşitli morbiditelere ve mortaliteye neden olabilen bir tümördür. %10 oranında malign özellikler gösterir. Tanıda idrarda vanil mandelik asit ve metanefrinlerin tayini en duyarlı testtir. Tümörün lokalizasyonunun belirlenmesinde bilgisayarlı tomografi, magnetik rezonans görüntüleme ve işaretli metaiyodobenzilguanidin-MIBG sintigrafisi kullanılabilir. Tedavide primer tümörün ve mümkün ise metastazların cerrahi rezeksiyonu gereklidir. Metastatik olgularda radyoterapi ve kemoterapi kısmen faydalı olabilir, genellikle palyatif yarar sağlanabilmektedir. Bu makalede klinik gidişleri birbirinden tamamen farklı olan biri benign ve diğeri malign iki feokromositomalı olgu nedeniyle literatür gözden geçirilmiştir.
Pheochromocytoma, although rare, is associated with high degree of morbidity and mortality if not recognized. 10% of tumors are malign, and diagnosis should be confirmed with the measurement of vanilylmandelic acid and total metanephrine in urine. Computerized tomography, magnetic resonance imaging and labelled-metaiodobenzylguanidine-MIBG scanning could be used for tumor localization. Surgical resection should be recommended for primary tumor and metastasis if it is possible. In metastatic disease, radiotherapy and/or chemotehrapy may partly be usefull. In this article, we present benign and malignant pheochromocytoma cases who had distinctive clinical features and discuss the information in the light of literature.

7.Bilateral Peripheric Facial Paralysis Developed In Three Years Interval In Bilateral Chronic Otitis Media: Case Report
Ahmet Kutluhan, Hakan Çankaya, Faruk Kıroğlu, Murat İçli, Muzaffer Kırış
Pages 32 - 35
Bu olguda önce sağ kolesteatomlu kronik otitis mediaya, üç yıl sonra ise sol kulakta kolesteatomasız kronik otitis mediaya bağlı olarak gelişen fasiyal paralizi tartışıldı.
In this case, we have discussed peripheric facial paralysis developing twice in a patient; first as a complication of chronic otitis media with cholesteatoma in the right ear and chronic otitis media without cholesteatoma in the opposite ear alternately.

8.Non-recurrent Laryngeal Nerve: A Case Report
Abbas Aras, Hasan Arslantürk, Çetin Kotan
Pages 36 - 38
Tiroidektominin en önemli komplikasyonlarından biri rekürren laringeal sinir (İnferior laringeal sinir) yaralanmasıdır. Rekürren sinirin anatomik seyri varyasyonlar göstermektedir. Nadiren inferior laringeal sinir non-rekurren olabilir. Sinirin anatomik seyrindeki farklılıklar nedeni ile, yaralanma olasılığını azaltmak için sinirin görülüp korunması önerilmektedir. Bu olgu sunumunda, benign tiroid patolojisi nedeni ile tiroidektomi yaptığımız bir olguda sinir eksplorasyonu esnasında saptadığımız, inferior laringeal sinirin non-reküren anomalisi sunulmuştur.
The injury of recurrent laryngeal nerve is a serious complication in thyroid surgery. The anatomy of the recurrent laryngeal nerve is variable. Non-recurrent nerve is a very rare variation of the inferior laryngeal nerve. Because of the anatomical variations of the nerve, preservation of the nerve is optimal strategy during the operation. In this case report, we presented a non-recurrent laryngeal nerve abnormality, in a case who underwent thyroidectomy for benign thyroid disease, and the non-reccurrent laryngeal nerve was identified during the nerve exploration.

9.Tuberculosis in Patients with End Stage Renal Disease: Three Cases
Reha Erkoç, İsmail Uygan, Kürşat Uzun
Pages 39 - 42
Son dönem böbrek yetmezliği (SDBY) olan hastalarda bozulmuş hücresel immünite tüberküloz (tb) için predispozan bir faktördür. Bu hastalarda insidans genel popülasyona göre yüksektir. Kliniğimizde takip edilerek (tb) tanısı konulan son dönem böbrek yetersizlikli üç hastanın ikisi ateş ,öksürük, balgam ile birlikte PA Akciğer grafisinde pnömonik infiltrasyonlar, üçüncü hasta ise ateş ve asit ile prezente olmuşlardır. Tanı bir olguda bronş lavajından yapılan kültür ile doğrulanmış, diğer iki olguda ise klinik ve radyolojik olarak konulabilmiştir. Sonuç olarak SDBY olan hastalarda nedeni açıklanamayan ateş, akciğer infiltrasyonları, asit gibi bulguların varlığında detaylı tanısal incelemeler yapılmalı, kesin tanı konulamasa bile diğer olası hastalıklar ekarte edilerek antitüberküloz tedavi başlanmalı ve yanıt alınması halinde tb lehine değerlendirilmelidir.
Impaired cellular immunity is a predisposing factor for tuberculosis in end stage renal disease (ESRD) patients. Incidence of tuberculosis was significantly higher in these patients. Three patients with tuberculosis were diagnosed in our clinic; two of them were presented with fever, productive cough, and pneumonic infiltrations on PA chest rontgenogram, the third case was presented with fever and ascites. Diagnosis was confirmed with a positive culture of bronchial lavage fluid in one case, the other two were diagnosed based on clinical and radiological grounds. In conclusion for patients with ESRD, in the presence of unexplained fever, pulmonary lesions or ascites, detailed diagnostic investigations should be done and after other differential diagnoses ruled out, antituberculous therapy should be started and clinical response should be considered as an indicator of tb.

LookUs & Online Makale