E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 30 (2)
Volume: 30  Issue: 2 - 2023
1.Cover

Pages I - III

LETTER TO EDITOR
2.Earthquake: What is Post Traumatic Normal? Where Does the Psychopathology Begin?
Yavuz Selim Atan, Pinar Guzel Ozdemir
doi: 10.5505/vtd.2023.30075  Pages 126 - 127
6 Şubat 2023 günü yaşadığımız deprem ile beklenmedik bir biçimde kendimizi güvende hissettiğimiz evlerimizin aslında tehlikede olduğu gerçeğiyle yüzleştik. Bu tür travmatik süreçlerle karşılaşan bireylerin ruhsal olarak bazı belirtiler gösterdiği, bu belirtilerin ne kadar çeşitli olabildiği ve her insanın travma ve yas sürecini ne kadar eşsiz ve biricik olarak yaşadığı bilinmektedir. Travmaya maruziyetten sonra erken dönemde görülen belirtiler normal bir süreç iken bu belirtilerin uzaması ve kişinin işlevselliğinde azalmaya yol açması ile bir psikopatolojinin başladığı kabul edilir. Tedavi sürecinde kişiler iyi değerlendirilmeli ve kişiye özel bir tedavi süreci planlanmalıdır.
On February 6, 2023, we were unexpectedly confronted with the fact that our homes, where we felt safe, were actually in danger. It is known that individuals who encounter such traumatic processes show some psychological symptoms, how diverse these symptoms can be, and how unique and distinctive each person experiences the process of trauma and mourning. While the symptoms experienced in the early period after exposure to trauma are a normal process, it is accepted that a psychopathology begins when these symptoms are prolonged and lead to a decrease in the person's functionality. In the treatment process, individuals should be well evaluated and a personalized treatment process should be planned.

ORIGINAL ARTICLE
3.Femoral Pseudoaneurysm Compression Theraphy With Usg Guidance
Ensar Türko, Muhammed Bilal Akıncı
doi: 10.5505/vtd.2023.76094  Pages 128 - 132
GİRİŞ ve AMAÇ: Mevcut çalışmanın amacı anjiografik girişim sonrasında femoral bölgede gelişen psödoanevrizmaların ultrason (US) eşliğinde kompresyon tedavisinin başarısı ve bu başarıyı etkileyen faktörleri literatürde tarif edilen bulgular ile karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Nisan 2019 ve Eylül 2020 tarihleri arasında US ile kompresyon tedavisi yapılmış toplamda 27 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen tüm hastalar B-mode ultrasonografi (US) ve renkli doppler ultrasonografi (RDUS) ile değerlendirildi. İncelemeler affiniti G70 ultrasound (Philips Ultrasound, Bothell, WA) cihazla 12L3 lineer ve/veya 5C1 konveks prob kullanılarak gerçekleştirildi. İşlem öncesinde psödoanevrizmanın hacmi, boyun uzunluğu ve genişliği, işlem sonrasında toplam kompresyon süresi kaydedildi. Kaydedilen özellikler işlem başarısı ile istatistiksel olarak değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Kompresyon uygulanan 10 (%72) erkek hasta, 10(%77) kadın hasta olmak üzere toplam 20 (%74) hastada işlem başarısı sağlandı. Ortalama psödoanevrizma hacmi ise 23.4 ± 21,9 cm³, boyun uzunluğu 8,2 ± 8,02 mm, boyun genişliği 2,4 ± 1,12 olarak hesaplanmıştır. Ortalama kompresyon süresi ise 34,6 ± 11,8 dakika olarak hesaplanmıştır. İstatiksel olarak psödoanevrizmalarda, boynu uzun, boyun genişliği kısa ise tromboze olma ihtimalinin daha fazla olduğunu tespit ettik. Ayrıca kompresyon süresi uzadıkça psödoanevrizmanın tromboze olma ihtimali artmaktadır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: US eşliğinde kompresyon tedavisi ucuz ve etkin tedavi seçeneği olup hangi hastaların kompresyon tedavisine yanıt vereceği ayrıntılı US ile karar verilmektedir. Böylece doğru hastanın seçilmesi hem zaman kaybını hem olası komplikasyonu en aza indirmiş olacaktır.
INTRODUCTION: The purpose of the study was to compare the success of ultrasound (US) guided compression therapy of pseudoaneurysms developing in the femoral region after angiographic intervention and the factors affecting this success with the findings described in the literature.
METHODS: A total of 27 patients who underwent compression therapy with US between April 2019 and September 2020 were included in the study. All patients included in the study were evaluated with B-mode ultrasonography (US) and Colour Doppler ultrasonography. Examinations were performed with the affinity G70 ultrasound (Philips Ultrasound, Bothell, WA) device using a 12L3 linear and/or 5C1 convex probe. The volume, neck length and width of the pseudoaneurysm before the procedure, and the total compression time after the procedure were recorded. The recorded features were statistically evaluated with the success of the procedure.
RESULTS: Success was achieved in 20(74%) patients, 10(72%) male patients and 10(77%) female patients who underwent compression. The mean pseudoaneurysm volume was calculated as 23.4±21.9 cm³, neck length 8.2±8.02 mm, neck width 2.4±1.12. The mean compression time was calculated as 34.6±11.8 minutes. Statistically, we found that the probability of thrombosis in pseudoaneurysms is higher if the neck is long and the neck width is short. In addition, the longer the compression period, the more likely the pseudoaneurysm will be thrombosed.
DISCUSSION AND CONCLUSION: US-guided compression therapy is a cheap and effective treatment option, and it is decided by detailed US which patients will respond to compression therapy. Thus, choosing the right patient will minimize both time loss and possible complications.

4.Evaluation of the Diagnostic Accuracy of Prenatal MRI in Predicting Placenta Accreta Spectrum (PAS) and Clinical Outcomes in Cases with Placenta Previa
Hüseyin Akkaya, Nedim İzgi, Zeynel Abidin Taş, Bozkurt Gülek
doi: 10.5505/vtd.2023.98415  Pages 133 - 141
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, manyetik rezonans görüntüleme (MRG) parametrelerinin plasenta akreta spektrumunu (PAS) ve plasenta previalı hastaların klinik sonuçlarını öngörmedeki değerini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 1.5 ve 3 Tesla tarayıcı ile alınan toplam 56 prenatal plasenta MRG tetkiki 2 radyolog tarafından mutabakatla retrospektif olarak incelendi. T2 koyu bant varlığı, myometriumda incelme, anormal vaskülarizasyon, uterin bombeleşme, heterojen plasenta, plasenta protrüzyonu, plasenta reses ve perkretizm bulguları değerlendirildi. Plasenta akreta spektrumu (PAS) için patoloji ve klinik intrapartum bulgular referans standardı oluştururken, 1000 mL'nin üzerinde intrapartum/peripartum kanama ve acil histerektomi kötü klinik sonuçlar olarak kabul edildi. MRG bulgularının hem PAS'ı hem de klinik sonuçları öngörmedeki değerleri analiz edildi.
BULGULAR: Klinik sonuçları iyi ve kötü olan hastalar arasında yaş, platelet (PLT) değeri ve gebelik süresi açısından anlamlı fark yoktu. Klinik kötüleşmeyi öngörmede perkretizm belirtileri en iyi tanısal test performansına sahipti, ardından intraplasental anormal vaskülarizasyon ve plasental gerileme geldi (sırasıyla respectively 80.6%, 76.4%, 73.6%). PAS'ı öngörmede en değerli bulgu perkretizm işareti, plasental reses ve miyometriyal incelme idi (sırasıyla 85.0%, 81.3%, 79.4%).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Klinik sonuçları iyi ve kötü olan hastalar arasında yaş, PLT değeri ve gebelik süresi açısından anlamlı fark yoktu. Klinik kötüleşmeyi öngörmede perkretizm belirtileri en iyi tanısal test performansına sahipti, ardından intraplasental anormal vaskülarizasyon ve plasental gerileme geldi (sırasıyla respectively 80.6%, 76.4%, 73.6%). PAS'ı öngörmede en değerli bulgu perkretizm işareti, plasental reses ve miyometriyal incelme idi (sırasıyla 85.0%, 81.3%, 79.4%).Sonuç olarak; perkretizm ve intraplasental anormal vaskülarizasyon olası bir kötü klinik sonucun yüksek oranda göstergesidir.


INTRODUCTION: The purpose of this study is to investigate the predictive value of magnetic resonance imaging (MRI) parameters in predicting placenta accreta spectrum (PAS) and clinical outcomes of patients with placenta previa.
METHODS: A total of 56 prenatal placental MRI examinations acquired via 1.5 and 3 Tesla scanners were retrospectively examined by 2 radiologists in consensus. Presence of T2 dark band, thinning of myometrium, abnormal vascularization, uterine bulging, heterogeneous placenta, placental protrusion, placenta recess and percretism findings were evaluated. While pathology and clinical intrapartum findings constituted the reference standard for placenta accreta spectrum (PAS), intrapartum/peripartum bleeding over 1000 mL and emergency hysterectomy were regarded as poor clinical outcomes. The values of MRI findings in predicting both PAS and clinical outcomes were analyzed.
RESULTS: Age, platelet (PLT) value and gestational age were similar in patients with both groups. Signs of percretism had the best diagnostic test performance in predicting clinical worsening, followed by intraplacental abnormal vascularization and placental recession (respectively 80.6%, 76.4%, 73.6%). The most valuable finding in predicting PAS was percretism sign, placental recess, and myometrial thinning (respectively 85.0%, 81.3%, 79.4%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Percretism and intraplacental abnormal vascularization are highly predictive of a possible poor clinical outcome.

5.Neurological Soft Signs, Circadian Preferences and Emotion Regulation in Bipolar Disorder and First-Degree Relatives
Barış Erkuş, Pinar Guzel Ozdemir, Mesut Işık
doi: 10.5505/vtd.2023.95881  Pages 142 - 152
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı bipolar bozukluğu (BB) olan hastalar ve birinci derece akrabalarında (BDA) silik nörolojik belirtiler (SNB), sirkadiyen tercihler ve duygu düzenleme güçlükleri arasındaki ilişkileri araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya toplam 105 kişi (35 BB, 35 BDA ve 35 sağlıklı kontrol) alındı. Sosyodemografik bilgi formu, Young Mani Derecelendirme Ölçeği (YMDÖ), Hamilton Depresyon Derecelendirme Ölçeği (HAM-D), Sabahlılık Akşamlılık Ölçeği (SAÖ), Duygu Düzenleme Güçlüğü Ölçeği (DDGÖ) ve Nörolojik Değerlendirme Ölçeği (NDÖ) dolduruldu.
BULGULAR: BB ve BDA’da NDÖ motor koordinasyon, karmaşık motor hareketler ve diğer alt ölçek ve toplam puanları kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek saptandı. DDGÖ kabul etmeme, hedefler, dürtü, stratejiler, erişilebilirlik alt ölçek ve toplam puanları BB’de BDA ve kontrol gruplarına göre anlamlı olarak daha yüksekti. BB’de DDGÖ diğer alt ölçeği ile DDGÖ dürtü ve farkındalık alt boyutları arasında anlamlı ilişki saptandı. BDA grubunda SNB ile NDÖ alt boyutları olan duygusal bütünleşme ve karmaşık motor hareketler arasında anlamlı bir ilişki bulundu. DDGÖ kabul etmeme ile SNB karmaşık motor hareketler alt boyutları arasında da anlamlı ilişki bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada ötimik dönemdeki BB’de ve BDA’larda SNB'nin olumsuz duygu düzenleme stratejileri ile ilişkili olduğu saptandı. SNB ve sirkadiyen tercihler BB için endofenotip adayları olabilir.
INTRODUCTION: This study aimed to investigate the relationships between neurological soft signs (NSS), circadian preferences, and emotional regulation difficulties in patients with bipolar disorder (BD) and their unaffected first-degree relatives (FDRs).
METHODS: A total of 105 people (35 BD patients, 35 FDRs, and 35 healthy controls) enrolled in the study. They completed a sociodemographic information form, the Young Mania Rating Scale (YMRS), Hamilton Depression Rating Scale (HAM-D), Morningness-Eveningness Questionnaire (MEQ), Difficulties in Emotion Regulation Scale (DERS), and Neurological Evaluation Scale (NES).
RESULTS: NES motor coordination, complex motor movements, other subscale and total scores were significantly higher in BD and FDRs compared to the control group. The subscales of the DERS including nonacceptance, goals, impulse, strategies, accessibility, and total DERS scores were also significantly higher in patients than the relative and control groups. A statistically positive, weak, and significant relationship emerged between the patient group’s other NES sub-dimension and the DERS sub-dimensions of impulse and awareness. Meanwhile, significant relationship was found in the FDRs between NSS and the NES sub-dimensions emotional integration and complex motor movements. A significant relationship was also found between the DERS sub-dimension nonacceptance and the NSS sub-dimension complex motor movements.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study discovered that NSS are associated with negative emotional regulation strategies in patients with BD during in euthymic period and FDRs. NSS and circadian preferences may be endophenotype candidates for BD.

6.Does Sinapic Acid Provide Neuroprotection Against Cisplatin-Induced Toxicity in HT-22 Cells
Betül Çiçek, Sıdıka Genç
doi: 10.5505/vtd.2023.98411  Pages 153 - 159
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, HT-22 sıçan hippokampal hücrelerinde meydana gelen sisplatin kaynaklı oksido-inflamatuvar hasara karşı sinaptik asid (SA)’nın yararlı etkilerini ve olası koruyucu mekanizmalarını biyokimyasal ve moleküler yöntemlerle açıklaması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Öncelikli olarak nöroprotektif etkinlik meydana getirmek amacıyla in vitro koşullar altında HT-22 hücreleri üzerine sisplatin uygulamasından önce farklı konsantrasyonlarda SA (100, 400 ve 800 µM) uygulandı. SA uygulamasından yarım saat sonra kontrol grubu hariç tüm kuyucuklara 5,5 µM sisplatin (CP) uygulandı ve 24 saat boyunca uygun koşullar altında inkübe edildi. Hücre canlılığı, rutin olarak kullanılan 3-(4,5-Dimetil Tiazol-2-il)-2,5-Difeniltetrazolyum Bromür (MTT) ile belirlendi ve sitotoksik aktivite, laktat dehidrojenaz (LDH) deneyleri ile belirlendi. Oksidatif stres, toplam antioksidan kapasitesi (TAK), Katalaz (CAT), glutatyon (GSH), malondialdehit (MDA) ve süperoksit dismutaz (SOD) tahlilleriyle değerlendirildi. Ayrıca SA'nın HT-22 hücrelerinde Kaspaz-3 gen regülasyonu üzerindeki etkisi Real-Time PCR ile araştırıldı.
BULGULAR: Sisplatin, HT-22 hücrelerinde hücre canlılığını yaklaşık %40 oranında azalttı ve LDH seviyesini artırdı. SA uygulanan gruplarda ise doz bağımsız olarak hücre canlılığı arttı ve LDH seviyesinde azalma meydana geldi. SA nöroprotektif etkinliğini sisplatinin sitotoksik aktivitesini durdurması ve hücrelerde antioksidan etki mekanizmasını artırarak göstermiştir. Benzer şekilde, sisplatin ile up-regüle olan kaspaz-3 SA uygulaması ile kontrol değerine yaklaşmıştır. SA, sisplatinin nörotoksisitesini ortadan kaldırmış, hücre ölümünü ve oksidatif stres düzeylerini önemli ölçüde azaltmıştır (p<0.05 ve p<0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu bulgular SA'nın hem oksidatif stres oluşum mekanizmalarını hem de hücrelerin apoptoz indüksiyonunu engelleyerek HT-22 hücrelerini sisplatine karşı koruduğunu göstermektedir.
INTRODUCTION: This study aimed to explain the beneficial effects and possible protective mechanisms of Sinapic acid(SA) against cisplatin-induced oxido-inflammatory damage in HT-22 rat hippocampal cells by biochemical and molecular methods.
METHODS: Primarily, different concentrations of SA (100, 400 and 800 µM) were applied to HT-22 cells under in vitro conditions before cisplatin application in order to produce neuroprotective activity. Half an hour after the SA application, 5.5 µM cisplatin (CP) was applied to all wells except the control group and incubated for 24 hours under appropriate conditions. Cell viability was determined with routinely used 3-(4,5-Dimethyl Thiazol-2-yl)-2,5-Diphenyltetrazolium Bromide (MTT) and cytotoxic activity was determined by lactate dehydrogenase (LDH) assays. Oxidative stress was evaluated by total antioxidant capacity (TAC), catalase (CAT), glutathione (GSH), malondialdehyde (MDA) and superoxide dismutase (SOD) assays. In addition, the effect of SA on Caspase-3 gene regulation in HT-22 cells was investigated by Real-Time PCR.
RESULTS: Cisplatin decreased cell viability by approximately 40% and increased LDH level in HT-22 cells. In SA administered groups, cell viability increased and LDH level decreased regardless of dose. SA showed its neuroprotective effect by stopping the cytotoxic activity of cisplatin and increasing its antioxidant action mechanism in cells. Similarly, caspase-3 up-regulated by cisplatin approached the control value with SA administration. SA abolished the neurotoxicity of cisplatin and significantly reduced cell death and oxidative stress levels (p<0.05 and p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: These findings show that SA protects HT-22 cells against cisplatin by preventing both oxidative stress formation mechanisms and apoptosis induction of cells.

7.Dexamethasone Implant as an Adjunct Therapy in Refractory Diabetic Macular Edema: Real-World Experience in a Turkish Population.
Dilek Yasa, Gönül Karatas Durusoy, Gökhan Demir, Ugur Tunç, Zeynep Alkin
doi: 10.5505/vtd.2023.26504  Pages 160 - 168
GİRİŞ ve AMAÇ: Diyabetik makula ödeminde(DMÖ), yükleme tedavisi olarak 3 doz anti-vasküler endotelyal büyüme faktörü (anti-VEBF) enjeksiyonundan sonra yetersiz yanıt görülen hastalarda, deksametazon (DEX) implantın etkinliğini ve görsel ve morfolojik sonuçları öngörücü faktörleri değerlendirmek amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız geriye dönük bir araştırma olup; yükleme tedavisi olarak 3 doz anti-VEGF enjeksiyonuna yetersiz yanıtın ardından DEX implantı uygulanmış, 12 ay boyunca takip edilmiş olan hastalar çalışmaya dahil edildi. İkinci bir DEX implantı, en erken 6 ay sonra uygulandı. İmplanttan sonra gerektiğinde tedavi rejimi ile anti-VEBF enjeksiyonları uygulandı. Görsel ve morfolojik sonuçlar için öngörücü faktörler ve takip sırasındaki ek tedaviler değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya 81 göz dahil edildi. Bunlardan 28’inde (%35) 1 ay sonra ETDRS’de 5 harften fazla kazanım olduğu, ortalama santral makula kalınlığının (SMK) ise 583±178 µm'den 259±119 µm'ye düştüğü görüldü. Sağlam elipsoid zonu olan hastalarda daha belirgin olmak üzere, görme keskinliğinde önemli ölçüde artma gözlendi. SMK'ndaki azalmanın, başlangıç SMK ve kist boyutu ile pozitif korelasyon gösterdiği görüldü. Gerektiğinde tedavi protokolüne rağmen, SMK'ları 300 µm'den az olanlar (%47'ye karşı (1. Ayda); %75 (6. Ayda)) ve en az 5 ETDRS harf kaybı olan gözlerde (1. ayda %16'ya karşı, 6. ayda %5; P < 0,001); 1. aya kıyasla 6 ay sonra iyileşmelerde önemli düşüş olduğu görüldü. Altıncı ve 12. aylardaki değerler ise istatistiksel olarak farklı değildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: DEX implantı, ardışık 3 doz anti-VEBF enjeksiyonuna yetersiz yanıt veren gözlerde iyi bir seçenektir. Gerçek yaşamda, gerektiğinde tedavi rejimindeki anti-VEBF enjeksiyonları, DEX implantının faydalarını, 6 aylık bir süre boyunca korumak için yeterli değildir.
INTRODUCTION: To evaluate,in a real-world setting, the effects of intravitreal dexamethasone (DEX) implants in patients with refractory diabetic macular edema after 3 initial anti-vascular endothelial growth factor (anti-VEGF) injections.
METHODS: Each enrolled patient received a DEX implant after suboptimal response to 3 monthly anti-VEGF injections and was followed for 12 months. A second DEX implant was allowed at least 6 months later. Anti-VEGF injections were administered on a pro re nata (PRN) regimen after DEX implant. Predictive factors for visual and morphological outcomes and additional therapies during follow-up were evaluated.
RESULTS: Among 81 included eyes, mean central macular thickness (CMT) decreased from 583±178 µm to 259±119 µm, and 28 eyes (35%) gained more than 5 ETDRS letters after 1 month. Visual acuity significantly improved most commonly in patients with intact ellipsoid zones. The decrease in CMT was positively correlated with baseline CMT and cyst size. Despite the PRN protocol, significant losses in improvements were seen after 6 months compared to 1 month in the percentage of eyes with CMTs smaller than 300 µm (47% vs 75%) and losing at least5 ETDRSletters (16% vs 5%; P <0.001). The values at 6 and 12 months were not statistically different.
DISCUSSION AND CONCLUSION: A DEX implant is an option in eyes with suboptimal responses to 3 monthly anti-VEGF injections. In a real-world setting, anti-VEGF injections on a PRN regimen is not sufficient to preserve the benefits of a DEX implant for a period of 6 months.

8.The Relationship of OCD and OCD Symptoms with the Thought Action Fusion in Children and Adolescents during the Pandemic Period
İrem Damla Çimen, Merve Dilli Gürkan, Şeyma Nur Akpınar, Sinem Yavuz, Aysel Denktaş Özdemir, Nursu Çakın Memik
doi: 10.5505/vtd.2023.08456  Pages 169 - 177
GİRİŞ ve AMAÇ: Düşünce eylem kaynaşması (DEK), öğrenme kuramı göre obsesif kompulsif bozuklukta (OKB) görülebilen bilişsel çarpıtmalardan biridir ve düşünce ile eylemin birbiri ile eşdeğer algılanması olarak tanımlanmaktadır. Çalışmamızın amacı; ülkemizde COVID-19 pandemisine yönelik kısıtlamaların uygulandığı dönemde pandemi ile ilişkili özelliklerin OKB belirtileri ve belirti şiddeti üzerine etkilerinin incelenmesi ve pandemi sürecinde OKB ile DEK ve alt boyutları arasındaki ilişkinin değerlendirilmesidir.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya polikliniklerimize başvuran, DSM-5 tanı kriterleri göre OKB tanısı almış, 7-18 yaş arası toplam 69 hasta dahil edilmiştir. Çalışmada sosyodemografik veri formu, Çocuklar için Yale Brown Obsesif Kompulsif Ölçeği (CY-BOCS), Çocuklar için Düşünce Eylem Kaynaşması Ölçeği kullanılmıştır.

BULGULAR: Çalışma grubunda en sık kirlenme obsesyonu ve yıkama/temizleme kompulsiyonu olduğu saptanmıştır. Pandemi sürecinde aile ile geçirilen sürede artış olan olgularda CY-BOCS obsesyon puanı, pandemi ile ilişkili temizlik uğraşılarında artış olanlarda CY-BOCS hem obsesyon hem kompulsiyon puanı, virüs bulaşmaması amacıyla yapılan davranışlarda artış olanlarda CY-BOCS kompulsiyon puanı istatistiksel açıdan anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. Kız cinsiyette DEK ölçeği TAFTOTAL puanı, 12 yaş üstü olan hastalarda TAFSELF alt ölçek puanı anlamlı düzeyde yüksek saptanmıştır. DEK, OKB’nin formülasyonunda ve tedavisinde göz ardı edilebilen bir bilişsel çarpıtmadır.


TARTIŞMA ve SONUÇ: Güncel yaklaşımlarla beraber önemi fark edilmeye başlanan bu kavram hakkında yapılan araştırmalar ve elde edilen bilgilerin kısıtlılığı, tedavide bu alanda uygulanabilecek ek yöntemlerin de kısıtlı kalmasına neden olmaktadır. Mevcut bilgiler ışığında DEK’in OKB’nin ortaya çıkmasında ve belirtilerinin sürdürülmesinde kritik olduğu görülmektedir. OKB’ye ilişkin hatalı değerlendirme ve inanç alanları kemikleşmeden erken teşhis ve müdahale yoluna gidilmesinin, OKB’nin prognozunda önem taşıyacağı düşünülmektedir.
INTRODUCTION: The aim of our study is to examine the effects of pandemic-related features on OCD symptoms during the period of restrictions, and to evaluate the relationship between OCD and TAF during the pandemic.
METHODS: A total of 69 patients aged 7-18 years, who applied to our outpatient clinics and were diagnosed with OCD, were included in the study. Sociodemographic data form, Children’s Yale Brown Obsessive Compulsive Scale (CY-BOCS) and Thought Action Fusion Scale for Children were used in the study.
RESULTS: The CY-BOCS obsession score was found significantly higher in cases with an increase in the time spent with the family during the pandemic, obsession and compulsion scores in those with an increase in the cleaning efforts related to the pandemic, and compulsion score in those with an increase in the behaviors performed for the purpose of preventing virus transmission. The TAFTOTAL score was found to be significantly higher in females, and the TAFSELF subscale score was found to be significantly higher in patients over 12 years old.
DISCUSSION AND CONCLUSION: TAF appears to be critical in the onset and maintenance of OCD. It is thought that early diagnosis and intervention will be important in the prognosis before the chronicity of cognitive distortions of OCD.

9.Protective Effects of Ramelteon on Acute Lung Injury in Endotoxin-Induced Sepsis in Rats
Tuğba Nurcan Yüksel, Duygu Kose, Muhammet Ali Gürbüz, Zekai Halici, Fadime Canbolat, Esra Bozgeyik
doi: 10.5505/vtd.2023.62582  Pages 178 - 183
GİRİŞ ve AMAÇ: Sepsis, genellikle bakteriyemili hastalarda ortaya çıkan, enfeksiyona karşı yaşamı tehdit eden aşırı sistemik inflamatuar reaksiyon sendromudur. Solunum sistemi akut organ hasarından en çok etkilenen yapılardan biridir. Melatonin, antioksidan ve antiinflamatuar dahil olmak üzere vücudun çeşitli fizyolojik işlevlerinin düzenlenmesinde önemli bir rol oynar. Ramelteon (RAME), klinik kullanım için onaylanan ilk melatonin reseptörü agonistidir. Bu çalışmanın amacı sıçanlarda endotoksin kaynaklı septik akciğer hasarı üzerine RAME'nin etkilerini belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Otuz iki dişi sıçan rastgele dört gruba ayrıldı (n=8). Sağlıklı grup intraperitoneal normal salin, grup sepsis intraperitoneal 10 mg/kg lipopolisakkarit (LPS), grup sepsis + RAME2 10 mg/kg LPS ile birlikte 2mg/kg RAME ve grup sepsis+RAME4 10 mg/kg LPS ile birlikte 4mg/kg RAME aldı kg. RAME, LPS uygulamasından 1 saat önce oral sonda ile uygulandı. LPS uygulamasından 12 saat sonra akciğer dokuları toplandı ve moleküler (tümör nekroz faktörü-α, nükleer faktör kappa-β ve interlökin 1-beta) ve histopatolojik (Harris Hematoxylin ve Eosin Y ile boyama) olarak incelendi.

BULGULAR: TNF-α, NF-κβ ve IL-1β seviyeleri, RAME uygulamasını takiben septik sıçanlarda doza bağlı olarak önemli ölçüde azaldı. RAME uygulaması, akciğer dokularında sepsise bağlı histopatolojik hasarı düzeltti.

TARTIŞMA ve SONUÇ: RAME endotoksin kaynaklı sepsiste inflamatuar yanıtı iyileştirdi. Bu bulgular, RAME'nin antiinflamatuar etkisi ile sepsis için alternatif koruyucu tedavi yöntemlerine katkıda bulunarak umut verici bir ajan olabileceğini düşündürmektedir.

INTRODUCTION: Sepsis is a life-threatening excessive systemic inflammatory reaction syndrome to infection that usually occurs in patients with bacteremia. The respiratory system is one of the structures most affected by acute organ damage. Melatonin plays an important role in regulating various physiological functions of the body, including antioxidant and anti-inflammatory. Ramelteon (RAME) is the first melatonin receptor agonist confirmed for clinical use. The goal of this study is to determine the effects of RAME on endotoxin-induced septic lung injury in rats.


METHODS: Thirty-two female rats were separated randomly into four groups (n=8). Group healthy received intraperitoneal normal saline, group sepsis received intraperitoneally 10 mg/kg lipopolysaccharide (LPS), group sepsis+RAME2 received 10 mg/kg LPS plus 2mg/kg RAME, and group sepsis+RAME4 received 10 mg/kg LPS plus 4mg/kg RAME. RAME was administered by oral gavage 1 hour before LPS administration. The lung tissues were collected 12 hours after LPS administration and investigated molecularly (qRT-PCR analyses of Tumor Necrosis Factor-α, nuclear factor kappa-β, and interleukin 1-beta mRNA expression) and histopathologically (staining with Harris Hematoxylin and Eosin Y).
RESULTS: TNF-α, NF-κβ, and IL-1β levels significantly decreased dose-dependent in the septic rats following RAME administration. RAME administration ameliorated histopathological injury in lung tissues due to sepsis.

DISCUSSION AND CONCLUSION: RAME ameliorated the inflammatory response in endotoxin-induced sepsis. These findings suggest that RAME can be a promising agent by contributing to alternative preventive treatment methods for sepsis with its anti-inflammatory effect.


10.Evaluation of Mean Platelet Volüme, Platelet Distribution Width And Red Cell Distribution Width İn Bipolar Disorder
Okan İmre
doi: 10.5505/vtd.2023.14227  Pages 184 - 192
GİRİŞ ve AMAÇ: Bipolar bozukluk(BB), mani ve depresyon dönemleriyle karakterize arada düzelmelerin olduğu kronik bir bozukluktur. Son zamanlarda BB’nin patofizyolojisinde inflamatuar sistem üzerinde durulmaktadır. Ortalama trombosit hacmi(MPV), trombosit dağılım genişliği(PDW) ve eritrosit dağılım genişliği(RDW) inflamasyon düzeyini ölçmek için önerilen, oldukça ucuz hematolojik biyobelirteçlerdir. Psikiyatri dışı hastalıklarda bu belirteçlerle ilgili çok sayıda çalışma yapıldığı halde, psikiyatrik hastalıklarda sınırlı sayıda araştırma vardır. Bu çalışmada BB' nin farklı dönemlerindeki MPV, PDW, RDW değerleri araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Retrospektif olan bu çalışmaya Üniversite Tıp Fakültesi psikiyatri kliniğinde 01.01.2017-01.01.2022 tarihleri arasında BB nedeniyle yatırılan ve dahil edilme kriterlerini karşılayan 108(76 manik, 32 depresif) hasta alındı. Aynı hastaların taburculuk sonrası ötimik dönemdeki verileri kaydedildi. BB’ nin farklı evrelerinde MPV, PDW, RDW değerleri, sağlıklı kontrol grubu ile kıyaslandı.
BULGULAR: Tedavi öncesi mani ve depresif dönemdeki BB’ de PDW değerleri sağlıklı kontrol grubundan daha düşük bulundu(medyan; 15.30, 15.50, 16.20, p<0.001). Aynı hasta gruplarının tedavi sonrası ötimik dönemlerindeki PDW değerleri de, sağlıklı kontrol grubundan daha düşük bulundu (medyan; 15.65, 15.40, 16.20, p<0.001). BB manik dönem hastaları, tedavi sonrası ötimik döneme girdiğinde PDW değerlerinde yükselme görüldü(z= -2,107; p=0,035). BB depresif dönem hastaları, tedavi sonrası ötimik döneme girdiğinde RDW değerlerinde yükselme görüldü(z= -2,294; p=0,022).
TARTIŞMA ve SONUÇ: BB tüm dönemlerinde PDW düşüklüğü, PDW’ nin bir özellik biyobelirteci olabileceğini düşündürmektedir. BB manik dönemden tedavi sonrası ötimik döneme girdiğinde PDW değerlerinde yükselme görülmesi, PDW yüksekliğinin, ötimik dönem için bir durum belirteci olabileceğini düşündürmektedir. BB depresif dönemin tedavisinden sonra PDW düşüklüğünün devam etmesi ve RDW değerinin yükselmesi, depresyon düzeldikten sonra devam eden bazı eşik altı şikayetlerle ilişkili olabilir.
INTRODUCTION: The inflammatory system has recently received attention in the pathophysiology of Bipolar disorder(BD). Mean platelet volume(MPV), platelet distribution width(PDW), and red cell distribution width(RDW) are low-cost hematological biomarkers used to assess the level of inflammation. MPV, PDW, and RDW values in different BD periods were investigated in this study.
METHODS: This retrospective study included 108 BD patients(76 manic and 32 depressive) who were hospitalized in the psychiatry clinic of the Faculty of Medicine. MPV, PDW and RDW values at various stages of BP were compared with the healthy control group.

RESULTS: Before treatment, PDW values in BD in mania and depression were lower than in the healthy control group(medians: 15.30, 15.50, and 16.20,p<0.001). The PDW values of the same patient groups were found to be lower than those of the healthy control group in the euthymic periods after treatment(medians: 15.65, 15.40, and 16.20, p<0.001). When bipolar manic patients entered the euthymic period after treatment, their PDW values increased(z=-2.107;p=0.035). When bipolar depressive patients entered the euthymic period after treatment, their RDW values increased (z =-2.294;p=0.022).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The Presence of low PDW in all stages of BP suggests that it may be a trait biomarker. The increase in PDW values when BD transitions from the manic to the euthymic period following treatment suggests that it may be a status indicator of the euthymic period. The persistence of low PDW and increased RDW values following treatment of the BD depressive episode may be related to some sub-threshold complaints that persist after the depression has been resolved.

11.Comparison of the Early Results of Preterm Infants who Underwent the Surgical Ligation of Patent Ductus Arteriosus with two Different Surgical Approaches
Fatih Özdemir, Onur Doyurgan, Handan Bezirganoğlu, Mehmet Dedemoğlu, Serhat Bahadır Genç, Osman Uzundere, Murat Sürücü, Bedri Aldudak
doi: 10.5505/vtd.2023.22556  Pages 193 - 199
GİRİŞ ve AMAÇ: Patent duktus arteriozus (PDA), prematür infantlarda en sık görülen doğumsal kalp hastalığıdır. Cerrahi ligasyon, özellikle düşük doğum ağırlıklı hastalarda hala altın standart tekniktir. Cerrahi travmayı ve olası komplikasyonları azaltmak için anterior mini torakotomi (AMT) tekniği tanımlanmıştır. Ancak konvansiyonel lateral torakotomi (LT) günümüzde hala daha fazla merkez tarafından tercih edilmektedir. Çalışmamızda yeni kurulan bir merkezde iki farklı cerrahi teknikle PDA ligasyonu uygulanan prematüre infantların erken dönem sonuçlarını karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2018 ve Şubat 2020 tarihleri arasında cerrahi PDA ligasyonu uygulanan toplam 26 prematür infant (12 erkek, 14 kadın; ameliyatta medyan gebelik yaşı 32 hafta [IQR: 29-37]) retrospektif olarak incelendi. 15 hastaya sol anterior mini torakotomi ve 11 hastaya sol lateral torakotomi yaklaşımı ile PDA ligasyonu yapıldı. İki grubun erken dönem sonuçları karşılaştırıldı.
BULGULAR: Operasyondaki medyan ağırlık AMT grubunda 1000 gr. (IQR: 720-1200) ve LT grubunda 1200 gr. (IQR: 1000 – 2800) idi. Ameliyat ağırlığı arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p: 0.03). AMT grubunun ameliyat süresi istatistiksel olarak anlamlı olarak daha kısa bulundu. (p: 0,03)
TARTIŞMA ve SONUÇ: Anterior mini torakotomi tekniği, düşük ağırlıklı prematüre bebeklerde en az lateral torakotomi tekniği kadar etkin cerrahi kapama sağlar. Serimizin sonuçlarına bakılarak özellikle çok düşük ve aşırı düşük kilolu prematür infantlarda anterior mini-torakotomi tekniğinin öncelikli olarak tercih edilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Patent ductus arteriosus (PDA) is the most common congenital heart disease in preterm infants. Surgical ligation is still the gold standard technique, especially in low birth weight patients. To reduce surgical trauma and possible complications, the anterior mini-thoracotomy (AMT) technique has been defined. However, conventional lateral thoracotomy (LT) is still the method preferred by many centers today. In our study, we aimed to compare the early results of preterm infants who underwent PDA ligation with two different surgical techniques in a newly established center.
METHODS: A total of 26 patients (12 males, 14 females; median gestational age at surgery 32 weeks [IQR: 29-37]) who underwent surgical PDA ligation in preterm infants between January 2018 and February 2020 were retrospectively analyzed. PDA closure was performed through the left anterior mini-thoracotomy approach in 15 of the patients and left lateral thoracotomy in 11 patients. The early outcomes of the two groups were compared.
RESULTS: The median weight at operation was 1000 gr. (IQR: 720-1200) in AMT group and 1200 gr. (IQR: 1000 – 2800) in the LT group. The difference between weights at operation was found statistically significant (p: 0.03). The operation time of the AMT group was found to be statistically significantly shorter. (p: 0.03)
DISCUSSION AND CONCLUSION: Anterior mini-thoracotomy technique provides an effective surgical closure in the low-weight preterm infant at least lateral thoracotomy technique. Based on the results of our series and our opinion, it should be considered the first choice surgical method, especially in very low and extremely low-weight preterm infants.

12.Investigation of the Interobserver Variability of the Prostate Imaging for Recurrence Reporting (PI-RR) Score in Evaluating Local Recurrence in Prostate Cancer After Radiotherapy: Are Tumor Size and Prostate-specific Antigen Important?
Hüseyin Akkaya, Ali Can Topaloğlu, Nedim İZGİ, Gökhan Soker, Feryal Karaca, Bozkurt Gülek
doi: 10.5505/vtd.2023.79446  Pages 200 - 208
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmanın amacı radyoterapi almış prostat kanserli hastalarda nüksü değerlendirmek için yeni geliştirilen Nüks Raporlama için Prostat Görüntüleme (PI-RR)’in gözlemciler arası değişkenliğini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Ocak 2018- Kasım 2022 tarihleri arasında lokal nüks şüphesi nedeniyle multiparametrik manyetik rezonans görüntüleme (mpMRG) tetkiki çalışılan 81 hasta retrospektif olarak incelendi. Tüm mpMRG görüntüleri 3 radyolog tarafından bağımsız olarak incelendi; gözlemciler klinik ve patolojik verilere ( birincil tümör konumu dahil) karşı kör değildi. Gözlemciler arası uyumun prostat spesifik antijen (PSA) değeri 0,5 ve 0,6 (µg/L) olduğunda ve tümör şüphesi olan dokunun boyutunun 1 cm ve 1,5 cm olduğunda gözlemciler arası uyumu arttırıp arttırmadığına bakıldı.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 68,3±6,6 yıl idi. PSA ortalaması 2,32 ± 2,95 (µg/L); boyut ortalamasının ise 1,23 ± 0,77 (cm) olduğu saptandı. Altın standart ile gözlemci 1, gözlemci 2 ve gözlemci 3 arasında çok yüksek düzeyde bir uyumluluk olduğu gözlendi (sırasıyla κ: 0,921; κ: 0,873; κ: 0,825). Hastaların PSA değeri 0,5 (µg/L) üstü olanlarda olgular değerlendirildiğinde; hem altın standart ile gözlemciler arası uyumun ve hem de gözlemciler arası uyumun da arttığı izlendi. Hastaların tümör boyutu 1 cm üstü olduğunda; altın standart ile gözlemciler arasında çok yüksek düzeyde bir uyumluluk olduğu tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: PI-RR’ın nüks dokusunu saptama oranı ve gözlemciler arasındaki uyum PSA seviyesiyle ve özellikle de nüks dokusunun boyutu ile bağlantılı idi.
INTRODUCTION: The aim of the study was to investigate the interobserver variability of the newly developed Prostate Imaging for Relapse Reporting (PI-RR) to assess recurrence in patients with prostate cancer who received radiotherapy.
METHODS: A total of 81 patients who underwent multiparametric magnetic resonance imaging (mpMRI) examination between January 2018 and November 2022 due to the suspicion of local recurrence were retrospectively evaluated. All the mpMRI images were independently reviewed by three radiologists. None of the observers were blinded to clinical and pathological data (including primary tumor location). It was examined whether interobserver agreement increased according to the prostate-specific antigen (PSA) cut-off value being taken as 0,5 or 0,6 (µg/L) and the size of the tissue with tumor suspicion being greater than 1 cm or 1,5 cm.
RESULTS: The mean age of the patients was 68,3 ± 6,6 years. The mean PSA was 2,32 ± 2,95 (µg/L), and the mean tumor size was 1,23 ± 0,77 (cm). A very high level of agreement was detected between the gold standard and observers 1, 2, and 3 (κ: 0,921 / 0,873 / 0,825, respectively). The agreement between the observers and the gold standard was also increased in the evaluation of patients with a PSA value above 0,5 (µg/L). Furthermore, patients with a tumor size greater than 1 cm had a very high level of agreement between the gold standard and the observers.
DISCUSSION AND CONCLUSION: PI-RR detection rate of relapse tissue and interobserver agreement were correlated with PSA level and size of relapse tissue.

CASE REPORT
13.A Rare Case Report: MOGAD with Optic Neuritis- without Spinal İnvolvement
Canan Akünal Türel, Sıddıka Halicioğlu
doi: 10.5505/vtd.2023.80664  Pages 209 - 212
MOGAD (Myelin Oligodendrocyte Glycoprotein Antibody Disease), oligodendrositlerin yüzeylerinde bulunan miyelin oligodendrosit glikoproteinine (MOG) karşı oluşan antikor ve onun verdiği hasardan kaynaklanır. MOGAD ve NöroMiyelitis Optica Spektrum Disorders (NMOSD), sıklıkla optik sinirler ve omuriliğin birlikte tutulumu ile görülen merkezi sinir sisteminin çok nadir otoimmün inflamatuar demiyelinizan hastalıklarıdır. MOGAD, benzer olabilecek klinik tabloları ve alışılmış ataklarla seyretme özelliğinden dolayı toplumda daha sık görülen Multipl Skleroz (MS) veya NMOSD ile karıştırılabilir. Bu üç hastalığın her ne kadar klinik seyirleri benzer olsa da tanı ve tedavileri farklı olduğundan; tanı karışıklığı oluşmaması, hastaların diğer hastalıklarla ayırıcı tanısının yapılması ve tedavi için zaman kaybetmemesi, oluşabilecek disabilite ve engelliliğin önlenmesi açısından önemlidir. Ayrıca, Optik Nörit, optik sinirin inflamatuar hastalığıdır ve Multiple Skleroz hastalarında çok sık görülmekte, çoğu zaman da hastalığın ilk klinik prezentasyonu olabilmektedir. Ancak çok nadir görülen diğer demiyelinizan hastalıklarda ilk ve erken bulgu olması tanı karışıklığı oluşturabilmektedir. Biz bu yazımızda, aydınlatılmış hasta onamı alınan, farklı zamanlarda bilateral optik nörit atağı geçiren, 51 yaş bayan hasta özelinde optik nörit, demiyelinizan hastalıklar ve ayırıcı tanının önemini literatür eşliğinde sunmak istedik.
MOGAD (Myelin Oligodendrocyte Glycoprotein Antibody Disease) is caused by antibodies against the myelin oligodendrocyte glycoprotein (MOG) found on the surfaces of oligodendrocytes and its damage. MOGAD and Neuromyelitis Optica Spectrum Disorders (NMOSD) are very rare autoimmune inflammatory demyelinating diseases of the central nervous system that are often seen with joint involvement of the optic nerves and spinal cord. MOGAD can be confused with Multiple Sclerosis (MS) or NMOSD, which are more common in the community, due to its clinical presentations that may be similar and its characteristic to progress with habitual attacks. Although the clinical course of these three diseases is similar, their diagnosis and treatment are different; It is important to avoid diagnostic confusion, to make differential diagnosis of patients with other diseases and not to waste time for treatment, to prevent possible disability and disability. In addition, Optic Neuritis is an inflammatory disease of the optic nerve and is very common in patients with Multiple Sclerosis, and it can often be the first clinical presentation of the disease. However, being the first and early finding in other very rare demyelinating diseases can cause diagnostic confusion. In this article, we wanted to present the importance of optic neuritis, demyelinating diseases and differential diagnosis in a İnformed consent of the patient was obtained, 51-years-old female patient who had bilateral optic neuritis attacks at different times, in the light of the literature.

14.Extramedullary Anaplastic Plasmacytoma of the Bladder: A Case Report and Current Literature Review
Özgür Ekici, Abdullah Gul, Sinan Avci, Vildan Gursoy, Melike Nalbant
doi: 10.5505/vtd.2023.33678  Pages 213 - 216
Ekstrameduller plazmasitoma (EMP), primer tümör olarak ya da multipl myelom (MM)’un bir parçası olarak herhangi bir organda bulunabilir. Daha çok baş-boyun bölgesi, üst solunum yolları ve gastrointestinal sistemi tutar. EMP’nın nadir görüldüğü organlardan biri de mesanedir. Bizim sunduğumuz olguda, MM hikayesi olan bir hastada kemik iliği transplantasyonu sonrası, kemik iliği tutulumu olmaksızın kemik ve mesanede plazmasitomalar şeklinde nüks gelişmiştir. Bu nüks, plazmasitomanın nadir bir varyantı olan anaplastik plazmasitoma (AP) olarak rapor edilmiştir. Tedaviye kötü yanıt veren bu subtipin, immunohistokimyasal olarak çok benzer olan plazmablastik lenfoma (PBL) ile ayırıcı tanısının yapılması önemlidir. Bu ayrım çoğu zaman klinik olarak yapılmaktadır. Olguda, HIV ve EBV yokluğu ve MM anamnezi olması nedeniyle mesane patolojik tanısı AP olarak kabul edilmiştir. Kemoterapiye kötü yanıt veren hastaya immunoterapi başlanmış olup, buna rağmen mesanedeki kitle nüksetmiştir. Sunduğumuz olgu, AP’nin, alışılmışın dışında mesanede prezente olması ve agresif özelliğini göstermesi açısından önem arz etmektedir.
Extramedullary plasmacytoma (EMP) can be found in any organ as a primary tumor or as part of multiple myeloma (MM). It mostly affects the head and neck region, upper respiratory tract and gastrointestinal tract. Bladder is one of the organs in which EMP is rarely seen. In this case, we reported a patient with a history of MM developed recurrence in the form of plasmacytomas in the bone and the bladder without bone marrow involvement after bone marrow transplantation. This recurrence has been reported as anaplastic plasmacytoma (AP) which is a rare variant of plasmacytoma. It is important to make a differential diagnosis of this subtype, which is very similar immunohistochemically with plasmablastic lymphoma (PBL) and responds poorly to treatment. This distinction is often made clinically. In this case, the pathological diagnosis of tumor in the urinary bladder was accepted as AP due to the absence of HIV and EBV infections and the presence of MM history. Immunotherapy was started for the patient who responded poorly to chemotherapy, but the recurrence of mass in the bladder was observed. Our case report is important in terms of its rare presentation in the bladder and aggressive character.

INVITED REVIEW
15.Current Molecular Genetic Developments in Forensic DNA Analysis
Esra Tekcan, Şengül Tural
doi: 10.5505/vtd.2023.30633  Pages 217 - 222
Adli biyolojik delillerden elde edilen DNA analizi olayla ilişkili failin belirlenmesinde güçlü kanıtlar sağlamaktadır. Kısa ardışık tekrar bölgelerindeki (STR) tekrar sayısının kişiler arası farklılık göstermesi ve bu bölgedelerdeki mutasyon oranının az olması donörün kimliklendirilmesinde STR’leri genetik markır olarak tercih edilir hale getirmiştir. Fakat adli biyolojik materyaldeki DNA miktarının çok düşük olması ya da DNA’nın analize izin vermeyecek derecede bozulması, adli genetik yöntemlerde sıklıkla kullanılan kısa ardışık tekrar bölgelerinin belirlenememesine neden olabilir. Şüpheli bir durumda, STR profili ile bir eşleşme olmadığında, numunenin donörünün belirlenmesine yardımcı olabilecek herhangi bir bilgi çok değerli olacaktır. Bu nedenle adli genetikte, analizi güç olan biyolojik örneklerin ait olduğu kimliğin teşhis edilmesinde, adli DNA fenotipleme ile donörün yaşı, saç ve göz rengi gibi fiziksel görünümü hakkında ek bilgilerin çıkarılmasında, ayrıca vücut sıvısı ve doku tipi tayini için mRNA ve miRNA analizlerini içeren, genetik ve epigenetik alanda yeni güncel moleküler metodlar gelişmeye başlamıştır. Bu derlemede, STR’lerin ve diğer markırların analizine büyük ölçüde masif paralel dizilemenin (massivelly parallel sequencing, MPS) uygulanması, birden fazla kişiye ait genetik materyal içeren karışım DNA profillerinin yorumlanmasındaki gelişmeler, vücut sıvılarının tanımlanması için RNA profillerinin belirlenmesi ve metilasyon profillerinin incelenmesi gibi epigenetik yöntemlerin de dahil edilmesiyle ilgili fenotipin belirlenmesinde, analiz potansiyelinin en üst seviyeye çıkarılması için bu alandaki son gelişmeler gözden geçirilmiştir.
DNA analysis obtained from forensic biological evidence provides strong evidence in identifying the perpetrator associated with the incident. The interindividual difference in the number of STR regions and the low mutation rate in these regions have made STRs preferred as genetic markers for donor identification. However, if amount of DNA in the forensic biological material is too low or the DNA is corrupted to such an extent that it doesn't allow analysis, short tandem repeat regions, which are frequently used in forensic genetic methods, cannot be determined. In the case of doubt, when there is no match to the STR profile, any information that can assist in identifying the sample's donor would be invaluable. Therefore, in the forensic genetics, in the diagnosis of identity of biological samples that are difficult to analyze, determining the additional information about the physical appearence of the donor such as age, hair and eyes colours with forensic DNA phenotyping, also such as body fluid and tissue type determination with mRNA and miRNA analyses, new current molecular methods have started to develop in the genetic and epigenetic field. In this review, for analysis of STRs and other markers we review recent advances in this field to maximize the analysis potential in identifying the phenotype of interest, largely through the application of MSP, developments in the interpretation of mixture DNA profiles containing genetic material of more than one person, RNA profiling for body fluid identification, and inclusion of epigenetic methods such as examination of methylation profiles.

16.The Invisible Face of the Iceberg: The Psychosocial Effect of the Covid-19 Pandemic Process in Children
Halil İbrahim Taşdemir, Emine Efe
doi: 10.5505/vtd.2023.54533  Pages 223 - 229
Giriş: Pandeminin yayılması ile birlikte artışın durdurulması adına uzaktan eğitim sistemi, çocuk kreşleri ve gündüz bakım evlerinin belirsiz süreli kapatılması, belli yaş gruplarındaki bireylerin evden çıkışların yasaklanması gibi yaptırımlar uygulanmıştır. Hayatın normal seyrinden farklı olarak meydana gelen bu değişimler özellikle çocuklar için bir takım psikososyal etkilere sebep olmaktadır. Amaç-Yöntem: Bu derleme güncel literatürün detaylı olarak incelenmesi ile pandeminin çocuk ve gençler üzerindeki psikososyal etkisini geniş bir çerçevede tartışmayı amaçlamaktadır. Sonuçlar: COVID-19 pandemisi çocukluk döneminin her yaş grubunu belirli düzeyde etkilediği görülmüştür. Literatürde çocuk yaş grubunun hastalığa yakalanma ve zarar görme ihtimallerinin yetişkin gruba göre düşük olduğu bildirilse de psikososyal boyutta en az yetişkinler kadar zarar gördükleri görülmektedir. Çocukların psikososyal iyilik halleri, mevcut pandemiye benzer şiddetli salgın olaylar durumunda desteklenmesi gereken en öncelikli grup olmalıdır.
Introduction: In order to stop the increase with the spread of the pandemic, sanctions such as the indefinite closure of the distance education system, children's nurseries and daycare homes, and the prohibition of individuals in certain age groups from leaving the house have been implemented. These changes, which are different from the normal course of life, cause some psychosocial effects, especially for children. Aim-Method: This review aims to discuss the psychosocial impact of the pandemic on children and youth in a broader framework by examining the current literature in detail. Conclusion: It has been observed that the childhood of the COVID-19 pandemic affects every age group to a certain extent. Although it is reported in the literature that the probability of catching the disease and being harmed by the child age group is lower than the adult group, it is seen that they suffer at least as much harm as adults in the psychosocial dimension. The psychosocial well-being of children should be the top priority to be supported in the event of severe epidemics similar to the current pandemic.

LookUs & Online Makale