E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 27 (3)
Volume: 27  Issue: 3 - 2020
1.Cover

Pages I - II

ORIGINAL ARTICLE
2.Evaluation of Internship Feedback (A Quantitative Study)
MEHMET EMIN LAYIK, duygu korkmaz
doi: 10.5505/vtd.2020.92053  Pages 246 - 254
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada; Tıp Fakültesi Dönem 6 öğrencilerine, intörn hekimlik dönemi stajları için uygulanan geri bildirim anketlerini değerlendirmek ve intörn hekimlik programının gelişimine katkı sağlamak amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmanın örneklemini 2017-18 Eğitim Öğretim yılında Dönem 6 ya devam eden öğrenci grubu oluşturmaktadır. Toplam 12 sorudan oluşan anket öğrencilere dağıtılıp kendilerinden belirtilen sorulara; “kesinlikle katılıyorum” “katılıyorum” “kararsızım” katılmıyorum” ve “kesinlikle katılmıyorum” seçenekleri arasında puan vererek (Likert Ölçeği) değerlendirme yapmaları istenmiştir. Dağıtılan anket toplam 72 öğrenciden geri alınmıştır.
BULGULAR: Tıp Eğitimi içerisinde önemli yer kaplayan bölümlerden olan Kadın Hastalıkları ve Doğum, İç Hastalıkları, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ve Kardiyoloji eğitimlerine dair olumsuz yönde geri bildirimler alınmıştır. Ancak mezun olup pratisyen hekim olduklarında en çok karşılaşacakları; Aile Hekimliği, Acil ve Adli Hekimlik pratiklerinde ise tüm sorularda olumlu geri dönüşler alınmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tanımlayıcı istatistikler ve grafiklerden elde edilen sonuçlara göre intörn hekim görüşlerinin eğitim programı türüne göre farklı olduğu görülmüştür. Tıp eğitiminde hem teorik hem de pratik uygulama olarak önemli yer kaplayan branşlar eğitim içerikleri ve fiziki şartlar açısından tekrar gözden geçirilmelidir. Programların yeniden tasarlanması sürecinde elde edilen bulgular önemlidir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to evaluate the feedback questionnaires applied to the internship of Faculty of Medicine students and to contribute to the development of the intern medicine program.
METHODS: The sample of the study consists of the students who continue to the sixth term in 2017-18 Academic Year. The questionnaire consisting of 12 questions was distributed to the students. “Strongly agree” “agree” “undecided” “disagree ”and“ strongly disagree ” were asked to make a rating (Likert’s Scale). The feedback was received from total of 72 students and was applied Correspondence Analysis.
RESULTS: Negative feedback was received on Gynecology and Obstetrics, Internal Medicine, Pediatrics and Cardiology, which occupy an important place in Medical Education. However, when they graduate and become a general practitioner, they most encounter: about practice of Family Medicine, Emergency and Forensic Medicine, was received positive feedback on all questions.
DISCUSSION AND CONCLUSION: According to the results obtained from descriptive statistics and graphs, it was seen that pre-physician views were different according to the type of training program. Branches that occupy an important place both in theoretical and practical applications in medical education should be reviewed in terms of educational contents and physical conditions. Moreover, in the most common branches in the field, contribution should be made to the continuity of the training with the feedbacks.

3.Investigation of the relationship between periodontal health and self-confidence
Nazlı Zeynep Alpaslan Yaylı, Elif Töre Sari
doi: 10.5505/vtd.2020.70104  Pages 255 - 262
GİRİŞ ve AMAÇ: Periodontal hastalıklar birçok kolaylaştırıcı faktöre bağlı olarak gelişebilmektedir. En önemlisi ise bireylerin oral hijyenlerindeki yetersizliktir. Periodontal hastalıkların yalnızca ağız boşluğu ile değil, sistemik durumlar ve psikososyal özellikler ile de ilişkili olabileceği belirtilmektedir. Bu çalışmada bireylerin periodontal sağlığı ile özgüven düzeyleri arasındaki ilişkinin çeşitli klinik parametreler açısından araştırılması amaçlanmıştır. Ayrıca bireylerin gülüş estetik indeksi (GEİ) skoru da değerlendirilmiş ve incelenen parametrelerle ilişkilendirilmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırma, Periodontoloji kliniğine rutin dişeti tedavisi için başvuran, gönüllü ve yaşları 18-65 arasında değişen 126 birey üzerinde yürütülmüştür. Katılımcıların her birine, içsel özgüven ve dışsal özgüven olmak üzere 2 alt kategoriden oluşan 33 maddelik özgüven ölçeği uygulanmıştır. Bireylerin gingival indeks, plak indeksi ve sondlanan cep derinliğini içeren rutin periodontal parametreleri ve GEİ skoru kayıt altına alınmıştır. Verilerin istatistiksel analizinde tek yönlü varyans analizi ve Ki-kare testi kullanılmıştır.
BULGULAR: Katılımcıların %60,3’ü 18-30 yaş aralığında olup, %45,2’si üniversite ve/veya üzeri eğitim seviyesine sahiptir. Periodontal parametre değerleri ve özgüven skorları arasındaki korelasyonlarda ve GEİ değeri ile özgüven skorları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmemiştir (P > 0,05). GEİ skoru gingivitis teşhis edilenlerde, periodontitis’e oranla istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksektir (p = 0,005). Erkek katılımcıların dışsal özgüven skorunun kadın katılımcılara göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek olduğu tespit edilmiştir (P < 0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmanın sonuçları periodontal sağlığı gösteren parametreler ile özgüven skorları arasında olası bir pozitif ilişkiyi doğrulamamıştır. Bu durumun katılımcıların çoğunluğunun genç ve eğitim düzeyi yüksek bireylerden oluşmasına bağlı geliştiği düşünülmektedir. Örneklem büyüklüğünün artırıldığı daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
INTRODUCTION: Periodontal diseases may develop due to many facilitating factors. The most important is the inadequate oral hygiene. It is stated that periodontal diseases may be associated not only with oral cavity but also with systemic conditions and psychosocial characteristics. The aim of this study was to investigate the relationship between individuals’ periodontal health and self-confidence levels in terms of various clinical parameters. In addition, smile aesthetic index (SAI) scores were evaluated and correlated with the parameters examined.
METHODS: The study was conducted on 126 volunteer individuals that aged between 18-65 years, who were referred to the Periodontology clinic for routine gingival treatment. Each participant was administered 33-item self-confidence scale consisting of 2 sub-categories: internal and external self-confidence. Routine periodontal parameters including the gingival index, plaque index and probing depth and SAI score were recorded. One-way ANOVA and Chi-square test were used for statistical analysis.
RESULTS: 60.3% of the participants were between the ages of 18-30 and 45.2% had university or higher education. There was no statistically significant difference both between periodontal parameter and self-confidence scores and between SAI and self-confidence scores (P > 0.05). SAI score was significantly higher in patients with gingivitis compared to periodontitis (p=0.005). External self-confidence score of males was found to be significantly higher than females (P < 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The results of this study didn’t confirm a positive correlation between parameters showing periodontal health and self-confidence scores. This situation can be related with majority of the participants are young and highly educated. More comprehensive studies with increased sample size are needed.

4.Are computerized tomography scans being ordered more than necessary?
Ali Mahir Gündüz, Nurşen Toprak
doi: 10.5505/vtd.2020.32098  Pages 263 - 266
GİRİŞ ve AMAÇ: Bilgisayarlı tomografi (BT), tüm hastane başvurularında en sık kullanılan tanısal görüntüleme yöntemlerinden biridir. BT kullanım sıklığı ilk kullanılmaya başlandığı yıllardan beri hızla artmaktadır. Artan BT incelemeleri X ışınından dolayı, öncelikle hastalar, sonrasında bu hizmeti sunan sağlık personelleri için endişe oluşturmaktadır. Bu çalışmada hastanemizde yapılan tüm BT incelemelerinin sayısını ve dağılımını belirleyerek klinik gereklilik dışındaki BT istemlerini önlemeyi ve toplumun maruz kaldığı X-ışını dozunu azaltmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 1 Ocak 2013 ve 31 Aralık 2019 tarihleri arasında hastanemizde yapılan BT incelemelerinin sayısı belirlenerek bölümlere göre dağılımı yapılmış ve hasta sayılarıyla karşılaştırılmıştır.
BULGULAR: Acil servise başvuran hasta sayısı hastaneye başvuran toplam hasta sayısının %30.90’ı iken, acil servis kaynaklı BT sayısı, toplam BT sayısının %35.92’sidir. Hastaneye başvuran toplam hasta sayısının %5.05’ine BT çekilirken, acil servise gelen hastaların % 5.88’ine BT çekilmiştir. BT sayılarındaki değişiklikler istatiksel olarak anlamlıdır (p<0.005).
TARTIŞMA ve SONUÇ: BT sayılarındaki değişiklikler istatiksel olarak anlamlı olsada oransal olarak yıllara göre devamlı bir artış olmadığından klinik olarak anlamlı bulunmadı. Bu olumlu sonucu almış olduğumuz tedbirlere bağlamaktayız.
INTRODUCTION: Computerized tomography (CT) is one of the most common diagnostic imaging methods used in all hospital admissions. The frequency of ordering CT scans has been rapidly increasing since its first use. Due to the X-rays, increased CT scans has been a concerns primarily for patients, and then for healthcare professionals who offer this service. In this study we aim to by determining the number and distribution of all CT scans performed in our hospital prevent the CT demands other than clinical necessity and to decrease the X-ray dose that the society is exposed to.
METHODS: Between January 1, 2013 and December 31, 2019, the number of CT scans performed in our hospital was determined according to the departments and compared with the number of patients.
RESULTS: While the number of patients admitted to the emergency room (ER) is 30.90% of the total number of patients, the number of CTs performed in ER was 35.92% of the total number of CTs. CT scan was performed in 5.05% of the total number of patients who admitted to the hospital and this figure was 5.88% in ER patients. Changes in the number of CT scans are statistically significant (p<0.005).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Even though the changes in CT scan numbers were statistically significant, the results were not found to be clinically significant as there was no proportionally increasing demand according to the years. We link this positive result to the measures we have taken.

5.Retrospective Evaluation Of Percutaneous Treated Liver Cyst Hydatic Cases
Muhammed Akif Deniz, Zelal Taş Deniz, Salih Hattapoğlu, Mehmet Güli Çetinçakmak
doi: 10.5505/vtd.2020.48991  Pages 267 - 273
GİRİŞ ve AMAÇ: Amacımız perkütan tedavi edilen karaciğer kist hidatik olgularını değerlendirmek, tedavi etkinliğini, komplikasyon oranını ve tedaviye yanıt vermemiş hastalarda başarısızlık nedenlerini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız retrospektif bir çalışma olup girişimsel radyoloji birimimizde Ocak 2012- Kasım 2018 tarihleri arasında perkütan tedavi uygulanmış ve tedavi sonrası takibi kendi kliniğimizce yapılmış hastalar çalışmaya dahil edilmiştir.
Hastalar yaş, cinsiyet, karaciğerde kistin yerleşim lokalizasyonu, işlem yapılan kist sayısı, kist tipleri ve kist boyutu açısından değerlendirilmiştir. Başarısız işlem kriterlerimiz; septasyon-kalsifikasyon izlenmeksizin kist boyutunda artış, kist evresinde değişiklik olmaması, ekstravazasyon ve nüks varlığıdır.


BULGULAR: Çalışmamızda yaş aralığı 4-72 arasında değişen 38’i (%36,5) erkek, 66’sı (%63,5) kadın olmak üzere toplam 104 hastaya 119 işlem yapılmıştır. Perkütan tedavi yapılan kistlerin boyutları 4-16 cm arası olup ortalama çap 7,8 cm idi. Kistlerin 92’si (%77) tip 1, 25’i (%21) tip 2 ve 2’si (%1,6) tip 3 kist hidatik ile uyumluydu. Yapılan 101 işlem (%85) başarılı olup; 18 işlem (%15) başarılı olmadı. Başarılı olmayan işlemlerin 5’inde (%28) safra kaçağı, 2’sinde (%11) ekstravazasyon, 3’ünde (%17) yetersiz medikal tedavi ve 8’inde (% 44) nüks mevcuttu.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Kist hidatik olgularında perkütan tedavi aynı seansta birden çok kiste uygulanabilen, komplikasyon oranı düşük oldukça etkili bir yöntemdir.
INTRODUCTION: Our aim was to evaluate percutaneous treatment of hydatid cyst cases of liver and to evaluate the efficacy, complication rate of percutaneous treatment and the reasons for failure in patients who did not respond to treatment.
METHODS: Our study is a retrospective study and percutaneous treatment of hydatid cyst cases of liver was performed in our interventional radiology unit between January 2012 and November 2018 and the patients who were followed up by our clinic were included in the study.
Patients were evaluated in terms of age, sex, localization of the cyst in the liver, number of cysts treated, cyst types and cyst size. Our unsuccessful treatment criteria are; increased cyst size without septation-calcification, no change in cyst stage, extravasation and recurrence.


RESULTS: In our study, a total of 119 percutaneous treatment was applied to 104 patients [38 (36.5%) males and 66 (63.5%) females]. The percutaneous cysts were 4-16 cm in diameter and the average diameter was 7.8 cm. Ninety two (77%) cysts were compatible with type 1, 25 (21%) type 2 and 2 (1.6%) type 3 cyst hydatid.
One hundred one treatment (85%) were successful; 18 treatment (15%) were not successful. Five (28%) of the unsuccessful treatment had cystobiliary fistulization, 2 (11%) had extravasation, 3 (17%) had inadequate medical treatment and 8 (44%) had recurrence.


DISCUSSION AND CONCLUSION: Percutaneous treatment in hydatid cyst is a highly effective method because of can be applied in more than one cyst in the same session and low complication rate.

6.A retrospective analysis of 32 women with erosive vulval lichen planus and an assessment of cervical cancer screening results
Şükrü Yıldız, Levent Yaşar
doi: 10.5505/vtd.2020.49932  Pages 274 - 280
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmanın amacı eroziv vulval liken planus (LP) tanılı hastaların klinik özelliklerini ve servikal insan papilloma virüsü (HPV) enfeksiyonu ile birlikteliğini servikal HPV test sonuçları ile analiz etmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 32 eroziv vulval LP tanılı hastanın klinik dataları ve sonuçları Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesinde, Ocak 2017 ve Ağustos 2019 tarihleri arasında retrospektif olarak analiz edildi.
BULGULAR: Vulval LP hastalarında ortalama yaş 57.5± 6.3 oalarak saptandı. Yapılan hasta muayenelerinde mukozal tutulum sadece vulvada 12%; 4 hasta); vulva, vajen ve oaral kavitede (18%; 6 hasta); vulva ve vajende (12%; 4 hasta); vulva ve oral kavitede (12%; 4 hasta) olarak değerlendirildi. 2 hastada sadece HPV 16 genotipi, 1 hastada HPV 11 ve 40 genotipi, ve 1 hastada HPV 58 genotipi saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Jinekolojik değerlendirme tüm vulval LP hastaları için gerekmektedir. Çalışmamızda sadece 4 hastada HPV test pozitifliği saptanmış olmasına rağmen, vulval LP hastalarında uygulanan steroid tedavisinin HPV enfeksiyonunun üzerinde etkileri olabileceğini vurgulamaktayız. Bununla birlikte, toplum temelli daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: The aim of this study was to analyze the clinical features of erosive vulval lichen planus (LP) and their coexistence with human papilloma virus (HPV) infection via cervical HPV test results.
METHODS: The clinical data and results of HPV tests in the medical records of 32 erosive vulval LP patients at Bakırköy Dr. Sadi Konuk Teaching and Research hospital from January 2017 to August 2019 were analyzed retrospectively.
RESULTS: The mean age of vulval LP patients was 57.5± 6.3 years. On examination, the sites of mucosal involvement in vulval LP were the vulva only (56%; 18 patients); vulva, vagina and oral cavity (18%; 6 patients); the vulva and vagina (12%; 4 patients); and vulva and oral cavity (12%; 4 patients). Two patients had only the HPV 16 genotype, one patient had the HPV 11 and 40 genotypes and one patient had the HPV 58 genotype.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Gynecological evaluation was required for all vulval LP patients. Although only four patients had positive HPV test results in our study, we emphasize that the treatment process of vulval LP may have an effect on HPV infection. Nevertheless, further community-based studies are needed.

7.Effect of Thermal Aging on Shear Bond Strength of Self Adhesive Resin Cements to Different CAD/CAM Ceramics
MEHMET UĞUR, idris kavut, Özgür Ozan Tanrıkut, Murat Mert Akbal
doi: 10.5505/vtd.2020.95676  Pages 281 - 286
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı kısa dönem termal yaşlandırma işleminin self adeziv rezin simanların feldspatik ve lityum disilikat CAD/CAM seramiklere makaslama bağlanma dayanımına etkisinin değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada kullanılmak üzere Vita Mark II (VIT) ve IPS e.max CAD (MAX) bloklardan 1,5 mm kalınlığında 80 adet seramik örnek elde edildi ve MAX seramik diskler sinterize edildi. Tüm örneklerin %5’lik hidroflorik asit ile pürüzlendirildi ve yüzeylere silan uygulandı. Seramik örnekler iki gruba ayrılarak üzerlerine 3 mm çapında ve 2 mm yüksekliğinde plastik tüpler yardımıyla Panavia SA (PSA) ve RelyX U200 (RXU) self adeziv rezin simanlar yapıştırıldı. Rezin siman yapıştırılan örnekler iki alt gruba ayrıldı ve örneklerin yarısına 5-55°C sıcaklık değişimleri arasında banyoda kalma zamanı 30 sn, transfer zamanı 10 sn olan 6 aylık ağızda kalıma denk 5,000 devire ayarlanan termal döngü cihazında termal yaşlandırma işlemi uygulandı (n=10). Yaşlandırma işleminden sonra tüm örnekler Universal bir test cihazı ile 0,5 mm/sn hızında makaslama testine tabi tutuldu. Elde edilen veriler tek yönlü ANOVA testi ile değerlendirildi (SPSS 23).
BULGULAR: Gruplar arasında en yüksek bağlanma değeri termal yaşlandırma yapılmayan VIT-PSA seramiklerde ölçülürken (10,50 ± 2,67 MPa), en düşük değerler termal yaşlandırma uygulanmış MAX-RXU örneklerde (6,81 ± 1,37 MPa) ölçüldü (p<0.01). Aynı gruplar içerisinde 5,000 devirde uygulanan termal yaşlandırma işleminde kayma mukavemeti değerlerindeki azalma istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p>0.01).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Termal yaşlandırma işlemi kısa dönemde self adeziv rezin simanların felspatik ve lityum disilikat CAD/CAM seramiklere bağlantı dayanımı değerlerinde anlamlı bir düşüşe neden olmadı.
INTRODUCTION: The aim of this study was to evaluate the effect of short term thermal aging process on shear bond strength of self-adhesive resin cements to feldspathic and lithium disilicate CAD/CAM ceramics.
METHODS: 80 ceramic specimens of 1.5 mm thickness were obtained from the Vita Mark II (VIT) and IPS e.max CAD (MAX) blocks and IPS e.max CAD discs were sintered. All specimens were etched with 5% hydrofluoric acid and silane was applied to the ceramic surfaces. Ceramic specimens were divided into two groups and Panavia SA (PSA) and RelyX U200 (RXU) self adhesive resin cements were applied to the ceramic surface with 3 mm diameter and 2 mm high plastic tubes. After cementation specimens were divided into two sub-groups, and half of the specimens were subjected to thermal aging at 5,000 rpm between 5-55°C in the bath for 30 sec (n=10). After thermal aging, all specimens were shear tested at a speed of 0.5 mm/sec with a Universal tester. The data were evaluated by one way ANOVA test (SPSS 23).
RESULTS: The highest shear bond strength value among the groups was measured in VIT-PSA ceramics without thermal aging (10,50 ± 2,67 MPa), while the lowest values were measured in MAX-RXU samples with thermal aging (6,81 ± 1,37 MPa) (p<0.01). Although the thermal aging process applied at 5,000 cycles in the same groups resulted in a decrease in the bond strength values, it was not statistically significant (p>0.01).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The thermal aging process did not cause a significant decrease in the bond strength of self adhesive resin cements to feldpathic and lithium disilicate CAD/CAM ceramics in the short term.

8.Laboratory and clinical characteristics of patients diagnosed with HELLP syndrome due to microangiopathic hemolytic anemia and/or thrombocytopenia
Ömer Ekinci, Senar Ebinç
doi: 10.5505/vtd.2020.57984  Pages 287 - 291
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada mikroanjiyopatik hemolitik anemi ve/veya trombositopeni nedeniyle hematoloji bölümüne danışılan ve HELLP sendromu tanısı alan gebelerin verilerini sunmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya HELLP sendromu tanısı konan 32 dahil edildi. Pre-eklampsi, eklampsi, trombotik trombositopenik purpura, hemolitik üremik sendrom ve dissemine intravasküler koagülasyon gibi diğer mikroanjiyopatik hemolitik anemi tanılı hastalar çalışma dışı bırakıldı.
BULGULAR: Hastaların ortanca yaşı 30.45±16.22 (dağılım 18-52) idi. Mississippi sınıflamasına göre hastaların 12 (37.5)’i sınıf 1 kategorisinde olup bunların 4 (%33.3)’ünde ve sınıf 2 kategorisindeki 15 (%46.9) hastanın 3 (%20)’ünde akut böbrek yetmezliği vardı. Sınıf 3 kategorisindeki 5 (%15.6) hastada ise böbrek yetmezliği saptanmadı. Hemoglobin değeri ≤ 8 gr/dl olan HELLP sendromlu 14 hastanın 6'sında (%42.9) böbrek yetmezliği vardı. HELLP sendromlu hastalarda, hemoglobin değeri ≤ 8 gr/dl olanların böbrek yetmezliği riski, hemoglobin değeri > 8 gr/dl olanlardan anlamlı derecede yüksek olduğu görüldü (OR: 12.75, p = 0.0285).
TARTIŞMA ve SONUÇ: HELLP sendromunun meydana geliş mekanizması net değildir ve diğer trombotik mikroanjiyopatik sendromlar ile örtüşen birçok klinik yönü mevcuttur. Böbrek yetmezliği HELLP sendromunun bir komplikasyonudur. Bu çalışmada HELLP sendromunda böbrek yetmezliği ile en ilişkili durumun DIC varlığı ve aneminin derinliği olduğu bulunmuş ve hemoglobin değerinin ≤ 8 gr/dl olması böbrek yetmezliği için önemli bir risk faktörü olabileceği ortaya konulmuştur.
INTRODUCTION: We aimed to present the pregnant patients who were consulted with hematologists for microangiopathic hemolytic anemia and/or thrombocytopenia and were diagnosed HELLP syndrome.
METHODS: A total of 32 patients, who were diagnosed with HELLP syndrome, were included in this study. Patients with other microangiopathic hemolytic anemia, including pre-eclampsia, eclampsia, thrombotic thrombocytopenic purpura, hemolytic uremic syndrome, disseminated intravascular coagulation etc. were excluded.
RESULTS: The median age of all patients was 30.45±16.22 (18-52) years. According to the Mississippi classification; 12 patients(37.5%) were in class 1 while 15 patients(46.9%) were in class 2, and there was acute renal failure in 4 patients(33.3%) in class 1 and 3 patients(20%) in class 2. There was no acute renal failure present in the class 3 including a total of 5 patients(15.6%). There was renal failure in 6(42.9%) of 14 patients(43.7%) with HELLP syndrome, whose hemoglobin value was less than or equal to 8 gr/dl. In patients with HELLP syndrome, the renal failure risk of those whose hemoglobin value was less than or equal to 8 gr/dl was significantly higher than those whose hemoglobin value was greater than 8 gr/dl(OR: 12.75, p=0.0285).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The mechanism of occurrence of HELLP syndrome is not clear and have many overlapping clinical aspects with the other thrombotic microangiopathic syndromes. Renal failure is a complication of HELLP syndrome. The most associated cases with renal failure are the presence of DIC and severe anemia in HELLP syndrome. The hemoglobin value of less than 8 gr/dl is a significant risk factor for renal failure in HELLP syndrome.

9.Investigation of Positivity Rates in Urine Culture and Its Relationship with Acute Phase Markers in Children with Pyuria in the Emergency Department
Feyza Ustabas Kahraman, Selçuk Uzuner
doi: 10.5505/vtd.2020.25582  Pages 287 - 301
GİRİŞ ve AMAÇ: Acil serviste ateş etiyolojisi araştırılan, piyüri saptandığı için idrar yolu enfeksiyonu düşünülen olgulardaki idrar kültüründe üreme sıklığını, en sık üreyen mikroorganizmayı ve bulguların akut faz belirteçleriyle ilişkisini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada Ocak 2018-Aralık 2018 tarihleri arasında Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Acil servisine başvuran 0-18 yaş arası 64420 hasta kayıtlardan tarandı. Bu hastalardan 38.0 ℃ ve üzerinde ateşi olan, idrar kültürü, CRP, WBC, trombosit sayımları istenen 1137 çocuk dâhil edildi.
BULGULAR: Kültür örneklerinde en sık (% 18.4) E.coli saptanmıştır. Kültürde üreme olan hastaların yaş ortalaması (5.09 ± 4.58) daha düşük bulunmuştur (p<0.001). İdrar kültüründe üreme pozitif olan hastalarda WBC ve trombosit sayısı anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur (sırasıyla, p=0.004, p=0.015).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Trombosit yüksekliği, CRP yüksekliği ve lökositoz üriner sistem enfeksiyonlarının seyrinde görülebilmektedir. Bu testlerin İYE öngörmede yardımcı olabileceği düşünülmektedir.
INTRODUCTION: We aimed to evaluate the frequency of reproduction in urine culture and to evaluate the most common microorganism and the relationship between the findings and acute phase markers in patients with urinary tract infection.
METHODS: Patients aged 0-18 years (n=64420) who applied to the pediatric emergency department were retrieved from computer records between January 2018 and December 2018. A total of 1137 patients with fever of 38.0 ℃ and above who had records of urine culture, CRP, platelet, WBC tests were included into the study.
RESULTS: E.coli was the most common bacteria in urine culture (18.4%). The mean age (5.09 ± 4.58) of the patients with culture reproduction was lower (p <0.001). WBC and platelet counts were significantly higher in patients with positive urine culture (p = 0.004, p = 0.015, respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Platelet elevation, CRP elevation and leukocytosis can be seen in the course of urinary tract infections. These tests are thought to be helpful in predicting UTI.

10.COVID-19 Deaths with Standardized Rates
Duygu Korkmaz, Hülya Binokay, Zeliha Nazan Alparslan
doi: 10.5505/vtd.2020.65624  Pages 292 - 296
GİRİŞ ve AMAÇ: Ölüm hızlarında yaş dağılımının etkisini ortadan kaldırmak için standartlaştırma teknikleri kullanılmaktadır. Tıp dünyasının COVID-19'a bağlı ölüm riskinin yaşa göre etkilendiği gözlemlerinden yola çıkılan bu çalışmada amaç, farklı demografik yapılara sahip bazı ülkelerin COVID-19 ile ilişkili ölüm hızlarını standartlaştırarak karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Dokuz ülkenin benzer tarihlerdeki COVID-19 ölüm verileri analiz edilmiştir. Yaşa özgü ölüm sayılarının veya oranlarının kullanıldığı ülkeler Avustralya, Kanada, İtalya, Hollanda, Polonya, Güney Kore, İspanya, İsviçre ve Amerika Birleşik Devletleri’dir. Verilere direkt standartlaştırma (direct standardization) yöntemi uygulanmış ve 9 ülke için hem kaba ölüm hızları (KÖH), hem de standart ölüm hızları (SÖH) ve yaş bantlarına göre ölüm hızları hesaplanmıştır. Hesaplamalarda ölüm oranlarını standartlaştırmak için Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından önerilen standart popülasyon kullanılmıştır. Ülkeler için yaş bantlarındaki nüfus tahmini Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (Organization for Economic Co-operation and Development-OECD) veri platformundan elde edilmiştir.
BULGULAR: Bulgular incelendiğinde, İspanya ve İtalya (grubun en yaşlı ülkeleri) dışında KÖH rank ve SÖH rank değerleri tüm ülkeler için aynıdır. Ancak, iki ülke arasındaki ölüm oranların karşılaştırılması hedeflendiğinde, bu karşılaştırma KÖH ile yanıltıcı olabilir. Örnek olarak, İtalya ve ABD'ye ait KÖH değerleri İtalya ölüm hızının(milyonda 334.5) ABD ölüm hızından(milyonda 50.3) 7 kat fazla olduğunu göstermektedir, ancak bu oran SÖH değerleri dikkate alındığında(sırası ile 129.7 ve 29.3) 4 olmaktadır. Benzer olarak, İtalya ve Avustralya'ya ait KÖH oranı 127 iken, SÖH değerleri dikkate alındığında bu oran 86'dır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Toplumlardaki ölüm hızları toplumun yaş yapısından etkilenir. Yaşın etkisini ortadan kaldırması avantajı nedeniyle ülkeler arasındaki ölüm hızları karşılaştırması SÖH kullanılarak yapılmalıdır.
INTRODUCTION: Standardization techniques are used to eliminate the effect of age distribution at death rates. Since it has been observed that the risk of deaths due to COVID-19 is effected by age, this study has been carried out with the aim of comparing COVID-19 related death rates of some countries with different demographic structures by standardizing them.
METHODS: The COVID-19 death data of nine countries (Australia, Canada, Italy, Netherlands, Poland, South Korea, Spain, Switzerland and United States) on similar dates are analyzed. The direct standardization method was applied on the data. The standard population used in the calculations is the one recommended by the World Health Organization(WHO) for standardizing mortality rates. Population estimation in age bands were obtained from the OECD data platform.
RESULTS: The results show that, except for Spain and Italy (the oldest two of the group), the CDR rank and the SMR rank values are the same for all of the countries. But when a comparison of the magnitude of rates between any two countries is aimed, this comparison may be misleading with the CDR. As an example, the ratio of CDRs belonging to Italy and USA is 7, whereas this ratio is 4 when SMRs are considered. Similarly, for Italy and Australia these ratios are 127 and 86 respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Death rates in populations are affected by the age structure of the population. SMR should be used for comparing the magnitude of death rates between countries due to its benefit in eliminating the effect of age.

11.Retrospective evaluation of hospitalizations in our intensive care units resulting in death in one year period
Enes Bülbül, Gülten Arslan, Banu Eler Çevik
doi: 10.5505/vtd.2020.70846  Pages 302 - 312
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı; genel yoğun bakım ünitelerine alınan ve ölümle sonuçlanan hastaların demografik özelliklerini, mortalite nedenlerini ve buna etki eden faktörleri araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada retrospektif olarak Yoğun Bakım Ünitelerimizde 1 yıllık süreçte takip edilen ve ölümle sonuçlanan 510 hasta yaş gruplarına göre Yaş≤18, 18<Yaş≤35, 35<Yaş≤50, 50<Yaş≤65, 65<Yaş≤80 ve 80<Yaş olacak şekilde gruplandırıldı. Yaş, cinsiyet, ek hastalıkları, yoğun bakım ünitesine kabul ediliş ve ölüm nedenleri, yatış ve mekanik ventilasyon süreleri, geldikleri birim, beslenme türü, inotropik, re-entübasyon ve trakeostomi gereksinimleri, post-CPR varlığı, APACHE II ve ilk 24 saat GKS skorları, beyin ölümü ve organ donörü varlığı değerlendirilerek kaydedildi.
BULGULAR: Mortalitenin en fazla gözlendiği 65<Yaş≤80 yaş grubu yoğun bakım ünitesinde en fazla yatış ve mekanik ventilasyon süresine de sahip idi. Mortal olan olguların çoğunluğunun erkek, en sık kabul ve ölüm nedeninin de malignite olduğu gözlendi. Hastaların büyük kısmının acilden ve entübe olarak yoğun bakım ünitesine kabul edildiği, en fazla CPR anamnezinin acil hastalarda olduğu belirlendi. Kabul nedenlerine göre en düşük APACHE-II skoru postoperatif Takip-Elektif grubunda, en yüksek skor ise travma grubunda tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kısıtlı ve yetersiz sayıda yatakların bulunduğu yoğun bakım ünitelerimizde hastalara yeni yaklaşım protokellerinin düzenlenmesinin, hasta kabul kriterlerinin yeniden belirlenmesinin, son dönem bakım ve onkolojik hastalar için yeni ünitelerin oluşturulmasının mortaliteyi azaltmada faydalı olabileceği kanısındayız.
INTRODUCTION: The aim of this study is to investigate the demographic characteristics, mortality reasons and the factors that affect the mortality of the patients in general intensive care units.
METHODS: In this study, 510 patients who were followed-up in our Intensive Care Units for one year and died were grouped according to age groups as Age≤18, 18<Age≤35, 35<Age≤50, 50<Age≤65, 65<Age≤80 and 80<Age.We evaluated age, gender, comorbidities, causes of admission to the intensive care and death, duration of hospitalization and mechanical ventilation, unit of arrival, feeding type, inotropic, re-intubation and tracheostomy requirements, history of CPR, APACHE-II and first 24 hours-GCS scores, presence of brain death and organ donor.
RESULTS: The group with the most patients was 65<Age≤80 and this group had the most hospitalization and mechanical ventilation duration.Most of the cases who were mortal were male and the most common cause for admission to the intensive care unit and death was the malignancy.It was determined that most of the patients were admitted to the intensive care unit from the emergency and intubated and the most common history of CPR was in the emergency patients.The lowest APACHE-II score was found in the postoperative follow-up-elective group and the highest score was found in the trauma group according to admission reasons.

DISCUSSION AND CONCLUSION: In our intensive care units where there are limited and inadequate number of beds, we think that the regulation of new approach protocols, re-determination of patient acceptance criteria, establishment of new units for end-stage care and oncologic patients may be useful in reducing mortality.

12.Evaluation of procedural pain levels in CAD/CAM crown patients produced by different retraction methods
Beyza Ünalan Değirmenci
doi: 10.5505/vtd.2020.59319  Pages 313 - 318
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu klinik çalışmanın amacı 3 farklı retraksiyon sistemi kullanılarak CAD/CAM (bilgisayar destekli tasarım ve bilgisayar destekli üretim) tekniği ile üretilen tek kuron hastalarının işlem anındaki, 1. gündeki ve 1. haftadaki ağrı seviyelerinin değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza kuron endikasyonu konulan 60 hastadaki 60 mandibular molar diş dahil edilmiştir. Dişlerin preparasyonu tek bir klinisyen tarafından subgingival seviyede ve chamfer bitim çizgisinde dizayn edilmiş ve hastalar kullanılan retraksiyon tekniğine göre 3’e ayrılmıştır: mekano-kimyasal yöntem, kimyasal yöntem ve cerrahi yöntem. Kuronlar CAD/CAM ile dijital olarak dizayn edilip üretilmiştir. Hastalardan prosedür sırasında, prosedür sonrası 1. gün ve 1. haftada hissetikleri ağrı seviyelerini VAS ile skorlamaları istenmiştir. Veriler SPSS programı ile analiz edilmiş ve grup içi VAS değerlerinin zamansal değişimlerinin karşılaştırılmasında Friedman testi kullanılmıştır.
BULGULAR: Prosedür esnasındaki ağrı skor medyan değerleri gruplara göre farklılık göstermektedir. Prosedür esnasında en yüksek ağrı skoru mekano-kimyasal yöntemde iken, en düşük ağrı skorları kimyasal yöntemde tespit edilmiştir. 1. haftada ise hem cerrahi hem de kimyasal yöntemde VAS skorları 0 dır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Gingival retraksiyonda en düşük prosedürel ağrı düzeyi kimyasal yöntem grubunda tespit edilmiştir. Cerrahi yöntem olan Er,Cr: YSGG lazer ile throughing tekniğinde düşük ağrı seviyeleri gözlemlenmiş olması nedeniyle iyi bir alternatif olabileceği yorumunda bulunulabilir.
INTRODUCTION: The aim of this clinical study is to evaluate the pain levels of single crown patients who were produced with CAD/CAM (computer aided design and computer aided production) technique using 3 different retraction systems at the time of the procedure, at the 1st day and at the 1st week.
METHODS: 60 mandibular molar teeth in 60 patients with crown indication were included in our study. The preparation of the teeth was designed by a single clinician at the subgingival level and the chamfer end line and the patients were divided into 3 according to the retraction technique used: mechano-chemical method, chemical method and surgical method. Crowns are digitally designed and manufactured with CAD/CAM. During the procedure, patients were asked to score their pain levels on the 1st day and 1st week after the procedure with VAS. The data were analyzed with SPSS program and Friedman test was used to compare the temporal changes of intra-group VAS values.
RESULTS: The pain score median values during the procedure differ according to the groups. During the procedure, while the highest pain score was in the mechano-chemical method, the lowest pain scores were determined in the chemical method. In the first week, VAS scores were 0 in both surgical and chemical methods.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The lowest procedural pain level in gingival retraction was determined in the chemical method group. It can be commented that Er, Cr: YSGG laser can be a good alternative because of low pain levels in the throughing technique.

13.Radiological Imaging Findings of Basilar Invagination
Murat Beyhan, Erkan Gökçe, Yaşar Birişik
doi: 10.5505/vtd.2020.72681  Pages 319 - 325
GİRİŞ ve AMAÇ: Radyolojik görüntülemelerde baziler invajinasyon tespit edilen olgularda kraniyometrik ölçümler ve eşlik eden ek patolojileri değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemizde Ocak 2010 - Nisan 2020 arasında servikal BT, servikal MRG ile beyin MRG yapılan 18.190 tetkik retrospektif incelendi. Chamberlain çizgisi kullanılarak dens aksisin kraniyale doğru uzanması 5 mm'den büyükse baziler invajinasyon olarak adlandırılır. Baziler invajinasyon saptanan olgularda platibazi, Chiari malformasyonu, Klippel-Feil Sendromu ve oksipital kemik displazisi gibi patolojilerin birlikteliği araştırıldı. Baziler invajinasyonun radyolojik görüntülerde saptanma sıklığı ve olguların demografik verileri incelendi. Platibazi için Modifiye bazal açı ile Welcher’in bazal açı ölçümleri yapıldı.
BULGULAR: Baziler invajinasyon kadınlarda daha sık (%73.44) olmak üzere 64 olguda tespit edildi. Baziler invajinasyonun radyolojik tetkiklerde görülme insidansı %0.35 idi. Baziler invajinasyon saptanan olguların yaş ortalaması 37.09 ± 14.23 (yaş aralığı 7 - 64) dır. Dens aksisin Chamberlain çizgisi kraniyaline uzanma mesafesi ortalama 10.61 ± 5.02 mm ölçüldü. Baziler invajinasyon saptanan olgularda Modifiye bazal açı ortalaması 123.770 ± 6.760, Welcher’in bazal açı ortalaması 138.790 ± 7.060 saptandı. Baziler invajinasyona eşlik eden en sık bulgu platibazi (%89.06) olup bunu sırasıyla Chiari tip 1 malformasyonu, Klippel-Feil sendromu ve atlantooksipital asimilasyon takip etmekteydi. Modifiye bazal açı ölçümü ile platibazi saptanan olguların ancak %22.8’inde Welcher’in bazal açı ölçümü ile platibazi varlığı saptanabildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Baziler invajinasyon nadir görülen bir kranioservikal bileşke patolojisi olmakla birlikte platibazi ve Chiari tip 1 malformasyonu gibi diğer patolojilerle birliktelik gösterebilmektedir.
INTRODUCTION: To evaluate craniometric measurements and accompanying additional pathologies in cases with basilar invagination on radiological imaging.
METHODS: Between January 2010 and April 2020, cervical CT, cervical MRI and brain MRI with 18,190 examinations were analyzed retrospectively. If the extension of the odontoid to the cranial using the Chamberlain line was greater than 5 mm, that was called basilar invagination. The association of pathologies such as platybasia, Chiari malformation, Klippel-Feil Syndrome and occipital bone dysplasia in cases with basilar invagination were investigated. Frequency of detection of basilar invagination on radiological images and demographic data of the cases were examined. Welcher's basal angle measurements were made with the modified basal angle for the platybasia.
RESULTS: Basilar invagination was detected in 64 cases, more frequently in women (73.44%). The incidence of basilar invagination on radiological examinations was 0.35%. The average age of cases with basilar invagination was 37.09 ± 14.23 (age range 7 - 64). The distance to reach the Chamberlain line cranial axis of the dens axis was measured as 10.61 ± 5.02 mm. Modified basal angle mean was 123.77 ± 6.76 degrees, and Welcher's basal angle mean was 138.79 ± 7.06 degrees in cases with basilar invagination. The most common finding accompanying basilar invagination was the platybasia (89.06%), followed by Chiari type 1 malformation, Klippel-Feil syndrome, and atlantooccipital assimilation, respectively. Only 22.8% of the cases detected with a modified basal angle measurement were able to detect the presence of Welcher’s basal angle measurement.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although basilar invagination is a rare craniocervical junction pathology, it may be associated with other pathologies such as platybasia and Chiari type 1 malformation.

14.Evaluation of the Proarithmic Potential of Clomiphene Citrate in Surface Electrocardiogram
alper karakus, Sabri Berkem Ökten, İBRAHİM HALİL İNANÇ, Serdar Turkmen
doi: 10.5505/vtd.2020.32650  Pages 326 - 330
GİRİŞ ve AMAÇ: Klomifen diethylethanamine kimyasal yapıda sıklıkla infertilite tedavisinde ovulasyon indüksiyonu amacıyla kullanılan anti-östrojen bir ajandır. Benzer kimyasal yapıda diğer bir anti-östrojen ajan olan tamoksifenin QT mesafesini uzattığı daha önce gösterilmiştir. Çalışmamızın amacı, klomifen tedavisi altındaki hastalarda yüzeyel EKG değişikliklerini ve özellikle QT, QTc ve Tp-e intervallerini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya kırk iki kadın hasta dahil edildi. Siklusun 3-7. günlerinde başlanarak hastalara 5 gün boyunca günlük 50 mg klomifen sitrat verildi. Tedavi başlamadan önce ve tepe luteinizan hormon artışının görüldüğü gün hastaların EKG'lerine ulaşıldı. Dijital ortamda MATLAB programı ile QRS süresi, QTc intervali, Tp-e, Tp-e/QT oranı ve Tp-e/QTc oranı analizi yapıldı. Bağımsız örneklem T ve Wilcoxen Sum Rank testi verilerin karşılaştırılması için kullanıldı.
BULGULAR: Bazal düzey ve klomifen sitrat ile tedavi sonrası değerler karşılaştırıldığında Tp-e aralığı, QTc aralığı, QRS süresi, Tp-e / QT ve Tp-e / QTc oranı açısından anlamlı fark izlenmemiştir. Bazal düzeye karşı klomifen sitrat sonrası değerler; Tp-e: 95.90 ± 19.50 milisaniye [ms] karşı 103,30 ± 16.55 ms, QTc: 460,25 ± 30.08 ms karşı 430,52 ± 25.19 ms, QRS süresi: 102,10 ± 14.98 ms karşı 109,70 ± 13.61 ms, Tp-e / QT: 0.24 ± 0.04 karşı 0.25 ± 0.02, Tp-e / QTc: 0.20 ± 0.03'e karşılık 0.21 ± 0.02 (p> 0.05) ölçülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız klomifen sitratın QT mesafesi üzerine etkisinin olmadığını, artmış proaritmik risk taşımadığını ve ovulasyon indüksiyonunda güvenle kullanılabilineceğini ortaya koymuştur.
INTRODUCTION: Clomiphene (diethylethanamine structure) is an anti-estrogen agent that is often used for ovulation induction in the treatment of infertility. Tamoxifen, another anti-estrogen agent of similar chemical structure, has been shown to prolong the QT distance. The aim of this study was to evaluate superficial ECG changes and especially QT, QTc and Tp-e intervals in patients under clomiphene treatment.
METHODS: Forty-two female patients were included in the study. Clomiphene citrate 50 mg daily for 5 days was started on the day of cycle 3-7. The electrocardiograms of the patients were reached before treatment and on the day of peak luteinizing hormone increase. QRS duration, QTc interval, Tp-e, Tp-e / QT ratio and Tp-e / QTc ratio analysis were performed with MATLAB program in digital environment. Paired sample T and Wilcoxen Sum Rank test were used.
RESULTS: When the basal level and post-treatment values were compared, no significant difference was observed in terms of Tp-e interval, QTc interval, QRS duration, Tp-e / QT and Tp-e / QTc ratio. Basal level versus clomiphene citrate values; Tp-e: 95.90 ± 19.50 milliseconds [ms] versus 103.30 ± 16.55 ms, QTc: 460.25 ± 30.08 ms to 430.52 ± 25.19 ms, QRS duration: 102.10 ± 14.98 ms to 109.70 ± 13.61 ms, Tp-e / QT: 0.24 ± 0.04 versus 0.25 ± 0.02, Tp-e / QTc: 0.20 ± 0.03 versus 0.21 ± 0.02 (p> 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study showed that clomiphene citrate had no effect on QT distance, did not carry increased proarrhythmic risk and could be used safely in ovulation induction.

15.Comparison of Central Corneal Thickness Measurements by Optical Coherence Tomography, Corneal Topography and Non-Contact Specular Microscope
Serek Tekin, Erbil Seven, Sena Gülbay, Muhammed Batur, Muhammet Derda Ozer
doi: 10.5505/vtd.2020.15986  Pages 331 - 334
GİRİŞ ve AMAÇ: Sağlıklı gözlerde göze temas etmeden santral kornea kalınlığı (SKK) ölçümü yapan cihazlar arasındaki uyumu değerlendirmek
YÖNTEM ve GEREÇLER: Otuz sağlıklı bireyin 30 gözü çalışmaya dahil edildi. Tüm hastaların SKK değerleri, ön segment optik koherens tomografi (ÖS-OKT) (Spectralis® OCT, Heidelberg Engineering GmbH, Heidelberg, Germany), korneal topografi (KT) (Orbscan, Inc, Salt Lake City, UT, USA) ve non-kontakt speküler mikroskop (NSM) (Tomey Corporation, Nagoya, Japan) cihazları ile ölçüldü. Her cihazla üçer kez ölçüm alınıp bu değerlerin ortalamaları alındı. Sonuçlar grup içi korelasyon katsayısı yöntemi kullanılarak karşılaştırıldı.
BULGULAR: Hastaların 17’si kadın (%56,7), 13’ü (%43,3) erkekti. Yaş ortalaması 34,4 ± 10,02 (19-53) yıl idi. Ortalama SKK, ÖS-OKT ile 543,9 ± 43,6 µm, KT ile 538,9 ± 45,2 µm, NSM ile 520,7 ± 39,8 µm olarak ölçüldü. Grup içi korelasyon katsayısı yöntemi ile ÖS-OKT ile KT arasında 0,92, ÖS-OKT ile NSM arasında 0,85, KT ile NSM arasında 0,93 uyum tespit edildi. Her üç cihazın ölçüm değerleri birbirleri ile uyumlu bulundu (p˂0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sağlıklı gözlerde, göze temas etmeden yapılan SKK ölçümleri, her üç cihazda da birbiri ile uyumlu olarak bulundu. Santral kornea kalınlığı ölçümünde her üç cihaz birbirinin yerine kullanılabilir.
INTRODUCTION: To assess the compatibility between the devices measuring the central corneal thickness (CCT) without eye contact in healthy eyes.
METHODS: Thirty eyes of thirty subjects were included in the study. Central corneal thickness of all patients was measured by anterior segment optical coherence tomography (AS-OCT) (Spectralis® OCT, Heidelberg Engineering GmbH, Heidelberg, Germany), corneal topography (CT) (Orbscan, Inc., Salt Lake City, UT, USA) and non-contact specular microscope (NSM) (Tomey Corporation, Nagoya, Japan). Each device performed three measurements and the average of these measurements was taken. The results were compared using the intra-class correlation coefficient method.
RESULTS: Seventeen (56.7%) of the patients were female and 13 (43.3%) were male. The mean age was 34.4 ± 10.02 years (19-53 years). The mean CCT was 543.9 ± 43.6 µm with AS-OCT, 538.9 ± 45.2 µm with CT and 520.7 ± 39.8 µm with the NSM. The intra-class correlation coefficient was found to be 0.92 for AS-OCT and CT, 0,85 for AS-OCT and NSM, 0.93 for CT and NSM. The measurement values of all three devices were found to be compatible with each other.
DISCUSSION AND CONCLUSION: CCT measurements without eye contact were found to be compatible with each other on all three devices in healthy eyes. All three devices can be used interchangeably to measure the CCT.

16.Our Clinical Experiments of Peptic Ulcer Perforation with Literature Approache
TOLGA KALAYCI, ÜMİT HALUK İLİKLERDEN
doi: 10.5505/vtd.2020.27122  Pages 335 - 339
GİRİŞ ve AMAÇ: Peptik ülser perforasyonu; gastroduodenal ülser komplikasyonları arasında en yaygın acil cerrahi nedeni olmakla beraber, sekonder peritonit ve sepsise bağlı olarak meydana gelen morbidite/mortalite durumları sebebiyle ciddi bir cerrahi acil olarak karşımıza çıkmaktadır. Çalışmamızda peptik ülser perforasyon olgularımızı literatüre katkı için inceledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde Şubat 2010 ve Şubat 2018 tarihleri arasında 99 hasta peptik ülser perforasyonu tanısı ile opere edildi. Olguların yaşları, hastalara uygulanan cerrahi teknikler, perforasyon çapları, perforasyon lokalizasyonları, cerrahi sırasında alınan patoloji piyes tanıları, hastaların yatış süreleri ve mortalite durumumuz retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Kliniğimizde peptik ülser perforasyonu cerrahisi uygulanan 99 hastanın 12’sinin ameliyat notlarında perforasyon lokalizasyonu belirtilmediğinden olgular çalışma dışında bırakılmıştır. Değerlendirilen 87 hastanın ortalama yaşı 45,6 (15-84) olup; olguların 77’si erkek cinsiyet, 10’u kadın cinsiyettedir. Olguların 84' üne Graham usulü basit kapama uygulandı. 2 olguya Distal Subtotal Gastrektomi uygulandı. 1 olguya da intraoperative exitus olması nedeniyle sadece tanısal laparotomi uygulanabilmiştir. Olguların hastanede kalış süresi 7,95 (0-63 gün) olup; mortalitemiz %8 (7 olgu)’dir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Peptik ülser perforasyonu ciddi morbidite ve mortaliteye neden olabilen bir acil cerrahi durum olmasının yanında; Graham usulü basit kapama gibi kolay uygulanabilen bir cerrahi yöntemle de rahatlıkla tedavi edilebilir bir hastalık olduğu akıldan çıkartılmamalıdır.
INTRODUCTION: Although peptic ulcer perforation is the most common emergency surgical cause of gastroduodenal ulcer complications, it is a serious surgical emergency due to morbidity / mortality related to secondary peritonitis and sepsis. In this study, we present our patients who underwent peptic ulcer perforation surgery with new literature approaches.
METHODS: Patients who underwent surgery for the diagnosis of peptic ulcer perforation between February 2010 and February 2018 in our clinic were evaluated. The patients' ages, surgical techniques, perforation diameters, localization of perforation, pathological specimens taken during surgery, length of hospital stay and mortality were evaluated retrospectively.
RESULTS: Since perforation localization was not specified in the operation notes of 12 of 99 patients who underwent peptic ulcer perforation surgery in our clinic, the cases were excluded from the study. The mean age of the 87 cases was 45.6 (15-84) years. 77 of the cases were male and 10 were female. 84 patients underwent Graham procedure and 2 patients underwent Distal Subtotal Gastrectomy. Since only one patient had intraoperative ex, only diagnostic laparotomy could be performed. The length of hospital stay was 7.95 (0-63 days); our mortality was 8% (7 cases).

DISCUSSION AND CONCLUSION: Peptic ulcer perforation is an emergency surgical condition that can cause serious morbidity and mortality; it should be kept in mind that it is a disease that can be easily treated with an easy-to-apply surgical method such as Graham method simple closure.

17.Antibiotic Resistance of Acinetobacter baumannii Strains Isolated in 2015-2018 Years
Tuncer Ozekinci, Zafer Habip, Neslihan Onder, Mücahıde Esra Koçoglu
doi: 10.5505/ejm.2020.73384  Pages 340 - 344
GİRİŞ ve AMAÇ: Acinetobacter baumannii suşlarında sık kulanılan antibiyotiklere karşı oluşan yüksek direnç oranları tedavi seçeneklerini azaltmaktadır. Çalışmada 2015-2018 yıllarında enfeksiyon etkeni olarak izole edilen A.baumannii suşlarının antibiyotik dirençlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada 1 Ocak 2015-31 Aralık 2018 tarihleri arasında çeşitli klinik örneklerden izole edilen 1148 A.baumanniisuşunun antibiyotiklere direnci retrospektif olarak incelenmiştir. Bakteri tanımlaması MALDITOF-MS (Biomerieux Inc., Fransa) sisteminde yapılmıştır. Suşların antibiyotik duyarlılıkları Vitek 2 (Biomerieux Inc., Fransa) otomatize sistemi ile yapılmıştır
BULGULAR: Klinik örneklerin 1148’de etken olarak A.baumannii üremiştir. izole edilen suşlarda antibiyotiklere direnç oranları; piperasilin/tazobaktam %83.5, seftazidim %81.6, meropenem %81.7, siprofloksasin %80.5, amikasin %46.6, gentamisin %50.4, trimetoprimsülfametaksozol %59, tigesiklin %22 ve kolistin %1.8 olarak bulunmuştur. Kolistin direnci 2015, 2016, 2017 ve 2018 yılları için sırasıyla %0.8, % 0, %2.9 ve %3.2 olarak tespit edilmiştir. Tigesiklindirencide sırasıyla %23.5, %12.8, %18.9 ve %29.8 olarak bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda kolistin ve tigesiklin A.baumannii suşlarına karşı en etkili antibiyotik olmakla birlikte, tigesiklin direncini yıllar içinde artış göstermesi ve kolistin direncinin görülmesi dikkat çekicidir. Bu artış oranları nedeniyle klinisyenler için tedavi seçenekleri her geçen gün azalmaktadır. Bu nedenle her hastanenin kendi antibiyotik direnç profilinin gözden geçirilmesinin, özellikle Acinetobacter enfeksiyonları gibi ciddi enfeksiyonların ampirik tedavisinde klinisyene yol göstermesi açısından önemli olduğu düşünüldü
INTRODUCTION: Treatment of Acinetobacter baumannii infections has become increasingly diffucult, due to the high resistance rates against commonly administreted antibiotics. The aim of this study is to detect the antibiotic resistance of A.baumannii strains isolated from clinical specimens in years 2015-2018
METHODS: Antibiotic resistance of 1148 A.baumannii strains isolated from various clinical specimens between January 1, 2015 and December 31, 2018 was investigated retrospectively. Bacteria were identified using MALDI-TOF-MS (Biomerieux Inc., France) system. Antibiotic susceptibility of the strains were performed with Vitek 2 (Biomerieux Inc., Fransa) automated system.
RESULTS: In 1148 of the clinical specimens A.baumannii was isolated. Total antibiotic resistance of isolated strains within these four years were determined as 83.5% for piperacillin/tazobactam, 81.6% for ceftazidime, 81.7% for meropenem, 80.5% for ciprofloxacin, 46.6% for amikacin, 50.4% for gentamicin, 59% for trimethoprim-sulfamethoxazole, 22% for tigecycline and 1.8% for colistin. Colistin resistance was found to be 0.8%, 0%, 2.9% and 3.2% for 2015, 2016, 2017 and 2018, respectively. Tigecycline resistance was determined to be 23.5%, 12.8%, 18.9% and 29.8%, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, colistin and tigecycline were the most effective antibiotics against A.baumanniis trains.However, it is noteworthy that tigecycline resistance increased over the years and colistin resistance was determined. Because of these increase rates, treatment options for clinicians are decreasing day by day. Therefore, it was thought that it is important to examine its own antibiotic resistance profile by each hospital in order to guide clinician for the empiricial treatment of serious infections which can be life threatening especially like Acinetobacter infections.

CASE REPORT
18.A Different Reason for Lower Extremity Ischemia: Mural Thrombus in Abdominal Aorta and Successful Surgical Treatment
Murat Günday
doi: 10.5505/vtd.2020.19942  Pages 345 - 348
İnfrarenal aortada akut tıkanıklık hayatı tehdit eden nadir görülen bir durumdur. Bu olgu sunumunda, genç erkek bir hastada, bilgisayarlı tomografide abdominal aortada lokalize trombüs saptandı. Alt ekstremitede kan akımını sağlamak için iki defa transfemoral embolektomi işlemi yapıldı. Hastanın takiplerinde şikayetlerinde gerileme olmaması nedeniyle batın açıldı. Aortik tromboendarterektomi ve aortanın yama kullanarak kapatılması işlemini uygulandı. Sonuç olarak, infrarenal aortada aterosklerotik mural trombüslü genç hastalar için aorta-iliak endarterektominin diğer tedavi metodları kadar etkin olduğunu düşünüyoruz.
Acute occlusion of the infrarenal aorta is a life-threatening condition. In this case report, a young male patient had localized thrombus in the abdominal aorta on computed tomography. Transfemoral embolectomy was performed twice to ensure blood flow in the lower extremity. The abdomen was opened due to the absence of regression in the complaints during the follow-up. Aortic thromboendarterectomy and aortic closure was performed. In conclusion, we think that aorta-iliac endarterectomy is as effective as the other treatment methods for young patients with atherosclerotic mural thrombus in the infrarenal aorta.

19.Erythema annulare centrifugum: A case report
Sema Elibüyük Aksaç, Feyza Demir
doi: 10.5505/vtd.2020.89266  Pages 349 - 352
Eritema annulare sentrifigum en sık görülen figüre eritemdir. Yavaş büyüyen, gövde ve ekstremite proksimallerine yerleşen anüler veya polisiklik lezyonlarla karakterizedir. Etyolojisinde enfeksiyonlar, ilaçlar, diyet ve nadiren maliniteler yer almakla beraber büyük çoğunluğu idyopatiktir. Histopatolojik olarak derin ve süperfisyel formlara ayrılır. Kliniğimize eritema annulare sentrifigum lezyonları ile başvuran 46 yaşında kadın hastanın etyolojisinde dermatofit enfeksiyonu saptandı ve antifungal tedavi verildi. Olguyu eritema annulare sentrifigum etyolojisini iyi araştırmak gerekliliğini vurgulamak amaçlı sunmayı uygun bulduk.
Erythema annular centrifigugal is the most common figure erythema. It is characterized with polycyclic or annular lesions which grows up slowly and settle in the stem and extremite proximals. In addition it has infections, drugs, diet and seldom malignancies in its etiology, it is idiopathic most. It split into deep and superficial forms histopathologycally.
A dermatophyte infection in etiology was detected in a patient 46 years old, who applied to our clinic with erythema annular centrifugal lesions and she was treated antifungal treatment. We considered appropriate offering case to focus on research superficial fungal disease in erythema annular centrifugal etiology.

20.A case with ectopic pregnancy in a cesarean section scar: The results of vacuum curvetage therapy with transabdominal US and MRI findings
ÖMER FARUK TOPALOĞLU, Mustafa Koplay, NUSRET SEHER, Setenay Arzu Yılmaz, Abidin Kılınçer, Mustafa Gazi Uçar
doi: 10.5505/vtd.2020.41274  Pages 353 - 356
Sezaryen skarında ektopik gebelik, önceki sezaryen bölgesinde yerleşmiş yeni gebelik kesesi olarak tanımlanan oldukça nadir bir durumdur. Sezeryan sayılarının artması ve tanı araçlarındaki özellikle sonografik incelemenin gelişmesi sayesinde insidansında son yıllarda artma görülmektedir. Tanıda zorlanıldığı durumlarda manyetik rezonans görüntüleme (MRG) problem çözücü olarak yardımcı olabilmektedir. Tedavide medikal tedaviden cerrahi tedaviye kadar değişen çeşitli yönetim seçenekleri bulunmaktadır. Bu yazıda, sezeryan skar ektopik gebeliğinde kullanılan transabdominal ultrasonografi ve MRG bulguları ve tedavi stratejileri ile birlikte mevcut literatürün kısa bir gözden geçirmesi sunulmaktadır.
Caesarean section ectopic pregnancy is a rare condition which is defined as a new gestational sac located in the previous caesarean section. The incidence is increasing in recent years due to the increase in the number of cesarean sections and the development of sonographic examination. Magnetic resonance imaging can be helpful as a problem solver in cases of difficulty in diagnosis. There are various management options ranging from medical treatment to surgical treatment. In this study, we present transabdominal ultrasonography and MR imaging findings and treatment strategies used in cesarean scar ectopic pregnancy with a brief review of the current literature.

21.An Unusual Child Abuse Case: Anthrax Contamination
Yasin Etli, Uğur Demir, Mahmut Asirdizer
doi: 10.5505/vtd.2020.55707  Pages 357 - 361
Çocuk istismarı, 18 yaşın altındaki çocuklara yönelik, sorumluluk, güven veya güç ilişkisi bağlamında, çocuğun sağlığına, hayatta kalmasına, gelişimine veya onuruna zarar veren hareket, hareketler veya eylemsizlikler şeklindeki davranışlar olarak tanımlanmaktadır. Bu olgu sunumunda çocuğa yetişkinler tarafından kasıtlı bir şekilde Şarbon bulaştırılmasını içeren değişik tipte bir çocuk istismarı olgusunu tartışmak amaçlanmıştır. 14 yaşında erkek olguya yetişkinler tarafından şarbon ile enfekte bir ineğin et parçalarına ve kanına temasa zorlanarak şarbon enfeksiyonu kapmasına neden olunmuştur. Yapılan adli tıbbi değerlendirme sonucunda olgumuzun değişik tipte bir çocuk istismarına maruz kaldığı ortaya çıkarılmıştır. Ayrıca, bulaşıcı hastalıkların bildirilmesinde yetkin ve sorumlu kişilerin yeterli dikkat ve özeni göstermemiş olmalarının son derece tehlikeli durumlara yol açabileceği de görülmüştür.
Child abuse is defined as “any action, or action series or inactions to children under 18 years of age which cause to actual or potential harm to the child’s health, survival, development or dignity in the context of a relationship of responsibility, trust or power”. In this case report, we discussed a different type of child abuse, which includes deliberately contaminating anthrax by adults to a child. A 14 years-old boy was forced to contact with meat pieces and blood of a cow which infected with anthrax, causing him to get infected with anthrax. Medico-legal evaluation of our case was revealed that the child exposed to a different type of child abuse. In addition, it was observed that the lack of attention of the competent and responsible persons regarding the notification of infectious diseases caused hazardous situations.

22.Osteonecrosis of A Vertebral Body: Kummell’s Disease Case Report and Review Of The Literature
Birol Özkal
doi: 10.5505/vtd.2020.92668  Pages 362 - 366
Vertebranın post travmatik osteonekrozu ilk olarak 1895 yılında alman cerrah Herman Kummell tarafından tanımlanmıştır. Omurganın kifotik deformitesi ile karakterize bu hastalık radyografi ortaya çıkmadan önce tanımlanmıştır. Avasküler nekroz en yaygın kabul edilen patofizyolojik hipotezdir. Vertebraya etkisi genellikle T8’den L2 ye kadar torakolomber bölgede gözlenir. Bu hastalık nadiren lumbosakral bölgede yer alır. Kummell hastalığının cerrahi tedavisindeki ana amaç nöral dekompresyon omurganın normal sagital dengesi ve stabilizasyonudur. Anterior rekonstriksiyon, posterior stabilizasyon, kifoplasti ve vertebroplasti ile tedavi edilebilir. Bu makalede Kummell hastalığının tanı araçlarını klinik özelliklerini ve aynı zamanda tedavi seçeneklerini L5 vertebrada kummel hastalığı olan bir vaka eşliğinde gözden geçireceğiz.
Post-traumatic osteonecrosis of the vertebra was first described in 1895 by the German surgeon Hermann Kummell. This disease characterized by the development of kyphotic deformity in the spine was identified prior to the emergence of radiography. The most widely accepted hypothetical pathophysiology is avascular osteonecrosis. Affected vertebrae is usually seen in the thoracolumbar region extending from T8 to L2. This disease is seen rare in the lumbosacral region. The primary aims of surgical treatment of Kummell’s disease are neural decompression, stabilization and normal sagital balance of the spinal column. It can be treated by anterior reconstriction, posterior stabilisation, kifoplasty ve vertebroplasty. In this report, We review the clinical features and the diagnostic tools of Kummell’s disease and also treatment options accompanied by a case report with kummel disease in L5 spine.

INVITED REVIEW
23.To be both disadvantage and women
Çağla Yiğitbaş
doi: 10.5505/vtd.2020.33230  Pages 367 - 370
Literatürde dezavantajlı grup kavramının; dışlanmış grup, savunmasız veya korunmasız grup, marjinal grup, risk grubu veya sınıf altı grup gibi farklı tanımlamaları vardır. Nedenleri arasında; kaynakların yokluğu, kaynakların ulaşılmazlığı, toplumsal bakış, devlet politikaları, kurumsal uygulamalar ve sosyal şartlar vardır. Dezavantajlılığı oluşturan birincil faktör cinsiyettir. Diğer faktörler ise (örn: dini özellikler, anadil ya da coğrafi köken gibi özellikler), toplumdan topluma kültürden kültüre değişebilen “göreli” özelliklerdir. Bu grupların toplumsal hatta ekonomik yaşama katılım oranları, şansları ve hatta uyumları da oldukça düşük düzeydedir. Dezavantajlı grupta yer alan bireyler toplumun büyük kesiminin ulaşabildiği özerklik, teşvik, sorumluluk, öz saygı, topluluk desteği, sağlık, eğitim, sermaye, bilgi, istihdam gibi kaynaklara ulaşamamakta ya da onların buralarda kullandıkları araçları kullanamamaktadır. Dezavantajlı grup olma aslında bir çatı kavramdır. İçerinde işsizler, göçmenler, kadınlar, engelliler, mülteciler, göçmenler, eşcinseller, yoksullar ve çocuklar gibi kesimleri barındırmaktadır.
Bu derlemenin amacı Türkiye’deki kadınların dezavantajlılık durumlarını ele almak olup birçok alanda dezavantajlılık durum ve düzeylerinin farklı olduğu görülmektedir. Örneğin sağlığa erişim açısından bakıldığında göçmen kadınların bu haktan yararlanma durumları oldukça yüksek düzeyde olmasına rağmen aynı durum ülkede yaşayan kadınlar için benzer değildir. Yine işgücüne katılım açısından bakıldığında, ülkedeki kadınların durumunun göçmen dezavantajlı kadınlarınkinden çok daha iyi olduğu görülmektedir.
In literature, the concept of disadvantaged group; there are different definitions such as excluded group, vulnerable or vulnerable group, marginal group, risk group or subclass group.
Among the reasons of disadvantage are; lack of resources, inaccessibility of resources, social outlook, state policies, institutional practices and social conditions. The primary factor that constitutes a disadvantage is gender. Other factors (eg, religious characteristics, mother tongue, or geographical origin) are, relative ise characteristics, which can vary from culture to culture. The participation rates, chances and even the harmonization of these groups in the social and economic life are also very low. Individuals in the disadvantaged group do not have access to resources such as autonomy, encouragement, responsibility, self-esteem, community support, health, education, capital, knowledge, employment or access to the tools used by them. Being a disadvantaged group is actually a roof concept. They include the unemployed, migrants, women, disabled people, refugees, migrants, homosexuals, poor and children.
The aim of this review is to handle the disadvantageous situation of women in Turkey is seen as disadvantageous situation of different levels and in many fields. For example, in terms of access to health, the status of migrant women is very high but the situation is not similar for women living in the country. Again in terms of labor force participation, it is seen that the situation of women in the country is much better than that of migrant disadvantaged women.

24.The Effects Of High Fructose Corn Syrup Consumption On Human Health
Dyt. Yaprak Şule ÖREK, Doç. Dr. Cuma Mertoğlu
doi: 10.5505/vtd.2020.19981  Pages 371 - 382
Fruktoz meyve ve sebzelerde doğal halde bulunan, son yıllarda şeker ve eklenmiş şeker tüketimiyle tüketimi artan bir monosakkarittir. Fruktoz glukoza göre düşük glisemik indeks ve yüksek tatlılık gibi avantajlarıyla besin endüstrisinde ve sağlık sektöründe tercih edilir hale gelmiştir. Fakat yapılan çalışmalarda fruktozun glukoza göre daha düşük insülin, leptin, girelin ve enteroendokrin hormon cevabı oluşturduğu ve glukozdan farklı bir şekilde metabolize olduğu ortaya çıkmıştır. Fruktoz metabolizmada glikoliz yolunun kontrol noktası olan fosfofruktokinaz enzimini baypas etmektedir. Bu baypas yeteneği glikolizin enerji ihtiyacından bağımsız ilerlemesine, aşırı ATP tüketimine bağlı ürik asit birikimine ve yağ asidi öncülü olan koenzim (Co) A’ nın kontrolsüz üretimine neden olmaktadır. Bu metabolizma farklılığı da obezite, diyabet, nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı(NAYKH), dislipidemi hipertansiyon gibi metabolik hastalıklarla ilişkilendirilmektedir. Yüksek fruktozlu mısır şurubunun(YFMŞ) da sükroza ve doğal kaynaklarına oranla daha fazla miktarda fruktoz içermesi, modifiye bir şeker olması daha büyük ölçüde metabolik değişikliklere ve hasara yol açmaktadır. Bu derlemede fruktoz metabolizmasıyla ilgili güncel yaklaşımlar, fruktozun glukoz metabolizması ile farklılıkları ve YFMŞ’ nin insan sağlığına etkileri değerlendirilmiştir.
Fructose is a monosaccharide that found in fruits and vegetables. Its consumption has increased considerably with consumption of sugar and added sugar in recent years. Fructose is preferred in the food industry and health sector with its advantages such as low glycemic index and high sweetness compared to glucose. However, studies have shown that fructose produces lower insulin, leptin, ghrelin and enteroendocrine hormone responses than glucose and is metabolized differently than glucose. Fructose bypasses the phosphofructokinase enzyme that is control point of the glycolysis pathway in metabolism. This bypass capability leads to an independent progression of glycolysis from energy requirements, accumulation of uric acid due to excessive consumption of ATP, and uncontrolled production of the fatty acid precursor coenzyme (Co) A. This difference in metabolism is associated with diseases such as obesity, diabetes, nonalcoholic fatty liver disease (NAFLD), dyslipidemia and hypertension. The high fructose corn syrup (HFCS) contains more fructose than sucrose and natural sources, and is a modified sugar, leading to greater metabolic changes and damage. In this review, current approaches on fructose metabolism, differences between fructose and glucose metabolism and effects of HFCS on human health were evaluated.

LookUs & Online Makale