E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 29 (3)
Volume: 29  Issue: 3 - 2022
1.Cover

Pages I - III

ORIGINAL ARTICLE
2.Investigation of the Relationship Between MTHFR C677T Gene Variation and Serum Copper Levels in Patients Diagnosed with Parkinson's
Arzu Ay, Nevra Alkanli, Sibel Guler
doi: 10.5505/vtd.2022.44712  Pages 246 - 253
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada Parkinson tanısı almış hastalarda MTHFR C677T gen varyasyonu ile serum bakır düzeyleri arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız için 63 Parkinson hastası ve 32 sağlıklı bireyden oluşan hasta ve kontrol grupları oluşturulmuştur. MTHFR gen varyasyonu için genotip dağılımları belirlendi ve serum bakır seviyeleri ölçüldü. Bu işlemlerde PZR, RFLP ve atomik absorpsiyon spektrofotometre yöntemleri uygulandı.
BULGULAR: Parkinson hastalarının serum Cu düzeyleri sağlıklı kontrollere göre anlamlı olarak yüksek bulundu. MTHFR C677T gen varyasyonunun genotip dağılımları açısından hasta ve kontrol grupları arasında anlamlı farklılık bulunmamakla birlikte, bu gen varyasyonunun CC homozigot genotipi hasta grubunda diğer genotiplere göre anlamlı olarak daha fazla gözlendi. Ayrıca Parkinson hastalarında bu gen varyasyonunun C allel frekansı Hardy-Weinberg dağılımından anlamlı derecede farklı belirlendi. CT ve TT genotiplerini taşıyan Parkinson hastalarının serum bakır düzeyleri, aynı genotipleri taşıyan kontrollerin serum bakır düzeylerinden anlamlı derecede yüksek saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Trakya popülasyonunda yaptığımız çalışmada, MTHFR C677T gen varyasyonu ile serum bakır düzeyleri arasındaki ilişkinin Parkinson hastalığı için önemli bir faktör olabileceği belirlenmiştir. Sonuç olarak, MTHFR C677T gen varyasyon genotip dağılımlarının ve serum bakır düzeylerinin birlikte değerlendirilmesi Parkinson hastalığının prognozu için son derece önemlidir.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to investigation of the relationship between MTHFR C677T gene variation and serum copper levels in patients diagnosed with Parkinson's.
METHODS: For our study, patient and control groups were formed including 63 Parkinson's patients and 32 healthy controls. Genotype distributions for MTHFR gene variation were determined and serum copper levels were measured. In these processes PCR, RFLP and atomic absorption spectrophotometer methods were applied.
RESULTS: Serum Cu levels of Parkinson's patients were found to be significantly higher than healthy controls. Although the significant difference was not found between the patient and control groups in terms of genotype distributions of the MTHFR C677T gene variation, CC homozygote genotype of this gene variation was observed significantly more than other genotypes in the patient group. In addition, the C allele frequency of this gene variation was determined significantly different from the Hardy-Weinberg distribution in Parkinson's patients. Serum copper levels of Parkinson's patients carrying CT and TT genotypes were detected significantly higher than the serum copper levels of controls carrying the same genotypes.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, in Thrace population, it was determined that the relationship between MTHFR C677T gene variation and serum copper levels may be an important factor for Parkinson's disease. In conclusion, the evaluation of MTHFR C677T gene variation genotype distributions and serum copper levels together is extremely important for prognosis of Parkinson's disease.

3.Evaluation of Prognostic Factors in our Malignant Melanoma Cases
Betül Peker Cengiz, Fuzuli Tuğrul
doi: 10.5505/vtd.2022.46693  Pages 254 - 259
GİRİŞ ve AMAÇ: Melanom her yıl insidansı artarak giden mortalitesi oldukça yüksek ve genellikle deriden gelişen neoplazmdır. Mortalitesi oldukça yüksek olan bu neoplazma ait ülkemiz verilerin yansıtan çalışmalar günümüzde hala sınırlıdır. Biz de hastanemizde tedavi edilen deri melanom olgularını retrospektif olarak değerlendirdik ve diğer çalışmalarla karşılaştırmayı planladık.

YÖNTEM ve GEREÇLER: 2010-2019 yılları arasında hastanemiz patoloji kliniğinde deri melanoma tanısı almış 57 hastanın klinik ve histopatolojik özellikleri incelendi.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı (1956) 63.18+16.54’dür. Lokalizasyona göre 21 hastamız (%36.8) baş boyun, 16 hastamız (%28.1) alt ekstremite, 11 hastamız (%19.3) üst ekstremite, 9 hastamız (%15.8) gövde yerleşimlidir. Olgularımızın mínimum 1 yıllık ve maksimum 10 yıllık takiplerinde 9 (%15.8) hastada metastaz gelişti. Çalışmamızda ki 40 hasta (%70.2) nodüler melanoma, 8 hasta (%14) süperficial, 2 hasta (%3.5) Lentigo, 7 hasta (%12.3) akral melanom tanısı almıştır.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, melanomalı olgularımızın çoğunluğu güneş maruziyetine bağlı olarak baş-boyun bölgesinde ve nodüler tip olarak karşımıza çıkmıştır. Çalışmamız, bu hastaların geç evrede sağlık kuruluşuna başvurduğunu gösterdi. Melanom’da ise erken tanı prognozu ciddi olarak etkilemektedir.

INTRODUCTION: Melanomas are neoplasms that usually develop on the skin with a high prevalence and a mortality rate that is increasing year by year. Studies reflecting the data of this neoplasm, which has a very high mortality rate in our country, are still limited today. Our aim in our study was to retrospectively evaluate the skin melanoma cases treated in our hospital and to compare them with other studies.
METHODS: The clinical and histopathological features of 57 patients diagnosed with skin melanoma in the pathology clinic of our hospital between 2010 and 2019 were examined.

RESULTS: The mean age (1956) of patients was 63.18±16.54 years. The lesions were located in the head and neck in 21 patients (36.8%), in the lower extremities in 16 patients (28.1%), in the upper extremities in 11 patients (19.3%) and in the trunk in 9 patients (15.8%). Metastasis developed in 9 (15.8%) patients during a minimum 1-year and maximum 10-year follow-up of our cases. In the present study, 40 patients (70.2%) were diagnosed with nodular melanoma, 8 (14%) with superficial melanoma, 2 (3.5%) with lentigo and 7 (12.3%) with acral melanoma.

DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, most of our melanoma cases appeared as nodular type in the head and neck region due to sun exposure. Our study showed that these patients applied to the health institution in the late stage. In melanoma, early diagnosis seriously affects the prognosis.


4.Serum Vitamin B12, Folate, and Ferritin levels in Children and Adolescents with Anxiety Disorders; Controlled Study
Sabide Duygu Uygun, Zeynep Goker, Fatma Karaca Kara, Özden Üneri
doi: 10.5505/vtd.2022.95867  Pages 260 - 266
GİRİŞ ve AMAÇ: Vitamin B12, folat ve demir eksiklikleri hem erken yaşamda hem de sonraki dönemde sinaptogenez, miyelinasyon ve nörotransmisyonun bozulmasına ve artmış nörotoksisite ve oksidatif strese neden olan potansiyel mekanizmalar aracılığıyla beyin gelişimi ve idamesini etkileyebilir, bilişsel bozulma, depresyon ve anksiyete gibi nöropsikiyatrik bozukluklara neden olabilir. Bu çalışmanın amacı, anksiyete bozukluğu olan çocuklar ve sağlıklı kontroller arasında serum B12 vitamini, folat ve ferritin düzeylerini karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hasta grubu ilk kez anksiyete bozukluğu tanısı alan, anksiyete bozuklukları dışında bedensel veya ruhsal hastalığı olmayan 8-17 yaş arası 40 çocuktan oluşurken, kontrol grubunu hasta grubuyla yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilen bedensel ve ruhsal olarak sağlıklı 40 olgu oluşturmaktadır. Psikiyatrik tanılar için yarı yapılandırılmış bir görüşme kullanılırken, hasta grubuna öz-bildirim ölçekleri uygulanmıştır. Serum vitamin B12, folat ve ferritin düzeyleri tıbbi kayıtlardan elde edilmiştir.
BULGULAR: Hasta grubunun serum ferritin ve folat düzeyleri kontrollere göre istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulunmuştur (sırasıyla 34,0 ng/ml’ye karşı 46,9 ng/ml, 8,5±2,2 ng/mL’ye karşı 10,4±2,8 ng/mL). Serum vitamin B12 düzeyleri açısından hastalar ve kontroller arasında anlamlı bir farklılık saptanmamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İlk bulgularımız, düşük ferritin ve folat düzeylerinin çocukluk çağı anksiyete bozuklukları ile ilişkili olduğunu gösterecek daha sonraki çalışmalar için bilimsel olarak önemli olabilir. Çocukluk çağı başlangıçlı anksiyete bozuklukları ile beslenme eksiklikleri arasında nedensel bir ilişki olup olmadığı daha geniş örneklemli uzunlamasına çalışmalarda araştırılmalıdır.
INTRODUCTION: Vitamin B12, folate, and iron deficiencies both in early life and later can affect brain development and maintenance via potential mechanisms causing impaired synaptogenesis, myelination and neurotransmission, and increased neurotoxicity and oxidative stress, resulting in neuropsychiatric disorders like cognitive impairment, depression and anxiety. This study aimed to compare serum vitamin B12, folate, and ferritin levels between children and adolescents with anxiety disorders and healthy controls.
METHODS: The patient group consisted of 40 children aged 8-17 years who were newly diagnosed with anxiety disorders, had no physical or mental illness other than anxiety disorders, and whose serum vitamin B12, folate, and ferritin levels were measured in the last six months for any reason. As the control group, 40 subjects matched to the patient group for age and sex were selected from mentally and physically healthy children and adolescents. A semi-structured psychiatric interview was used for the diagnosis. Serum vitamin B12, folate, and ferritin levels were obtained from medical records.
RESULTS: Serum ferritin and folate levels in the patient group were found to be statistically significantly lower than the controls (34.0 ng/ml versus 46.9 ng/ml, 8.5±2.2 ng/mL versus 10.4±2.8 ng/mL, respectively), unlike serum vitamin B12 levels.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our initial findings may be scientifically important for further studies, which will show that low ferritin and folate levels are associated with childhood anxiety disorders. Whether there is a causal relationship between childhood-onset anxiety disorders and nutritional deficiencies should be investigated in longitudinal studies with larger samples.

5.The Effect of GLP-1 Agonist Treatment On Subclinical Atherosclerosis
Davut Sakız, Murat Çalapkulu, Muhammed Erkam Sencar, Seyit Murat Bayram, İlknur Ozturk Unsal, Muhammed Kizilgul, Bekir Uçan, Mustafa Özbek, Erman Çakal
doi: 10.5505/vtd.2022.09815  Pages 267 - 274
GİRİŞ ve AMAÇ: Obez ve diyabetik hastalarda kardiyovasküler riskler artmıştır. Bu nedenle, antidiyabetik tedavilerin kardiyovasküler risk üzerine etkileri önemlidir. GLP-1 analoglarının kardiyovasküler olayları azalttığı gösterilmişse de subklinik aterosklerozun progresyonuna etkisi net değildir. Bu açıdan, kliniğimizde eksenatid tedavisi almış hastaların kardiyovasküler risk belirteçlerinin değerlendirilmesini planladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Vücut kitle indeksi >35 olan, 56 Tip 2 Diabetes Mellitus (DM) hastasının verileri retrospektif olarak incelendi. Eksenatid tedavisi öncesi ve altı aylık tedavi sonrası demografik, antropometrik ve klinik bulguları tarandı. Trigliserid/HDL oranının logaritmik hesaplanması ile elde edilmiş olan kardiyovasküler risk belirteci Atherogenic Index of Plasma (AIP), ürik asit, carotis intima media kalınlığı (KIMK), HbA1c, açlık kan şekeri (AKŞ) ve tokluk kan şekeri (TKŞ) düzeyleri değerlendirildi.
BULGULAR: Elli altı hastanın 11’i yan etki vb. nedenlerle exenatide tedavisini bıraktı. Çalışmaya dahil edilen 45 hastanın AIP, HbA1c, ürik asit, AKŞ, TKŞ, bel çevresi, kalça çevresi, vücut kitle indeksi (VKI), total kolesterol ve trigliserid değerlerinde anlamlı derecede düzelme tespit edildi. Ancak KIMK, kan basıncı, spot idrar albumin/kreatinin oranı, LDL, HDL ve c-peptid düzeylerinde değişiklik tespit edilmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Subklinik aterosklerozun biyokimyasal belirleyicileri olan AIP ve ürik asit düzeylerinde eksenatid tedavisi ile düzelme sağlandı. Ancak KIMK ölçümlerinde herhangi bir değişiklik gözlenmedi. Bu sonuçlar, kardiyovasküler çalışmalarda olumlu etkileri gösterilen GLP-1 agonist tedavisinin subklinik aterosklerozun ilerlemesini yavaşlatabileceği, ancak mevcut aterosklerotik plak üzerinde etkisi olmadığı şeklinde yorumlanabilir.
INTRODUCTION: Although GLP-1 agonists have been shown to reduce cardiovascular events, their effect on the progression of subclinical atherosclerosis is not clear. In this respect, it was planned to evaluate cardiovascular risk markers in obese and diabetic patients receiving exenatide therapy.
METHODS: This retrospective study included 56 patients with Type 2 Diabetes Mellitus (DM) with a body mass index (BMI) >35. Demographic, anthropometric and clinic characteristics before and after six-month treatment with exenatide were screened. Cardiovascular risk marker Atherogenic Index of Plasma (AIP), uric acid, carotis intima media thickness (CIMT), HbA1c, fasting blood glucose (FBS) and postprandial blood glucose (TCG) levels were evaluated.
RESULTS: Eleven of the fifty-six patients had discontinued exenatide due to side effects, etc. 45 patients (35 females, 10 males; age 50 ± 9.5 years) completed the study. AIP, HbA1c, uric acid, fasting plasma glucose, postprandial glucose, waist circumference, hip circumference, body mass index (BMI), total cholesterol, and triglyceride levels were improved with exenatide treatment. However, no change was detected in CIMT, blood pressure, spot urine albumin/creatinine ratio, LDL, and HDL levels.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Glycemic parameters, AIP and uric acid levels, which are biochemical predictors of subclinical atherosclerosis, were improved with GLP-1 agonist exetide treatment. However, no change was observed in CIMT measurements. These findings can be interpreted as exenatide therapy, can slow down the progression of subclinical atherosclerosis, but has no effect on existing atherosclerotic plaque.

6.Relationship between Non-Alcoholic Fatty Liver Disease and Cardiovascular and Metabolic Risk Indices
Şevin Demir, Huriye Ecem Subaşı
doi: 10.5505/vtd.2022.76753  Pages 275 - 282
GİRİŞ ve AMAÇ: Non alkolik yağlı karaciğer hastalığının (NAYKH) diğer metabolik disfonksiyonlarla birlikteliği oldukça fazla olmasına rağmen tek başına da karşımıza çıkabilmektedir. Çalışmamızda metabolik sendromu olmayan hastalarda NAYKH ile ilişkili faktörleri araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Check-up polikliniğimize başvurmuş hastaların dosyaları retrospektif olarak taranarak, çalışmaya alınma kriterlerine uyan hastalar yaş değişkeni eşitlenerek 277 NAYKH olan ve 280 olmayan kişi olarak iki gruba ayrıldı. Gruplar arası antropometrik ve biyokimyasal değerler, fibrozis skorları, kardiyovasküler ve metabolik risk indeksleri karşılaştırıldı.
BULGULAR: Yağlı karaciğeri olan ve olmayan bireyler arasında bel çevresi, bel kalça oranı (BKO), vücut kitle indeksi (VKİ), ALT, AST/ALT oranı, ürik asit, sigara içme durumları, lipid düzeyleri, Trigliserit/HDL oranı, hemoglobin, homeostaz modeli insülin direnci değerlendirmesi (HOMA-IR), trigliserit-glukoz indeksi (TyG), visseral adipozite indeksi (VAI) parametreleri açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar vardı (p<0.005). VKİ<25 kg/m2 olan kişilere bakıldığında sigara içme, total ve LDL kolesterol, ALT, AST/ALT oranı, HOMA-IR değerleri arasındaki fark anlamlılığını yitirdi. VKİ≥25 kg/m2 olan grupta ise sadece bel çevresi, BKO ve VKİ açısından anlamlı farklılıklar kaldı. Hepatosteatozisin VAI, TyG, Trigliserit/HDL ve AST-trombosit oranı indeksi değerleri ile pozitif; AST/ALT ile negatif korelasyonu olduğu gözlenmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Normal kilolu bireylerde kardiyovasküler ve metabolik risk göstergeleri NAYKH ile önemli ölçüde artarken, fazla kilolularda bu risk artışı karaciğer yağlanmasından bağımsız olmaktadır.
INTRODUCTION: While non-alcoholic fatty liver disease (NAFLD) is linked to other metabolic dysfunction, it may also occur alone. In our study, we investigate the factors associated with NAFLD in subjects that do not have metabolic syndrome.
METHODS: The files of the patients that applied to our check-up outpatient clinic were evaluated retrospectively, and patients who met the criteria for admission to the study were divided into those with and without NAFLD (n=277 and n=280, respectively) with the age variable being adjusted. Anthropometric and biochemical values, fibrosis scores, cardiovascular and metabolic risk indices were compared between groups.
RESULTS: Between individuals with and without NAFLD there were statistically significant differences in terms of waist circumference (WC), waist-hip ratio (WHR), body mass index (BMI), ALT, AST/ALT, uric acid, smoking status, lipid levels, Triglyceride/HDL, hemoglobin, homeostasis model assessment insulin resistance (HOMA-IR), triglyceride-glucose index (TyG), visceral adiposity index (VAI) parameters (p<0.005). When people with BMI<25 kg/m2 were considered, the difference between smoking, total and LDL cholesterol, ALT, AST/ALT, and HOMA-IR values lost their significance. In the group with BMI≥25 kg/m2, significant differences remained only in terms of WC, WHR and BMI. It has been observed that hepatosteatosis has a positive correlation with the values of VAI, TyG, Triglyceride/HDL and AST-platelet ratio index and a negative correlation with AST/ALT.
DISCUSSION AND CONCLUSION: While cardiovascular and metabolic risk indicators were significantly increased in lean individuals with NAFLD, the increase in those risks in overweight individuals was independent of fatty liver.

7.Evaluation of Awareness of Pediatric Urology and Parents' Internet Use
Mesut Berkan Duran, Varol Nalcacioglu
doi: 10.5505/vtd.2022.87528  Pages 283 - 289
GİRİŞ ve AMAÇ: İnternet günlük hayatta giderek daha önemli hale gelmekte ve sağlık hizmetleri de bu değişime direnmemekle birlikte buna bağlı olarak gelişmeye devam etmektedir. Bu çalışmada, pediatrik üroloji farkındalığının ve çocuk üroloji hastalarının ebeveynlerinin tıbbi amaçlı internet kullanımının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Randomize olarak seçilen 139 ebeveyne iyi hazırlanmış 12 soruluk anonim anket uygulandı. Ebeveynlere polikliniğe başvurmadan önce çocuklarının ürolojik sorunu ile ilgili internetten bilgi alıp almadıkları, aldılar ise; hangi web sitelerinden araştırma yaptıkları, bu araştırmanın faydalı olup olmadığı, araştırmanın doktor ile ilişkilerine nasıl etki ettiği ve başvuru öncesinde çocuk üroloji branşı hakkında bilgi sahibi olup olmadıkları sorgulandı.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 139 ebeveynin %83,5’inde internet erişimi mevcuttu. Artan eğitim düzeyine paralel olarak internet erişiminin anlamlı olarak arttığı dikkat çekmiştir. Tıbbi içerikli internet araştırması yapan ebeveynlerin eğitim düzeyleri incelendiğinde, üniversite ve üzeri mezunlarının oranı (%90,9) ilkokul mezunlarından (%62,5) anlamlı olarak fazla bulunmuştur. Ebeveynleri internet araştırması yapan çocukların yaş ortalamasının, yapmayanlardan anlamlı olarak daha düşük olduğu tespit edilmiştir (sırasıyla 6,3±3,9 vs 8,4±5,1 yaş). İnternet araması için kullanılan kaynakların, farklı eğitim seviyelerinde istatistiksel olarak anlamlı farklılık gösterdiği de karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca sadece %36,7 ebeveynin poliklinik ziyareti öncesinde çocuk üroloji branşı hakkında bilgisi olduğu bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çocuk ürolojisi polikliniğine başvuran ebeveynler arasında internet kullanımının önemli düzeyde olduğu ve çocuk ürolojisi konusunda farkındalığın az olduğu gösterilmiştir.
INTRODUCTION: The internet is increasingly becoming important in daily life and healthcare services do not resist this change and keep evolving accordingly. In this study it was aimed to evaluate the awareness of pediatric urology, use of the internet for medical purposes by the parents of pediatric urology patients.
METHODS: A well-prepared 12-question anonymous questionnaire was administered to randomly selected 139 parents. Parents were questioned on whether they sought on the web information about the urologic problem of their child before presenting to the outpatient clinic, if so from which websites, whether the search results were useful, how it affected their relationship with the physician, whether they had knowledge about the pediatric urology subspecialty before presenting to outpatient clinic.
RESULTS: Percentages of internet access increased parallel to the increased level of education. In the educational status analysis of the parents who performed an internet search, the ratio of the graduates of the university and above (90.9%) were statistically higher than primary school graduates (62.5%). The average age of children whose parents performed internet search was significantly lower than whose parents did not (6.3±3.9 vs 8.4±5.1 years respectively). The sources used for the internet search were statistically different across different levels of education.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Significant use of the internet among those attending pediatric urology outpatient clinic is demonstrated and that there was less awareness of the pediatric urology.

8.Evaluation of the Effect of Oral Corticosteroid Treatment on Clinical Course, Hospitalization and Mortality in COVID-19 Patients
Umay Balcı, Figen Sarıgül, Derya Seyman, Alper Tahmaz, Ayşegül Seremet Keskin, Kübra Demir Önder, Hande Berk, Ulku User, Filiz Kizilates
doi: 10.5505/vtd.2022.00908  Pages 290 - 296
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 hastalığında virüsün neden olduğu hiperinflamasyon döneminde kısa süreli ve düşük doz intavenöz kortikosteroidlerin, hastalığın ilerlemesini önlediği ve mortaliteyi azalttığı bildirilmiştir. Çalışmamızın amacı hafif-orta COVID-19 pnömonisi olup oksijen ihtiyacı olmayan ve ayaktan oral kortikosteroid tedavisi başladığımız hastaların klinik seyrinin, hastaneye tekrar başvuru ve mortalite oranlarının değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kasım 2020-Ocak 2021 tarihleri arasında hastanemize hafif-orta COVID-19 pnömonisi tanısıyla başvuran ve ayaktan, oral sistemik KS tedavisi verilen 18 yaş üstü hastalar çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilme kriterleri; SARS-CoV-2 PCR testinin pozitif olması, akciğer bilgisayarlı tomografisinde hafif-orta COVID-19 tutulumuyla uyumlu pnömoni bulgusu olması, semptom başlangıcından itibaren yedi gün ve üzerinde süre geçmiş olması, oksijen satürasyonunun 93 ve üzerinde olmasıydı. Hastalara oral sistemik kortikosteroid olarak deksametazon 8 miligram (mg), metilprednizolon 32 mg ve metilprednizolon 40 mg verilmişti. Hasta dosyalarından ve hastane veri tabanından toplanan veriler retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 49,2 ±12 yıl ve %60’ı erkek, %40’ı bayan idi. Ortalama steroid süresi 6,76 ±2,35 gün olarak tespit edildi. Devam eden semptomlar nedeniyle hastaların %56’sı tekrar hastaneye başvurdu, %12’sine klinik ve laboratuvar kötüleşmesi nedeniyle hastane yatışı yapıldı, yoğun bakım yatış oranı %3 ve mortalite oranı da %2 (2/100) olarak saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak; hafif-orta COVID-19 pnömonisinde oral kortikosteroidlerin mortalite ve morbidite üzerine etkinliği gösterilememiştir. Bu konuda iyi tasarlanmış randomize kontrollü çalışmalar ile daha sağlıklı veriler elde edilecektir.
INTRODUCTION: It has been reported that short-term and low-dose intravenous corticosteroids prevent the progression of the disease and reduce mortality during the hyperinflammation period caused by the virus in COVID-19 disease. The aim of our study is to evaluate the clinical course, hospital readmission and mortality rates of patients with mild to moderate COVID-19 pneumonia, who do not need oxygen and for whom we started outpatient corticosteroid treatment.
METHODS: Patients over the age of 18 who applied to our hospital with the diagnosis of mild-to-moderate COVID-19 pneumonia and were treated with outpatient oral systemic corticosteroid were included in the study.Inclusion criteria were pneumonia finding consistent with mild to moderate COVID-19 involvement in lung computerized tomography, seven days or more from symptom onset, and oxygen saturation of 93 and above. The patients were given dexamethasone 8 milligrams (mg) methylprednisolone 32 mg, methylprednisolone 40 mg as oral systemic corticosteroid.
RESULTS: The median age (min-max) of the patients was 49.24 (22-91), and 60% of them were male. The median steroid duration was 6.6 (1-10) days. Due to ongoing symptoms, 56% of the patients were admitted to the hospital again, 12% were hospitalized due to clinical and laboratory deterioration, the intensive care hospitalization rate was 3% and the mortality rate was 2% (2/100).
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, the effectiveness of oral corticosteroids on mortality and morbidity has not been demonstrated in mild to moderate COVID-19 pneumonia. Well-designed randomized controlled studies are needed on this subject.

9.IL-6, IL-8, TNF-α and C-Reactive Protein Levels in the Diagnosis and Prognosis of Neonatal Sepsis
Ruken Yıldırım, Mehmet Celal Devecioglu
doi: 10.5505/vtd.2022.89166  Pages 297 - 302
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmada, IL-6, IL8, TNF-α ve C-reaktif protein (CRP) düzeylerinin yenidoğan sepsisinde tanı ve prognoz açısından önemi ve güvenirliğinin saptanması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yenidoğan yoğunbakım ünitesinde yenidoğan sepsisi ön tanısıyla takip ve tedavisi yapılan 30 yenidoğan ve herhangi bir hastalığı olmayan annelerden problemsiz olarak doğan sağlıklı 20 yenidoğan çalışmaya dahil edildi. Olguların cinsiyet, gestasyonal yaş, postnatal yaş, doğum yeri ve şekli, doğum ağırlığı, IL-6, IL-8, TNF-α ve CRP seviyeleri kaydedildi.
BULGULAR: Klinik olarak sepsis tanısı konulan 30 vakadan 16 (% 53.3)’ü erkek, 14 (% 46.7)’si kız idi. Kontrol grubundaki 20 vakanın ise 11 (% 55)’i erkek, 9 (% 45)’i kız idi. 30 sepsis olgusunun 8’i erken başlangıçlı (% 26.6), 22’si geç başlangıçlı (% 73.4) yenidoğan sepsisi olarak kabul edildi. Erken başlangıçlı sepsiste mortalite oranı % 25 iken, geç başlangıçlı sepsis olgularında bu oran % 36.3 idi. Olguların olduğu grupta, C-reaktif protein, İnterlökin-6 ve İnterlökin-8, kontrol grubundan istatistik olarak anlamlı derecede daha yüksek bulundu. Tümör nekrozis faktör-α düzeyleri bakımından gruplar arası fark istatistik olarak anlamlı bulunmamıştır. Eksitus olan olgularda IL-6 (p: 0.001) ve IL-8 (p: 0.007) düzeyleri istatistik olarak anlamlı derecede yüksek bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yenidoğan sepsisi tanısında C-reaktif protein, İnterlökin-6, İnterlökin-8 düzeyleri kullanılabilecek parametreler olarak bulunurken, TNF-α tanısal değere sahip bulunmadı. Yenidoğan sepsisi prognozunda ise IL-6 ve IL-8 düzeyleri anlamlı bulundu.
INTRODUCTION: The aim of the study was to determine the importance and reliability of IL-6, IL8, TNF-α and C-reactive protein (CRP) levels in terms of diagnosis and prognosis in neonatal sepsis.
METHODS: Thirty newborns who were followed up and treated with the prediagnosis of neonatal sepsis in Neonatal Intensive Care Unit and 20 healthy newborns born to mothers without any disease were included in the study. Gender, gestational age, postnatal age, place and type of birth, birth weight, IL-6, IL-8, TNF-α and CRP levels of the cases were recorded.
RESULTS: Of the 30 cases diagnosed clinically as sepsis, 16 (53.3%) were male and 14 (46.7%) were female. Of the 20 cases in the control group, 11 (55%) were male and 9 (45%) were female. Eight (26.6%) of 30 sepsis cases were accepted as early-onset and 22 (73.4%) late-onset neonatal sepsis While the mortality rate in early-onset sepsis was 25%, this rate was 36.3% in late-onset sepsis cases. C-reactive protein, Interleukin-6, and Interleukin-8 were found to be statistically significantly higher in the group of cases than in the control group. Tumor necrosis factor-α levels were statistically similar in both groups. IL-6 (p: 0.001) and IL-8 (p: 0.007) levels were found to be statistically significantly higher in deceased cases.
DISCUSSION AND CONCLUSION: C-reactive protein, Interleukin-6, Interleukin-8 levels in the diagnosis of neonatal sepsis found as parameters that can be used, TNF-α was not found to have diagnostic value. IL-6 and IL-8 levels were found to be significant in neonatal sepsis prognosis.

10.Impact of Covid-19 Pandemic on Emergency Room Burden
Şimşek Çelik, Sefa Yurtbay, Yusuf Kenan Tekin, İlhan Korkmaz, Pelin Çelik
doi: 10.5505/vtd.2022.87405  Pages 303 - 308
GİRİŞ ve AMAÇ: Pandemi döneminde acil servislere başvuran hasta sayısı ve profilinde değişiklikler olduğu görülmektedir. Bu araştırma, pandemi öncesi ve pandemi dönemindeki acil servise başvuran hasta yükünü incelemek, hastaların demografik özelliklerini ve başvuru şikayetlerini belirlemek amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Acil Servise 1 Nisan 2019- 30 Nisan 2019 tarihleri arasında ve 1 Nisan- 30 Nisan 2020 tarihleri arasındaki hasta başvuruları geriye dönük olarak incelenmiştir. Hastaların demografik özellikleri ve acil servise başvuru şikayetleri değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Acil servise başvuran hasta sayısı pandemi öncesi dönemde 36617 iken, pandemi döneminde ise 10907 olmuştur. Pandemi dönemi ve pandemi öncesi dönem karşılaştırıldığında; yeşil alanda takip edilen hasta, travma hastası, toplam yatan hasta, kardiyoloji servisine yatan hasta, nöroloji servisine yatan hasta, göğüs hastalıkları servisine yatan hasta ve ambulans ile acil servise başvuran hasta sayılarında pandemi döneminde önemli düzeyde azalma olduğu belirlenmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pandemi döneminde, pandemi öncesi döneme göre acil servisdeki toplam hasta sayısı ve alan hasta sayıları (yeşil, sarı) anlamlı oranda düşüş göstermiştir. Bu durum mortalite ve morbiditenin artmasına neden olabilir. Bu nedenle halkın hastaneye yatış gerektiren acil hastalıklar hakkında detaylı bir şekilde bilgilendirilmesi çok önemlidir.
INTRODUCTION: It is seen that there are changes in the number and profile of patients who applied to the emergency services during the pandemic period. This study was carried out to examine the patient burden who applied to the emergency department before and during the pandemic, and to determine the demographic characteristics of the patients and their complaints.
METHODS: Patient applications to the Emergency Department between April 1, 2019 and April 30, 2019 and between April 1 and April 30, 2020 were retrospectively analyzed. Demographic characteristics of the patients and complaints of admission to the emergency department were evaluated.
RESULTS: While the number of patients admitted to the emergency department was 36617 in the pre-pandemic period, it was 10907 during the pandemic period. When the pandemic period and the pre-pandemic period are compared; It was determined that there was a significant decrease in the number of patients followed in the green area, trauma patients, total inpatients, inpatients in the cardiology service, inpatients in the neurology service, inpatients in the chest diseases service, and patients admitted to the emergency service by ambulance during the pandemic period.
DISCUSSION AND CONCLUSION: During the pandemic period, compared to the pre-pandemic period, the total number of patients in the emergency room and the number of patients receiving it (green, yellow) decreased significantly. This may lead to increased mortality and morbidity. For this reason, it is very important to inform the public in detail about emergency diseases that require hospitalization.

11.The Worth of Ionized Calcium Levels Calculated by Zeisler, Butler and Hanna Methods in Diagnosis of Hypocalcemia
Tuba Batur, Halil İbrahim Akbay, Erdem Çokluk
doi: 10.5505/vtd.2022.42744  Pages 309 - 313
GİRİŞ ve AMAÇ: Zeisler, Butler ve Hanna metoduyla hesaplanan iyonize kalsiyum düzeyinin hipokalsemi değerlendirmesinde tanısal yeterliliğinin incelenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yaşları 20 ile 60 yaş arasında değişen toplam 500 bireye ait tam kan iyonize kalsiyum ve serum total kalsiyum düzeyi retrospektif olarak tarandı. Bireyler serum albümin düzeylerine göre hipoalbuminemi ve normoalbuminemi gruplarına ayrıldı. Bu gruplarda iyonize kalsiyum düzeyi referans alınarak, Zeisler, Butler ve Hanna metoduyla hesaplanan iyonize kalsiyum ve total kalsiyum konsantrasyonlarının hipokalsemi açısından tanısal performansı incelendi. Direkt ölçülen iyonize kalsiyum ve bahsi geçen formüllerle hesaplanan iyonize kalsiyum düzeyleri arasındaki fark Wilcoxon signed ranks; ilişki ise Spearman korelasyon analiziyle incelendi.
BULGULAR: The ionized calcium levels calculated by the Zeisler,Butler, Hanna methods were higher than the directly measured ionized calcium level(p<0.001).The method with the highest sensitivity and accuracy in terms of hypocalcemia was the Zeisler method.However, the specificity and negative predictive values were low.There was no correlation between directly measured ionized calcium and calculated ionized calcium levels in the hypoalbuminemia group(p>0.05). A significant correlation was observed between ionized calcium and calcium levels calculated by the Zeisler and Hanna methods in the normoalbuminemia group,but this correlation was low(p=0.010;r=-0.269,p=0.014;r=-0.254).No correlation was observed between ionized calcium and calcium calculated by Butler's method(p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmanın sonuçları Zeisler, Butler ve Hanna metodunun iyonize kalsiyum tahmininde kullanımını sınırlandırmaktadır. Bu metotlarla iyonize kalsiyum düzeyi konusunda yorum yapmanın güvenilir olmayacağı kanaatindeyiz.
INTRODUCTION: It was aimed to examine the diagnostic performance of the ionized calcium levels calculated by the Zeisler, Butler and Hanna method on the evaluation of hypocalcemia.
METHODS: Whole blood ionized calcium and serum total calcium levels of 500 individuals aged between 20-60 years were retrospectively screened.Individuals were divided into hypoalbuminemia and normoalbuminemia groups according to their serum albumin concentrations.In these groups, the diagnostic performance of total calcium and ionized calcium concentrations calculated by Zeisler,ButlerandHanna methods in terms of hypocalcemia were examined. While determining hypocalcemia, ionized calcium level was accepted as a reference.The difference and correlation between directly measured ionized calcium and calculated ionized calcium were analyzed by Wilcoxon signed ranks and Spearman correlation analysis.
RESULTS: The ionized calcium levels calculated by the Zeisler,Butler, Hanna methods were higher than the directly measured ionized calcium level(p<0.001).The method with the highest sensitivity and accuracy in terms of hypocalcemia was the Zeisler method.However, the specificity and negative predictive values were low.There was no correlation between directly measured ionized calcium and calculated ionized calcium levels in the hypoalbuminemia group(p>0.05). A significant correlation was observed between ionized calcium and calcium levels calculated by the Zeisler and Hanna methods in the normoalbuminemia group,but this correlation was low(p=0.010;r=-0.269,p=0.014;r=-0.254).No correlation was observed between ionized calcium and calcium calculated by Butler's method(p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The results of the study limit the use of the Zeisler,Butler and Hanna methods in estimating ionized calcium.We believe that it would not be reliable to comment on the level of ionized calcium with these methods.

12.Examination Of The Distribution Of AB0, Rh Blood Groups And Rh Subgroups İn Şanlıurfa Province
İbrahim Halil Dikici
doi: 10.5505/vtd.2022.85530  Pages 314 - 319
GİRİŞ ve AMAÇ: Gelişmiş ülkelerde AB0 ve Rh kan gruplamanın yanında Rh subgruplar içinde veri tabanı bulunmaktadır. Ülkemizde Rh subgrupları dağılımı ile ilgili yapılmış bir çalışma yoktur. İlimizde AB0, Rh kan grubu ve Rh subgrup grubu dağılımının incelenmesini yapmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemize 2012-2018 yılları arasında, müracaat eden hasta, donör ve sağlıklı bireylerden oluşan 58000 kişinin kan grupları ve 103 kişinin Rh subgrupları retrospektif olarak analiz edildi. Kan grupları mikrokolon aglutinasyon yöntemi ile çalışıldı.
BULGULAR: Çalışmamıza 58000 kişi dahil edildi. Bu kişilerden 18607 (% 32.08) kişinin kan grubu A(+), 1996 (%3.44) kişinin kan grubu A(-), 11133 (%19.19) kişinin kan grubu B(+), 1029(%1.77) kişinin kan grubu B(-), 18850 (%32.50) kişinin kan grubu 0(+), 1878(%3.24) kişinin kan grubu 0(-), 4082 (%7.03) kişinin kan grubu AB(+), 425 (%0.73) kişinin kan grubu ise AB(-) olarak tespit edildi. Rh subgruplarda ise 103 kişiden 90 (%87.37) kişinin D(+), 79 (%76.69) kişinin C(+), 102 (%99) kişinin e(+), 75 (%72.81) kişinin c(+), 24 (%23.30)kişinin ise E(+) tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: AB0 gruplandırma sistemine göre en fazla 0 (%35.74) kan grubu tespit edildi. Rh gruplandırma sistemine göre ise % 92 oranında Rh(+) olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca subgruplarda ise en fazla e (+) tespit edilmiştir. Elde ettiğimiz verilerin ülkemizin kan grubu veri tabanına katkı sağlayacağını düşünüyoruz.
INTRODUCTION: In developed countries,there is database for Rh subgroups as well as AB0 and Rh blood grouping. There is no study conducted on the distribution of Rh subgroups in our country. We aimed to examine the distribution of AB0, Rh blood group and Rh subgroup in our province.
METHODS: The blood groups of 58,000 patients, donors and healthy individuals who applied to our hospital between 2012 and 2018, and the subgroups of 103 people were analyzed retrospectively. Blood groups were studied by microcolumn agglutination method.
RESULTS: 58000 people were included in our study. 18607(%32.08) people blood type A(+), 1996(%3.44) people blood type A(-), 11133(%19.19) people blood type B(+), 1029(%1.77) people 77 people's blood type is B(-), 18850(%32.50) people's blood type is 0(+), 1878 (%3.24) people's blood type is 0(-), 4082(%7.03) people's blood type is AB(+), blood group of 425 (%0.73) people was determined as AB(-). In Rh subgroups, 90 (%87.37) of 103 people were D(+), 102 (%99) e(+) and Kell(+) 6(%5.82).
DISCUSSION AND CONCLUSION: According to the AB0 grouping system, the maximum 0(35.74%) group, the highest Rh (+) 92% and the most e(+) Rh subrgroup were detected. We think that the data we obtained will contribute to the blood group database of our country.

13.Diagnostic Role of Bronchoscopic Brush Biopsy Guided by Thin Section Computed Tomography in Peripheral Pulmonary Lesions
Esma Gezer Pekyen, Bünyamin Sertoğullarından
doi: 10.5505/vtd.2022.26443  Pages 320 - 326
GİRİŞ ve AMAÇ: Akciğer periferindeki lezyonlar periferik pulmoner lezyonlar (PPL) olarak adlandırılır. PPL tanısı, malign nitelikte olabileceğinden önemlidir. Bronş labirentinde rehberlik eden bir aracın yokluğunda PPL'ye tanı koymak zordur. Bilgisayarlı tomografi (BT) ince kesit multiplanar rekonstrüksiyon görüntüleri PPL bronkoskopik tanısında alternatif kılavuz olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu çalışmada, multiplanar rekonstrüksiyon görüntüleri rehberliğinin PPL'ye tanısal işlem etkinliğini incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Merkezimizdeki Toraks BT multiplanar rekonstrüksiyon ince kesit görüntüleri rehberliğinde bronkoskopik fırça biyopsisi yapılan PPL bulunan hastalar retrospektif olarak incelendi. Lezyonun distal bronşa uzaklığı, bronş ilişkisinin varlıği, PPL yeri ve boyutu hastane görüntü kayıt arşivinden kaydedildi. Tanı oranı, işlem kayıtlarından elde edildi.
BULGULAR: Çalışmaya 92 olgu alındı. Ortalama PPL boyutu 40 ± 21 mm ve ortalama distal bronş lezyon mesafesi 27 ± 19 mm idi. Bronşiyal ilişki 49 (%53.3) hastada saptandı. Yöntemin tanısal verimi % 48.9 bulundu. Bronş ilişkisi olan hastalarda tanı oranı (%67.3) olmayanlara göre (%26.7) anlamlı olarak yüksek bulundu (p=0.001). Lojistik regresyon analizinde tanıyı etkileyen faktörler; distal bronş lezyon mesafesi, bronş ilişkisi varlığı ve lezyonun lokalizasyonu idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Multiplanar ince kesit BT rekonstrüksiyon görüntüleri girişimsel radyoloji ünitesinin bulunmadığı ve diğer rehberlik araçlarının kullanılamadığı merkezlerde PPL bulunan ve 20 mm 'den büyük ve bronş ilişkisi olan olan olgularda bronkoskopi rehberliği için kullanılabilir.
INTRODUCTION: Pulmonary lesions in peripheral lung are considered as Peripheral pulmonary lesions(PPL).Diagnosis of PPL is important because it can be malignant nature.Diagnosis of PPL has limited sensitivity in the absence of a target-guiding tool in the bronchial labyrinth.Multiplanar reconstruction images created with thin multi-slice imaging of computed tomography(CT) have started to be used as an alternative guide for bronchoscopy of PPL.In this study, we aimed to examine the diagnostic efficiency of the guidance of multiplanar reconstruction images for PPL diagnosis.
METHODS: Patients have PPL who underwent a bronchoscopic brush biopsy by gidance of multiplanar reconstruction thin images on thorax CT scans were retrospectively analyzed.The distance of the lesion to the distal bronchus,presence of bronchial association and location and size of PPL were recorded from hospital image archive system.The diagnostic rate was recorded from the procedure record unit.
RESULTS: The study was conducted with 92 cases.The mean size of PPL was 40±21 mm, and the average distal bronchial lesion distance was 27±19 mm.Bronchial association was found in 49(53.3%) patients. The diagnostic yield of the method was 48.9%.Diagnostic rate in patients with bronchial association(67.3%) was found to be significantly higher than those without(26.7%)(p=0.001).In logistic regression analysis, the factors affecting the diagnosis were distal bronchial lesion distance, presence of bronchial association and localization of the lesion.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The guidance of thin multi-slice CT reconstruction images for PPL diagnosis can be easily performed in patients with PPL that over 20 mm and have bronchial association in centers where there is no interventional radiology unit and other guidance tools.

14.Epiretinal Membrane Surgery on Youtube
Murat Serkan Songur, Mehmet Çıtırık
doi: 10.5505/vtd.2022.67503  Pages 327 - 331
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada amacımız retinada oluşan epiretinal membran cerrahisiyle ilgili YouTube videolarının yararlılığını değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: YouTube arama motorunda ‘epiretinal membrane surgery’ yazarak taratıldığında, bu konuyla ilgili ilk çıkan 100 video değerlendirilmeye alındı. Daha sonra bu videolar DISCERN, Journal of the American Medical Association (JAMA) ve Global Quality (GQ) skorlama sistemleri ile analiz edilerek skorlandı.
BULGULAR: Değerlendirilen videoların DISCERN skoru 30.0±7.8; JAMA skoru 1.5±0.6; GQ skorlaması ise 1.8±0.6 olarak bulundu. Epiretinal membran cerrahisiyle ilgili çıkan sonuçlar bu üç skorlama sisteminin kalite skorlamasına göre değerlendirildiğinde, DISCERN skoru zayıf; JAMA skoru düşük kalite ve GQ skorlamasında ise zayıf kaliteye sahip olarak değerlendirildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Youtube da epiretinal membran cerrahisi ile ilgili birçok video bulunmasına rağmen, bu videoların kaynak olarak yararlılığının düşük ve kalitesinin zayıf olduğu tespit edildi.
INTRODUCTION: In this study, our aim is to evaluate the usefulness of YouTube videos about epiretinal membrane surgery in the retina.
METHODS: When it was scanned by typing 'epiretinal membrane surgery' in the YouTube search engine, the first 100 videos on this subject were evaluated. Then, these videos were analyzed and scored with DISCERN, Journal of the American Medical Association (JAMA) and Global Quality (GQ) scoring systems.
RESULTS: DISCERN score of the evaluated videos was 30.0±7.8; JAMA score 1.5±0.6; the GQ score was found to be 1.8±0.6. When the results of epiretinal membrane surgery are evaluated according to the quality scoring of these three scoring systems, the DISCERN score is weak; the JAMA score was assessed as low quality and the GQ scoring as poor quality.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although there are many videos about epiretinal membrane surgery on Youtube, it has been determined that these videos are low usefulness as a source and poor quality.

15.Covid-19 Course in Connective Tissue Disease-Related Interstitial Lung Disease Patients
Hasan Satış, Yasemin Ünsal, Abdurrahman Tufan
doi: 10.5505/vtd.2022.67790  Pages 332 - 336
GİRİŞ ve AMAÇ: Coronovirus 2019 (Covid-19) enfeksiyonu, akciğer hastalığı olan hastalarda artan mortalite ile ilişkilendirilmiştir. Bu çalışmada, bağ dokusu hastalığına bağlı interstisyel akciğer hastalığı (BDH-İAH) gelişmiş hastalarda, Covid-19 ile ilişkili mortalite oranı ve olası prognostik faktörlerin gösterilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Üçüncü basamak bir sevk merkezinde, daha önce BDH-İAH tanısı almış hastalar geriye dönük olarak incelendi. 1 Nisan 2020 ile 1 Nisan 2021 arasında İAH hastalığı, Covid-19 enfeksiyonu ve mortalite ile ilgili hasta verileri elektronik kayıtlardan elde edilmiştir. Birincil sonlanım noktası Covid-19 enfeksiyonunun 30. gününde ölüm oranlarıydı.


BULGULAR: BDH-İAH tanısı konan 271 hasta mevcuttu. 74 hastada polimeraz zincir reaksiyonu ile doğrulanan Covid-19 enfeksiyonu vardı. Takip süresinde 29 hasta vefat etti ve bunların 13'ünde Covid-19 enfeksiyonuna bağlı mortalite görüldü (%17,5'e karşı %8,1, p: 0,045). Covid-19 ilişkili mortalite azalmış bazal zorlu vital kapasite, sigara kullanma öyküsü, yaygın İAH ve romatoid artriti olan hastalarda daha sık görüldü. Çok değişkenli regresyon analizinde sadece azalmış bazal zorlu vital kapasite testleri kötü sonuçla ilişkiliydi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Covid-19 enfeksiyonu, BDH-İAH hastalarında artan mortalite riski ile ilişkilidir. Düşük fonksiyonel akciğer hacmi kötü bir prognostik risk faktörüdür.
INTRODUCTION: Coronovirus 2019 ( Covid-19) infection has been related to increased mortality amongst patients with lung disease. In this study it was aimed to showed the mortality rate and possible prognostic factors related to Covid-19 in connective tissue disease related interstitial lung disease patients (CTD-ILD)

METHODS: In a tertiary referral center,patients with previously diagnosed CTD-ILD retrospectively reviewed. Between 1th April 2020 to 1 th April 2021 patients data related to ILD disease, Covid-19 infection and mortality obtained from electronic records retrospectively. The primary outcome was death at day 30 of COVID-19 infection


RESULTS: There were 271patients diagnosed with CTD-ILD. 74 patients had Covid-19 infection, which was confirmed by polymerase chain reaction. 29 patients were dead during the followed-up period of whom 13 patients had Covid-19 infection-related mortality (17.5% vs 8.1%, p: 0.045). Covid-19 infection related to mortality was more frequently seen in patients with decreased forced vital capacity, smoking history, extended disease and rheumatoid arthritis. On multivariate regression analysis, only decreased forced vital capacity were related to poor outcomes.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Covid-19 infection is related to increased risk of mortality in CTD-ILD patients. Decreased forced vital capacity is a poor prognostic risk factor

16.The Relatıonshıp Between Pet Ct And Tumor Features In Patıents Wıth Breast Cancer
Yasin Sezgin, Oğur Karhan, Serdar İleri, Senar Ebinç, Erkan Bilen, Muslih Urun, Halis Yerlikaya
doi: 10.5505/vtd.2022.74340  Pages 337 - 343
GİRİŞ ve AMAÇ: Meme kanseri dünya çapında kadınlarda en sık görülen ve en sık ölüme yol açan kanserdir. Pozitron emisyon tomografisi (PET)/bilgisayarlı tomografinin (CT) onkolojide kullanımı giderek artan öneme sahip olmaktadır. Çalışmamızda tümörün bazı özelliklerine göre 18 F-floro-2-deoksi-D-glukoz ( 18 F-FDG) tutulum yoğunluğu arasındaki ilişkiyi araştırmayı planladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza onkoloji kliniğimize meme kanseri teşhisi ile başvuran ve PET/CT çekimi yapılan 414 hastanın dosyası retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya 18-90 yaş aralığında olan meme kanserli hastalar dahil edildi. İkincil malignitesi olan, akli dengesi yerinde olmayan, 18 yaşından küçük ve 90 yaşından büyük hastalar çalışma dışı bırakıldı. Moleküler alt tiplere, tümör boyutlarına, vücut kitle indeksine ve proliferasyon indekslerine göre FDG tutulumları araştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 414 hastanın yaş ortalaması 48.8 yıldı. Hastaların büyük çoğunluğunun alt tipi; invaziv duktal karsinom idi. Tanı anında 86 hasta metastatik evrede iken, 327 hasta lokal veya lokal ileri evredeydi. Çalışmada Ki-67 artışı ile FDG tutulumunun artışı arasında korealsyon olup istatiksel olarak anlamlı bulundu (p <0.01).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmada tümör boyutu büyük olanlarda daha fazla FDG tulumu mevcut idi. Aynı şekilde proliferasyon indeksi artışında ve invaziv duktal karsinomda daha yüksek FDG tutulumu mevcut idi. Tümör özellikleri ile FDG tutulumları arasındaki ilişki gelecekte bireyselleştirilmiş tedavi için prediktif bir belirteç olarak kullanılabilir.
INTRODUCTION: Breast cancer is the most common cancer and major cause of cancer death in women worldwide. The importance of usage positron emission tomography (PET)/computed tomography (CT) in oncology is increasing. In our study, we planned to investigate the relationship between 18 F-fluoro-2-deoxy-D-glucose (18 F-FDG) uptake and characteristics of the tumor.
METHODS: The medical records of 414 patients who applied to our oncology clinic with the diagnosis of breast cancer and underwent PET/CT were analyzed retrospectively. Patients with breast cancer aged between 18-90 years were included in the study. Patients with secondary malignancy, mentally unstable, younger than 18 years of age and older than 90 years of age were excluded from the study. FDG uptake was investigated according to molecular subtypes, tumor sizes, body mass index and proliferation indices.
RESULTS: The mean age of 414 patients included in the study was 48.8 years. The vast majority of patients had invasive ductal carcinoma. While 86 patients were in the metastatic stage at the time of diagnosis, 327 patients had local or locally advanced disease. In the study, there was a correlation between the increase in Ki-67 and the increase in FDG uptake and it was statistically significant (p <0.01).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In the study, those with larger tumor size had more FDG uptake. Likewise, increased proliferation index and invasive ductal carcinoma had higher FDG uptake. The relationship between tumor characteristics and FDG uptake can be used as a predictive marker for individualized treatment in the future.

17.Suberoylanilide Hydroxamic Acid (SAHA) Reduces Glutamate-Induced Oxidative Stress in Hippocampal Cells
Caner Günaydin, Zülfinaz Betül Çelik
doi: 10.5505/vtd.2022.01979  Pages 344 - 349
GİRİŞ ve AMAÇ: Glutamat beyinde önemli bir uyarıcı nörotransmiterdir ve yüksek konsantrasyonlarda aşırı aktivasyonla nöronal hücre kaybına neden olur. Suberoilanilide hidroksamik asit (SAHA), antitümör ve antiinflamatuar özellikleriyle iyi bilinen bir histon deasetilaz inhibitörüdür. Bu nedenle, bu çalışmadaki amacımız, SAHA’nın HT-22 hipokampal hücrelerinde glutamata bağlı oksidatif strese karşı nöroprotektif etkisini araştırmaktı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hücre canlılığı, HT-22 hücrelerine glutamat ve SAHA uygulandıktan sonra MTT (3-(4,5-dimethylthiazol-2-yl)-2,5-diphenyl tetrazolium bromide) testi ile belirlendi. SAHA’nın nöroprotektif etkisi, ELISA (Enzyme-like immunosorbent assay) yöntemiyle, oksidatif stres parametreleri olan redükte glutatyon (GSH) seviyesi ve glutatyon redüktaz (GR) ve glutatyon peroksit (GPx) antioksidan enzim aktiviteleri ölçülerek değerlendirildi.
BULGULAR: SAHA, HT-22 hücrelerinde glutamatın neden olduğu nöron ölümünü azaltmıştır. Ayrıca, SAHA, GSH seviyelerini ve antioksidan enzimler olan GR ve GPx’in aktivitelerini artırarak glutamatla indüklenen oksidatif stresi azalttı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu sonuçlar, SAHA'nın antioksidan aktiviteye sahip olduğunu, glutamatla indüklenen oksidatif stresi azalttığını ve glutamat kaynaklı nöronal ölüme karşı koruma sağladığını göstermiştir.
INTRODUCTION: Glutamate is an essential excitatory neurotransmitter in the brain, causing neuronal cell loss by overactivation in high concentrations. Suberoylanilide hydroxamic acid (SAHA) is a well-known histone deacetylase inhibitor for its antitumor and anti-inflammatory properties. Therefore, in this study, we aimed to investigate the neuroprotective effect of SAHA against glutamate-induced oxidative stress in HT-22 hippocampal cells.
METHODS: Cell viability was determined by MTT (3-(4,5-dimethylthiazol-2-yl)-2,5-diphenyl tetrazolium bromide) assay after administration of glutamate and SAHA to HT-22 cells. The neuroprotective effect of SAHA was evaluated by measuring the oxidative stress parameters like reduced glutathione (GSH) level, and antioxidant enzyme activities of glutathione reductase (GR) and glutathione peroxide (GPx) by Enzyme-like immunosorbent assay (ELISA).
RESULTS: SAHA has reduced glutamate-induced neuron death in HT-22 cells. Moreover, SAHA alleviated glutamate-induced oxidative stress by increasing GSH levels, and the activities of the antioxidant enzymes GR and GPx.
DISCUSSION AND CONCLUSION: These results demonstrated that SAHA has antioxidant activity, reduces glutamate-induced oxidative stress, and confers protection against glutamate-induced neuronal death.

INVITED REVIEW
18.The Relatıonshıp Between Momalıty And Morbıdıty Of Omega-3 Supplements In Intensıve Care Patıents
Hakan Toğuç, Hande Öngün Yılmaz
doi: 10.5505/vtd.2022.33603  Pages 350 - 357
Yoğun bakım ünitesine alınan hastalarda yetersiz beslenme çok sık gözlenmektedir. Yetersiz beslenen hastalar için öncelikli olarak enteral nütrisyon (EN) tercih edilmekte, oral alımı mümkün olmayan hastalarda ise parenteral nütrisyon tercih edilmektedir. Omega-3 (n-3) çoklu doymamış yağ asitleri (ÇDYA), eikosapentaenoik asit (EPA) ve dokosaheksaenoik asit (DHA) içeriğinden dolayı TNF-a, IL-1β ve IL-6 gibi proinflamatuar sitokinlerin üretimini engellemekte ve bir anti-inflamatuar sitokin olan IL-10 üretimini modüle etmektedir. Son yıllarda, birçok çalışma omega-3 ile takviye edilmiş diyetlerin, yoğun bakım hastalarında sepsis gibi yüksek bir inflamatuar tepki ile karakterize edilen klinik koşullarda, akut solunum sıkıntısı sendromu ve büyük abdominal cerrahiden sonra faydalı olup olmadığını araştırmıştır. Yoğun bakım hastalarında yapılan birçok çalışma omega-3 tüketiminin genel mortalite, morbidite ve yoğun bakım kalış süresini olumlu etkilediğini savunurken, etkisi olmadığını savunan çalışmalar da bulunmaktadır. Tüm bu bilgiler ışığında omega-3 kullanımının yoğun bakım hastalarında etkilerini tespit edilmesi ve araştırmacılara gelecek çalışmalara yönelik bilgi sunulması amaçlanmıştır. Sonuç olarak edilen veriler ve sağlık otoritelerinin tavsiyeleri doğrultusunda parenteral beslenmede omega-3 kullanımı desteklenirken enteral beslenmede bolus ve yüksek doz omega-3 kullanımı tavsiye edilmemektedir.
In patients admitted to the intensive care unit, malnutrition is very common. Enteral nutrition is preferred primarily for malnourished patients, whereas parenteral nutrition is preferred in patients who cannot receive oral intake. Omega-3 (n-3) polyunsaturated fatty acids (PUFA), eicosapentaenoic acid (EPA) and docosahexaenoic acid (DHA) inhibit the production of pro-inflammatory cytokines such as TNF-α, IL-1β and IL-6, and are an anti-inflammatory agent. It modulates the production of the cytokine IL-10. In recent years, many studies have investigated whether omega-3-supplemented diets are beneficial after acute respiratory distress syndrome and major abdominal surgery in clinical conditions characterized by a high inflammatory response such as sepsis in intensive care patients. While many studies conducted in intensive care patients argue that omega-3 consumption positively affects the overall mortality, morbidity and duration of intensive care stay, there are also studies arguing that it has no effect. In the light of all this information, it was aimed to determine the effects of omega-3 use in intensive care patients and to present information to researchers for future studies. Regarding to the data obtained and the recommendations of the health authorities, the use of omega-3 in parenteral nutrition is supported, while bolus feeding and high dose feeding methods are not recommended in enteral nutrition.

CASE REPORT
19.A Child Presenting With Headache and Periorbital Bruising
Gülfer Akça, Ünal Akça, Haydar Ali Taşdemir
doi: 10.5505/vtd.2022.57767  Pages 358 - 361
AMAÇ: Çok nadir görülen rekürren gözlerde morarma ve başağrısı olan hastayı literatüre sunmak
OLGU: 12 yaş, kız. 2 hafta önce baş ağrısı başlamış. Ağrısı olunca her iki göz çevresinde önce kızarıklık, takibinde koyulaşma ve sonrasında morarıp siyahlaşma oluyor. Ağrısı hafifleyince gözlerdeki morluk kayboluyor. Bulantısı var, kusma yok. Ailede migren öyküsü amcada mevcut. Akrabalık ve hastanede yatış öyküsü yok. 2 hafta içinde 5 kez göz çevresinde morarma olmuş ve acile başvurmuş.
Ağrının lokalizasyonu yok, başının her yerinde hissediyor ve tüm gün sürüyor.İçki veya madde kullanım öyküsü yok. Yiyecek veya içecekle tetiklenmiyor. Gözleri morardığında görmede bulanıklık oluyor. Fotofobi ve fonofobi var. Ağrı yüzünden uyuyamıyor ve uykusuzlukla semptomları artıyor. Okul gün kaybı mevcut.Çok telefon ve bilgisayar kullanıyor. Stres ve ağlama atakları oluyor.
Nörolojik muayene normal. Fundus muayenesi doğal papil ödemi yok. Opsoklonus, myoklonus, nistagmus yok. EEG, beyinMR ve MRvenografi normal. Anemi yok, biyokimyasal parametreler normal. Psödotümörserebri, Nöroblastom ve allerik reaksiyon düşünülmedi. Hastaya propranolol ve fluoksetin migren profilaksisi başlandı. Takibinde ağrıları gerileyen hastanın izlemi sürüyor.
SONUÇ: Lİteratürde gözlerde morarma ve başağrısı birlikteliği Trigeminalotonomiksefalji, nöroblastom, sinüs ventrombozu, idiyopatik intrakranyal hipertansiyon,amiloidoz ve aplastik anemi ile bildirilmiştir.Bu rekürren semptomlar daha çok migren kliniğini düşündürmektedir.
Aim: This study aimed to introduce a patient with a rarely encountered case of recurrent dark discoloration.
Case: A 12-year-old girl.Her headaches started 2 weeks ago.When she has headache,a rash followed by darkening and then bruising around her both eyes appear.When her headache wears off the bruising disappears.She has nausea but does not vomit.In her family,her uncle has a history of migraine.No history of kin marriage between her mother and dad.No history of hospitalization.She had dark discoloration 5 times in 2 weeks and presented to the emergency department.
Headache has no localization.She feels the pain all over her head and it lasts whole day.No history of alcohol or drug abuse.Her headache is not triggered by any food or drink.When the bruising occurs her vision becomes blurry.She has photophobia and phonophobia.She cannot sleep because of her headache and sleeplessness increases her complaints.She has missed several days of school.She spends too much time on phone and computer.She has stress and crying spells.
Her neurological examination is normal.Fundus examination is natural and there is no papilledema.She does not have opsoclonus,myoclonus or nystagmus.The EEG,brain MRG and MR venography are normal.She does not have anemia and the labs are normal.Pseudotumor cerebri,neuroblastoma or allergic reaction were not considered.Propranolol and fluoxetine was commenced for migraine prophylactic treatment and the patient’s headache improved And she is still followed-up.
Conclusion: Co-occurrence of dark discoloration and headache are reported with trigeminal autonomic cephalgia,neuroblastoma, sinus vein thrombosis,idiopathic intracranial hypertension,amyloidosis and aplastic anemia in the literature.However,these recurrent symptoms are predominantly associated with migraine.

LookUs & Online Makale